İnsanlığın hangi filizi köreltilmek istenmişse, tersine o filiz daha gür büyümüştür. -Freud |
|
||||||||||
|
Dağbaşın da, (köyümüzde) yaşadığımız dönemlerde kış şartları çok ağır geçerdi. Yine böyle bir kış günüydü. Babam ve bizler için sıradan bir gündü. Gecenin zifiri karanlığının, yerini gün ışığına bırakmaya başladığı saatlerde annem yataktan kalkar sobayı yakar sofrayı hazırlama telaşına girerdi. Annem, akşam yemeğinden artan, aralarında ince istavritlerinde bulunduğu hamsileri dumandan her tarafı kararan, sadece yüzeyi parlayan tavaya dizer ve yine o tavanın kardeşi niteliğini taşıyan, kalabalık nüfusa hitap eden dev bir çaydanlığa tek dem çay demleyip mabeyinde bulunan kuzinenin üzerine koyardı. Balıkların tavaya yapışmaması için üzerlerine serpilen mısır unu yeterli olmaz, ya da alışkanlıktan olmalı ki,ara da bir tavayı sallamak zorunda kalırdı. Kahvaltı hazır olduğunda beni ve benimle birlikte, beraber camiye gittiğim kurs arkadaşım olan abimi yataktan kaldırmak için yanımıza geldiğinde annem, üzerimize örttüğü sıcak tutmaktan ziyade, ağırlığı altında ezildiğimiz iki üç kat yorganların altında bizleri birbirimize sarılmış halde bulurdu. Yer sofrasında oturmak, sofra bezini dizlerinin üzerine çekmek, yemeğe besmele ile başlamak kaşığı veya çatalı sağ eline almak, çocukluğumuzda kalan, dönemin vazgeçilmez kurallarından bazılarıydı. Babamı, aklımın idrak edip tanımaya başladığım günden beri yatsı namazından sonra misafir gelse bile uzun boylu oturduğuna ve sabah namazından sonra da yattığına hiç tanıklık etmedim. Hatta hiç unutmuyorum.! Bir keresinde evimize gelen ablam ve eniştemle biraz fazla oturmuş ve sonra onlara “uyumak için yarım saat kazık yedim, ben yatmaya gidiyorum” demişti. Yatsıyı kıldıktan sonra ev halkı ile bile zaman geçirmeyi ziyan olarak görürdü. Evimizin içinde abdest almak için lavabo yoktu. Çok sonra anladım ki babamın bu dinçliği, bu enerjik yapısı onu sabah namazında abdest almak için zorunlu olarak evin dışına çıkarmak zorunda bırakan musluğa aitti. Namaza her kalktığında ağızından ilk çıkan “sabah namazından sona mal köpekleri yatar ve evimde beynamaz istemiyorum” cümleleri olurdu. Ara da bir de küçük harflerle, ‘imani kıtlar, kalkın namaza diye söylenirdi. Bir sonraki evrenin dayak faslı olacağını çok iyi biliyorduk. Bunun tecrübesini evimizde ilk yaşayan büyük abim ile edinmiştik. Büyük abimle aramızda ciddi bir yaş farkı vardı. Abim köye nam salmıştı. Köyde yaşayan yaşlılardan zaman zaman abimin babamdan yediği dayakları dinlerdik. Bize gelene kadar babamın dayak enerjisinin tükendiğini söyleseler de, yediğimiz dayakların acısını çeken bilirdi. Her dayak yediğimde aklıma, yeni doğan beşikteki erkek kardeşimin ileri de başına gelecek olanlar gelirdi. Çünkü bu kabus, geleneksel olarak bir sonraki çocuğa miras olarak geçiyordu. Bu korkudan olacak ki, bizde abimle dışarı çıkar, kollarımızı, ayaklarımızı, yüzlerimizi hafifçe ıslatır içeri girer ve abdest aldık imajıyla kıbleye yönelir babamdan çok az duyduğumuz aferin kelimesinin hak edişiyle güne mutlu başlamanın hayalini kurardık.... Ne aferine, ne de başımızın okşanmasına alışık değildik. Babam, sert mizaçlı, asık yüzlü, keskin sözlü biriydi. Eskilerin ifadesiyle bazen ağızından çıkan sözleri ‘köpek yese kudururdu’. Hata ettiğimizde bizleri hiç ikaz etmez, bakışlarının yüzüne bıraktığı jest ve mimiklerden ne anlatmak istediğini anlamamızı isterdi. En büyük abimi kuran kursundan kaçtığında dövmek için yaptığı bir pompa hortumu vardı. Bu hortum o dönemlerde patlayan araba lastiklerini el gücüyle şişirmek için kullanılırdı. Babam bu hortumun amacı dışında da kullanılabilir oluşunun ilk mucitiydi. Hortumun özelliği, kalın ve etli oluşuydu. Ucuna bağladığı bir iple evin en güzel köşesinde asılı dururdu. Kızdığında ara da bir göz ucuyla bizim ona bakmamızı sağlardı. Tüm çocukları büyütene dek, o pompa hortumu ,taşındığımız bütün evlerde, taşıdığımız eşyaların vazgeçilmezlerinden biri olmuştu. Çocukluk evremiz babamın pompa hortumu ile camide osman hocanın fındık çubuğu arasında farklı acılar içinde geçti. Onların görüşüne göre dayak cennetten çıkmıştı. Fakat biz ise cehennemi yaşıyorduk. Bizi teslim ettiği hocaya ALLAH kelamı öğretiyor diye, ‘eti senin, kemiği benim’ demişti. Okuduğumuz kuran kursunun avlusunda Misket oynamanın haram, topa ayak vurmanın Gavur işi bir icat olduğu kabul edilirdi. Hocamızın bizi dövmesine hiç aldırmaz, görmezden gelir, hatta sosyalist bir aileden böyle dindar, sakallı ve şalvarlı,bir adam nasıl çıktı diye çevresindekilere anlatır, Osman hocaya toz kondurtmazdı. Zira babam; kendi aile bireyleri, yakın akrabaları ve kardeşleri arasında en dindar hüviyete sahip olan tek kişiydi. Hocamız da bu dokunulmazlıktan aldığı güçle bizi günde beş vakit namaz gibi hiç aksatmadan döverdi. Babam aslında çok dindar ve halis bir müslümandı. Lakin, dinin gerekliliğini kitaplardan değil, yanında bulunduğu hocalardan öğrenmişti. Hep aşırı uçlarda gezinirdi. Bu yüzden, hayatı boyunca teori yerine, pratikte gördükleriyle amel etmeyi tercih etti. Onun için birisi, ya evliya, ya eşkiya idi. Çocukken babam bana köyümüzün din temsilcisi gibi gelirdi. kisvesi ve ameli yaşantısı onu köydeki yaşıtlarından ayıran en belirgin özelliğiydi. Namaz kılmayana selam vermez, ve verilen selamı da Tepki oldun diye sessizce alırdı. Babamın bu yönünü eleştiren köylülerin cenazelerinin dini gerekliliğini bizim aile yerine getirirdi. O yüzden babama karşı çok ses çıkartmazlardı.. Babam Rize’nin eski esnaflarından biri sayılırdı. Aslı mesleği terzi idi. Dükkandaki bütün kumaşları kuran kurslarında okuyan çocuklara bedava şalvar, cüppe, takke dikerek tüketmiş ve iflasını vermişti. Sonra fırıncılığa başlamıştı. Yazıkı ki, mesleği bilmediği için yanına kadem usta diye bir sarhoşu baş usta olarak almıştı. O da geceleri kafayı çeker, ekmeklerin üzerine ortalarının açılması için atılması gereken bıçak atmayı unuturdu. Ekmekler soba borusu gibi çıkardı. Satılmayan ekmekleri babam peksimet yapar mahalleliye dağıtırdı. Mahalleli evinde kullanacağı suyu babamın fırının dışında gelip geçenin içmesi için açık bıraktığı musluktan kaplara doldurur, evlerine taşırdı. Fatura bize yazardı. Babamın işi dervişlerle idi. İşletmemize kendimi bildim bileli ne fotorlu, ne de kravatlı bir kişi hiç uğramadı. Nerde bir meczup, deli, veli sayılabilecek birileri varsa hepsi babamın dostuydu. Fırına verdiği ekmekler pişerken, babamın bakır bakracında her gün aralıksız olarak yaptığı yemek, ekmekle birlikte pişer ve gelenlere ikram edilirdi. Aralarında deli Tarık diye biri vardı. Ona, konuşamadığı için ayrı ilgi gösterir hatta kendi elleriyle yemeğini yedirirdi. Tarık öldüğünde babam sergiciliğe kadar gerilemişti. Fırın dükkanımız da, terzi dükkanının akıbetine uğramıştı. Ona rağmen, ölüm haberini alınca çocuklarının rızkını kazandığı sergi sehpasını açmamış, Tarık’ın defin işleriyle, başından sonuna kadar ilgilenmişti.... Babam bize karşı sorumluluk kişiliği iyi, sevgi dokunuşları ise zayıf biriydi. Gayretine ve azmine aşık olmamak, saygı duymamak elde değildi. Her nedense bizim çocuk olduğumuz hiç aklına gelmezdi. Belli ki kendi çocukluğu da, dedemin sevgisizliği ve ninemin ilgisizliği ile geçmişti. Bu yüzden onun görmediği ve yaşamadığı bir şeyi ondan beklemek ona haksızlık olmalıydı. Aile büyüklerimizin anlattığına göre o dönemde lokantacı olan dedemin kendine yetecek kadar derdi ve karısının da kendi çocuklarıyla hizmetleri dışında ilgilenecek kadar vakti yoktu. Yaş aralıkları birbirine yakın, sekiz çocuğu vardı. Dedesinin ismini taşıyan amcam Bahadır, henüz bebekken ölmüştü. Geceleyin gaz lambasının o mağrur ve hüzünlü ışığı altında naylon gübre poşetleri üzerine serilen şeker çuvallarıyla çocuklarını, yatağı pislemesinler diye bezliyor, sabahleyin o bezlerdeki çocuk dışkılarını su arkından gelen bulanık su ile akıtıp yıkıyordu. Ahırdaki inekler, kümesteki tavuklar, bahçedeki ekinler, hepsi onun nasırlı ellerine bakıyordu. Mısır hasatı geldiğinde günlerce mısırları taneler, çuvallara doldurur,fareden korumak için naylaya taşırdı. Mısır fidelerini toman eder, kışın suya koyup ineklere verirdi.Sıra olmasın diye gecenin zifiri karanlığında komşularla değirmene mısır öğütmeye gitmek için dedemin çarşıdan gelmesini bekler ve çocukları evdeki en büyük çocuğa emanet ederdi. Kışın en ucuz yiyeceği kara lahana ve mısır ekmeği bizim sofraların vazgeçilmeziydi. Gün akşama olana kadar rutinin dışına hiç çıkmıyordu......... Her çocuğun özlemi olan ‘kar yağdığında okulların tatil edilmesi’ bizim için hayalden öte bir gerçekliğe hiç ulaşmadı. Hep hayal olarak kaldı. Çünkü babam için kar, yağmur, çamur gibi terimlerin, beraberinde getireceği patika yollarda ki zorlukların bir önemi yoktu. Bir sabah yine evden çıkarken, dışarıda yarım metreden fazla bir kar olmasına rağmen annemin ‘bugün gitmeyin’ sözlerine aldırış etmeyen babam yine bizi arkasına takıp yaşıtlarımızın uykularının en bohem saatlerinde cami yoluna koyulmuştuk. Abimden iki yaş küçük olmamın sağladığı avantajla boyumu aşan karın içinde kaybolmayayım diye babam beni omuzlarına alırdı. Bozuk bir patikadan otobüs yoluna ulaşma mesafesinin zorluğunun keyfini, babamın sırtının sıcaklığında çıkartıyordum. Bir ara babamın ayağı kaydı. Düşer gibi olduk. Baba bu, evladını yere düşürür mü? Düşürmedi de.! ama o refleksle bana “oğlum sen büyüyünce ben yaşlanmış olacağım. Sen de beni böyle omuzlarına alacak mısın” dedi. Nasıl aklıma geldi ise, “büyüyünce bende oğlumu omuzuma alacağım” dedim. Ve bugün aklıma düşen bu söz, bu yazıyı kaleme almama vesile oldu.. 28 12 2019 -Mehmet AVCI-
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © mehmet avcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |