Egoistlerin en güzel yanı başkaları hakkında konuşmuyor olmaları. -Lucille S. Harper |
|
||||||||||
|
14 Şubat 2016 Saçmalıklar Günü. Delilik bu yaşadığım. Hiç kimseye anlatamadığım bir derdim var benim. Anlatsam beni ciddi ciddi dinlerler mi? Açıkçası yaşadığım her şeyden sıyrılıp, bir de kocaman cesaret yüklenip bir bir anlatacağım içimde biriktirdiklerimi. Her şeyi göze alarak ayaklarımın beni götürdüğü yere gideceğim. İçeri girmeden önce bana "1 saat süren var diyecek" çünkü terapinin raconu böyle. Bir şeyler anlat. Anlat ki senin derdini anlayayım. Tam dilimin ucuna kadar gelecek ama vazgeçeceğim. Çünkü anlayacağım ki, kafamda dönüp duran büyük patlamaları anlayacak kimse yok şu koskoca dünyada. Doktora garip garip bakmaya başlayacağım. Surat ifadelerini takmayacağım bile. Karşısına geçip oturdum ya, mutlaka kendince bir isim koyacak benim duygularımın yoğunluğuna. Duygu geçişlerime bir başlık atacak, sonra da ilaç yazacak. Bunları iç, 1 ay sonra gel, tekrar konuşalım diyecek. O bunları söylerken ben karşısındaki koltukta oturuyor olacağım. Ve içimden ona cevap vereceğim. "Bak dostum, sana bir şey söyleyeyim mi? Benim kafamda dönüp duran duygulara sen bir isim taktın ya, hah işte o taktığın isim sensin! Masanın üstünde hararetle bana söylenerek yazdığın reçetedeki ilaçları al, k..çına sok! Benim o ilaçları içmeye niyetim yok aslan parçası. Seni gölgelerinden korkan normal insan seni!" "Sen ne anlarsın be!" Kendi kendime mırıldanmışım. Mırıldanırken sesimin duyulduğunu anlamadım. Doktor öğütler sıralarken, özenle karaladığı reçeteden başını kaldırarak, kaşlarının altından bana bakmaya başladı. "Bana bir şey mi dediniz?" İçimden ona okkalı cevaplar veriyordum. "O pörtlek gözünü devire devire bana bakacağına işine bak sersem! Tek bildiğiniz ilaç yazıp göndermek. Beni biraz dinleseydin, anlayabilseydin eminim o ilaçları kendin içerdin." Yüzüme hesap sorar gibi bakmaya devam etti. Hiç umursamadım. Sanki bana o soruyu sormamış, ben de hiç duymamışım gibi ayaklarımı sallamaya başladım. Uzun uzun bana bakıp, istediği tepkiyi alamayınca, başını "Hasbinallah" der gibi sağa sola çevirdi. İşte o anda gözümün önünden bir film şeridi geçmeye başladı. O, reçeteyi döktüre döktüre yazarken ben bir anda ayağa fırlayıp, yumruğumu masasına çarpıyorum. Fiyuu, ama nasıl bir artistik hareketler var ya, Behzat Ç. yanımda sıfır kalır. Sonra dudağımı büzerek ona "O küçücük kâğıda hayat hikâyeni mi yazıyorsun psikolojik manyak?" diyerek elinden aldığım gibi reçeteyi on parçaya bölüp paramparça ediyorum. Ve inadına da pis pis sırıtarak gözlerinin önünden kafasından aşağıya konfeti döker gibi karman çorman yapıp masasının üstüne dağıtıyorum. Masanın üstü kağıt parçalarıyla doluyor. Düzen manyağı, takıntılı bir doktora tezat karışıklık oluyor. Gözümün önünden geçen bu film şeridi hoşuma gidiyor. "Hey Allah'ım ya" diyerek yandan yandan gülmeye başlıyorum. Doktor bu sefer kafasını iyiden iyiye kaldırıp, gözlerini kısarak bana bakmaya başladı. Ne var, ne oldu dermişcesine yüzüme alaycı alaycı bakıyordu. Sen misin o ifadeyi kullanan? Onun sırıtmasına gülerek cevap verdim. Bazen küçücük bir şeyin ardından en büyüğünü yaparsanız, kimse sizin attığınız adımı atmaya cesaret edemez. Bu yöntem çok işe yarıyor, ciddi söylüyorum. Çünkü ben bunu hep yapıyorum. Şöyle başımı hafif sağa çevirerek, boş boş gülmeye devam ettim. Doktor beni görür görmez şoka uğradı. Tabii, bu durum karşısından birazdan çıldırma raddesine gelecekti, haberi yoktu zavallının. "Bir şey mi oldu?" diye sordu. Ahh, işte beklediğim o kutsal soru da geldi. Kafam hızlı çalışır. İçimden "Hey Allah'ım ya, daha ne olsun be adam? Daha kendimi anlatmamışım, yarım saat lak lak ettikten sonra hemen ilaç yazmaya başladın, daha ne diyeyim sana. Böyle teşhis mi konulur? Dur biraz, yavaş gel. Yani 1 saatlik seansın yarım saatini ana adı, baba adıyla geçirip, yarım saatini de full ilaç yazmaya adayınca, insan ufaktan ya sabır çekiyor be kardeşim," dedim. Ama onun "Bir şey mi oldu?" sorusunu duymamazlıktan geldim. Sağ bacağımı sol bacağımın üstüne attım. Koltukta yaylana yaylana oturmaya başladım. Ohh, sanki babamın evindeymiş gibi iyice yayıldım. Kollarımı da birbirine bağladım. Dudaklarımı iyice sıktım. Durdum durdum bir anda dudağımı salıverdim. Tabii bir anda bırakınca tiz bir şaklama sesi çıktı. Bunu bilerek yaptım. Sanki tatlı yemişimde, tadı damağımda kalmış gibiydi bu. Doktor şaklama sesine dondu kaldı. Kafasını bana çevirince artık dayanamadım. "Yahu doktor, o reçeteye döktürdüğün ilaçları gidip yandaki eczaneden alacaktım da, bir sorun var," dedim. Doktorun gıdısı sinirsel olarak atmaya başladı. Dişlerini sıkıyordu, fark ettim. Dilinin ucu, dişlerinin aralık kısmından çıka çıka cevap verdi. "Neymiş o sorun?" "Onları aldığım gibi sana yedireceğim. Bunu bilmek istersin diye düşündüm," dedim. Yalnız öylesine rahat, öylesine vurdum duymaz, öylesine umursamazdım ki benim keyfim doruk noktasına, onun ki de yerin dibine çöktü. Ben zevkten dört köşeyken, o bildiğiniz üçgen oldu. Zavallı şey, ona gelen her hastanın böyle tepkiler verdiğini bi düşünsenize. Adam kanser olur. Sana çaresizce koşarak gelen, bir ton derdi olan, o dertlerini karşında bülbül gibi şakıyan, sonra da bunun üstüne bir ton para bayılan her "hasta" ona envayi çeşit laf soksa, kafamdan şip şak hesaplıyorum 4 ayda tımarhanelik olur. Ama işte, psikoloji denen meret de öyle bir şey ki, masanın diğer tarafında sakin sakin oturmaya hiç benzemiyor. Garibim aldığı diplomanın hakkını vereceğim tavrıyla vakur bir çizgide seyrediyor. Vakur, ciddi, sakince, ilgili gibi, aslında 1 saat sonra cebine girecek parayı düşünmekten helâk olmuşcasına, psiko analiz sorularıyla debelenen... Dakikalar sonra yazmayı kesti, ellerini masanın üzerine koydu. Yazı yazdığı kalem sağ elinin işaret parmağıyla, orta parmağının arasında duruyordu. Gözlerinden anladım ki içinden "Ya sabır" çekiyor. Hani kaşı gözü oynamasa cidden etkilenmedi diyeceğim ama yok yani. "Bu ilaçları size yazdım, çünkü benim bunlara ihtiyacım yok. Sizin ruh sağlığınız için yazdım. Düzenli bir şekilde bunları içmeniz lazım," dedi. İşte şimdi faka bastı. Canına ot tıkayacağım senin. "Doktor bey, sorry ama benim ruh sağlığım bozuk değil. Siz neye istinaden bunları yazdınız, bi söyleyin bakalım bana." "Bakın..." Doktor kalem tuttuğu elini bir şey açıklayacakmış gibi yaptı. Ama ben atladım hemen, "Lann..." Afedersiniz, biraz küfürbazımdır. Haksızlıklara karşı içimden bir canavar çıktığı doğrudur. O canavar bazen beni ele geçiriyor ve küfürbaz halini alabiliyor. İşin acı tarafı bu canavarı bazen ben bile zapt edemiyorum. Zaten öyle de bir derdim yok. Bence küfür, üst düzey hakaret biçimidir. Salt adrenalin enerjisiyle şarj oluyor. Bir kere ağızdan dökülmeye başladığı zaman durdurabilene aşk olsun. "Lan" la başlayan küfür tamlaması karşısında bir psikolog doktorun tepkisi nasıl oluyormuş, onu da birazdan göreceğim. Bakalım senin bana yaptığın testlere benziyor muymuş? Senin ruh sağlığın bu durumu nasıl absorbe edecek. Topu göğsünde yumuşarak pası bana mı atacaksın, yoksa sol ayağınla alıp direk kaleye mi atacaksın? Hadi bakalım! "Lütfen ama, bu tarz konuşmalar hiç hoş değil yalnız." (Topu göğüste yumuşatma hareketidir bu.) "Yerim lan senin lütfenini..." Sağ elimi o sinirle kaldırıp, beş parmağımı da pergel misali açaraktan konuşmaya devam ediyorum. Şah damarımın o anlarda boğaz kısmından nasıl fırlamış olabileceğini düşünmek bile istemiyorum. Varın siz hayal edin. O bacak bacağın üstüne atmış, gelin gibi sus pus kız gitti, yerine oturduğu koltuktan kendini ayağa fırlamamak için zor tutan asabi kız geldi. En son şu cümleyi kurdum. "O elinin altında sıkı sıkı tuttuğun kâğıt parçasını havaya kaldır bakalım. Kaldır, kaldırsana be!" Sesimin cüretkârlığından, içimden taşan canavarın gittikçe kendini ortaya atmak için kendini gösterme telaşından, yüzümün aldığı şeklin korkunçluğundan, vücudumun savaşa hazır asker moduna geçmesinden etkilenen doktor, istemeye istemeye reçeteyi parmaklarının ucunda yavaşça yukarı doğru kaldırdı. Cırtlak sesimle bağırdım. "Yırt!" Yüzüme aval aval baktı. "Yırt dedim sana!" Korkunun yarattığı gerilim, yukarı fırlayan adrenalin seviyesi, gerçek anlamda delirme noktasına gelen saldırganlık görüntüsü karşısındaki bilinmeyenler onu telaşa soktu. Adem elmasının aşağı yukarı hareket ettiğini gördüm. Dilinin üstünde biriken tükürük salgısını yutak borusundan aşağıya itiyordu. Yutkunma sonrası boğazdan çıkan o garip "guluk" sesi bütün odanın duvarlarına çarparak eko yaptı. Haksızlıktan, umursanmamaktan, sadece para olarak görünmekten, basite alınmaktan, acımasızca teşhis koyup kafası hastalıklı olarak nitelenmekten gözü dönen bir insanın neler yapabileceğini tahmin edebilir misiniz? Ben olsam böyle bir yazı tura atmazdım. Çünkü olasılık hesabına bakarsanız her şey %50 - %50'dir. Ya o anda korkunuzdan yutkunduğunuz gırtlağınıza biri yapışıp onu deşecek, ya da bir şey olacak ve bir anda sakinleşecek. Sakinleşmesi için beklenen o "ilahi şey" ne olabilir? Vahiy mi? Vahiyin gelme olasılığını hesaplayalım isterseniz. Bu riske girmeye değer mi? Bana sorarsanız hayat memat meselesiyse, değmez! Doktor da o anda en akıllıca olan olasılığı seçerek akıllı olduğunu gösterdi. Zaten ondan delilik beklemiyordum. O yemez! Gözleri yuvarından çıkacak gibi bana bakarken, kesinlikle benim aklımdan geçen olasılıkları düşünmüştür. Çünkü odada baş başayız. 1 saniyede mektup açacağını alırım, 1 saniyeden daha az bir zamanda masasının üzerine atlarım, sonra da... Benimle inatlaşmayı bıraktı. Reçeteyi korkudan titreyen elleriyle tıpkı gözümün önünden geçen film şeridindeki gibi yırttı. Bir eksikle tabii, konfeti gibi başından aşağıya dökmedi. Sonra sakinlik bastı bütün vücudumu. Yine eski sakin halime geri döndüm. Bana bakarken ağzından tek kelime çıkmadı. Anlaşılan bir an önce basıp gitmemi bekliyordu. O ne şüphe. Yalnız benim söyleyeceklerim bitmedi. "Bak doktor! Buraya geldim, oturttun beni işe alım yapar gibi abidik gududik sorular sordun bana. Yarım saat vız vız bir şeyler eveledin geveledin. Son yarım saatini de gözlerini devire devire reçete yazmaya ayırdın. Bu böyle olmaz doktor, bu böyle olmaz." Doktor benim sakinliğimden cesaretle en ince sesiyle bana laf yetiştirdi. "Ama ben size rahatsızlığınızla ilgili test soruları sordum." "Hee evet, sorduğunuz soru şuydu; Bir kadın babasını kaybediyor. Cenazeye tanımadığı bir adam geliyor, kadın bu adamı daha önce hiç görmemiş. Adam o kadar yakışıklı ki, görür görmez ona aşık oluyor. Cenazeden sonra adamı arıyor tarıyor ama bir türlü bulamıyor. 1 ay sonra kadın kız kardeşini öldürüyor. Neden? Bana bu soruyu sordun sadece!" "İşte bu soruya verdiğiniz cevapla teşhis koydum zaten." "Yanlış, asıl şimdi koy teşhisini." "Nasıl yani?" "Az önce ufacık bir korku filmi yaşattım ya sana, fark etmişsindir. Hatta korkudan kendi ellerinle yazdığın reçeteyi yırttırdım sana. İşte şimdi teşhisini koy bakalım." DEVAM EDECEK...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yeter Özhal, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |