Şiir, duyguların dilidir. -W. Winter |
|
||||||||||
|
Yolun rampasından inerken, montumun cebindeki birbirine karışmış kulaklığımı çözmekle uğraşıyorum. Arada bir de yola bakıyorum ki, önüme bir araba çıkarsa güme gitmeyeyim diye. Sonunda düzeltip, bir hamlede telefonuma takıyorum. Yer belli, yabancı şarkılar çalan kanalı açtım, hiç değiştirmem kanalı, sesini de sonuna kadar açtım. O yolda yürürken nedense montumun kürklü kapüşonunu çekip, gözüme de güneş gözlüğümü takıyorum. Bugün hava soğuk ama az güneş var. Yaklaşık beş ay evvel, yine bu yoldan sabahın çok erken saatlerinde çıkıp işe gidiyordum. Aman bırak şimdi işi gücü, hayat gelip geçiyor. Biraz hava almak lazım, değil mi? Yolun başındayken tıklım tıklım gelen minibüsü gördüm. Yine insanlar camlara yapışmış, bitkin ve hayatlarından bezmiş halde dışarıya bakıyorlar. “Bitse de gitsek, dursa da insek” ne derseniz deyin artık. Günün her saati böyle, kalabalıklar hiç bitmiyor. Bir yerden bir yerlere konvoylar halinde göç ediyorlar. Demek ki hâlâ kavimler göçü bitmemiş. Demek ki usul böyle diyorum. Uzun yıllar çalışınca, dışarıda akıp giden hayatın usullerini bilmez insan. Günlük yaşamın akışı nedir bilemez. Ben minibüse binmeyeceğim, otobüsle gitmek istiyorum. Durakta beklerken gözüm az ilerideki simitçiye takıldı. Bu adam kaç zamandır burada tezgâh açmış acaba? Bazen otomobiller duruyor, ondan simit alıyorlar. Acaba diyorum, ben de simitçi mi olsam? İçimdeki yüksek egolu kız kıs kıs gülüyor. “Sen mi simitçilik yapacaksın? Yok, daha neler!” Nedense kendime inandıramıyorum bu düşünceyi. Birkaç dakika bekledikten sonra, otobüs karşı yokuştan durağa doğru hızla geliyor. İçimde garip bir sevinç beliriyor. Anlayamadığım bir şekilde, az evvel durakta hiç kimse yokken otobüs durağa yanaşınca birden kalabalık piyasaya çıkıyor. Şaşıp kalıyorum bu işe. Az evvel nerede saklanıyordunuz be cemaati Müslim’in? Otobüse binecek ilk kişi ben iken, bir anda orta sıralara doğru ittiriliyorum. İçimden kendime ne küfürler ettim, bilemezsiniz. Kardeşim şurada olsa önüne geçenleri ittirerek çoktan içeri dalmıştı. Otobüse binerken, aynı zamanda da gözüm oturacak koltuk arıyor. Akbili basarken makineye değil, önce oturulacak koltuk kaldı mı kalmadı mı, sonra da arkamda beni ittiren kalabalığa göz atıyorum. Kafamda ufak matematik fonksiyonları yapıyorum. Akbilin dıdııt sesiyle kendime geliyorum. Sonunda en arkada bir tane koltuğun boş olduğunu gördüm. Çevik bir hareketle gidip oraya oturdum. Müzik son ses çalarken, sanki bindiğim belediye otobüsü değil de Ferrari’ymiş ve teybin sesini sonuna kadar açmışım gibi düşünüyorum. Sol kolumu camdan aşağı sarkıtsam mı acaba? Tam kırmızı Ferrari’mi hareket ettirecekken, biri gelip dizime vurdu. Bu İETT otobüsündeki sıradan ölümlülerden biriydi. Sonra da hiç umursamadan gidip arka kapının önünde dikildi. Israrla göz ucuyla ona bakıyorum. Bir özür, ya da küçücük af edersiniz mimiği! Hayır, beni ve bacağıyla çarptığı dizimi umursamıyor bile, kapının camından dışarıya odaklanıyor. “Hey Allah’ım ya rabbim” diyerek, kaldığım yerden hayallere dalıyorum. Bu saçma sapan hayatta en iyi yaptığım şey hayal kurmak zaten. Kurduğum hayalleri satmaya kalksam belki iyi para kazanabilirdim. Ama hayallerim de para etmiyor! Otobüs büyük alış veriş merkezinin önünden geçerken, bense camdan gökyüzüne doğru havalanmış giden plazalara bakıyorum. Daha dün buralar dutluktu demekten kendimi alamıyorum. Çünkü gerçekten buralar dutluktu. Belki bir gün o plazaların içinde ben de yaşarım, ha ne dersin? Gerçekçiliğin doruğundaki benliğim yine beni durduruyor. Saçmalıyorsun kızım, yine o boş hayal deryasının içine gömüldün. O plazalardan birinde oturmak kaç para senin haberin var mı? Yine omuzum düşüyor ve önüme bakıyorum. Dizime vurup arka kapının önünde dikilen kız bile gülerdi bu hayalime galiba? Ağzındaki cakka da cukka da çiğnediği sakızıyla bana bakıyor. “Senin gibileri bilirim ben, işiniz gücünüz hayal kızım,” der gibi. Otobüs bir sonraki durakta durup yeni yolcularını alıyor. Eski iş yerimin önünden geçiyoruz. Ben de eski iş yerimin olduğu sokağa dönüp baktım. 3 sene boyunca gidip geldiğim iş yerim. Sanki niye bakıyorsam? İş yerinin yerinde yeller esiyor hâlbuki. Giden gitti, kalan sağlar benim! Sağ mıyım gerçekten farkında bile değilim. Yine dik bir yokuştan inerken, “Nereye gidiyorsun ya! Yine sokak sokak gezip, paşa paşa evine döneceksin işte. İn şurada, evine dön. Hiç olmazsa boşuna para da harcamamış olursun,” diyorum. Yalan, kendime hâlâ yalanlar söylüyorum. Sıkıldım artık. Her şeyden sıkıldım. Bu şehrin keşmekeşinden de, her adım attığında para ödemekten de, her gün aynı şeyleri yapmaktan da sıkıldım. “Dur, belki Kadıköy’e inersem psikolojim değişir, sıkıntım geçer,” diye de kendimi oyalıyorum çocuk gibi. Ne saçma! Kandır bakalım, nereye kadar kandıracaksın kendini? İnşaat haline dönüşen kentin ara sokaklarından geçerken, koca koca kamyonlarla, otobüslerin karşı karşıya geldikleri dar caddelerinden birine girdik. Cadde zaten daracık, bir de çevredeki esnafların her iki yol kenarına arabalarını park etmesinden dolayı bir metre ilerleyemiyoruz. Kamyon otobüse, otobüs kamyona korna çalıp duruyor dakikalarca. Sanki biri diğerine, yandaki arabayı ez geç, ben sana içeride bakarım diyor. 15 dakikanın sonunda uzun uzun kornalar, küfürleşmeler, arabaları oraya park edenlerin gelmişine geçmişine göndermeler yaptıktan sonra ince ince yandan kaykılıp gideceğimiz yere doğru süzülüyoruz. Kadıköy yine aynı, derin bir iç çekiyorum. “Otobüsten hiç inmesem mi acaba?” diye kendi kendime soruyorum. Hani geldiğim gibi geri mi gitsem? Bu kadar insan selinin içinde dolaşmak ne kadar sinir bozucu! Herkes birbirine çarpıp duruyor. Sonra da hiç yüzlerine bile bakmadan yürüyüp gidiyorlar. Kimse bugün bana çarpmasa olmaz mı? Sonunda çarşıya geldik. Öğrenciler, emekliler, yarı zamanlı çalışanlar, ev hanımları tek tek otobüsten iniyorlar. E ben de ineyim bari diyorum. İnmezsem hatırım kalır. Otobüsten iner inmez ilk yaptığım şey, amaçsızca etrafıma şöyle bir bakmak. Önce sağa,sonra sola, sonra tekrar... Amann! Yalnızca bakıyorum, görmüyorum. Her şey çok iyi güzel de, yalnız ben bu ilçenin de, şehrin de kalabalığından nefret ediyorum arkadaş ya. Niye hafta içi bu kadar kalabalık ki? Trafiğe aldırmadan otomatiğe bağlamış gibi karşıya geçtim. Kafamı çevirdim, önümden geçenlere, az ileridekilere, yukarıdan gelenlere baktım. Hiç abartısız, 50 kişiden 47’si telefonla konuşuyor. Diğer 3 kişi 70 yaş üstü, onlar da bankta oturmuş dalgın dalgın güvercinleri izliyor. Bugün ayaklarımın beni götüreceği yere doğru yürüyeceğim, bakalım beni nereye götürecek? O esnada içimden birisi hoplayıp duruyor, “Bak sakın gereksiz şeyler alıp da boşuna para harcama ha!” Kendi kendime koşullandırmalar yapıyorum. “Ne gerek var, bakma yahu, alma… Evde zaten her şey var!” Nereye baksam, kafamı nereye çevirsem herkes bir şeyler satıyor. Ve yoğun bir kalabalık gürûh da o satılan her neyse hücum ederek satın almaya çalışıyor. Yani her zamanki gibi, al gülüm ve gülüm. Kilise sokağından içeriye giriyor ayaklarım. İlk dört yol ortasında yazın alışık olduğum sokak çalgıcıları yoklar. Doğal olarak yoklar, kara kış gelmiş, yazık insanlara. Bu soğukta dışarıda şarkı söylenir mi? (Niye söylenmesin?) Beynimin altlarından sızıp gelen bir sinyalle kendime geldim. “Nerede ve nasıl sigara içeceksin?” Bu soru önemli. Dümeni Moda’ya doğru kırıyorum. Benim saatlerce bakmaktan en zevk aldığım kırtasiyecileri de geçip, ara sokağa girdim. İçimden yine bir şeylere verip veriştiriyorum. “Zamanında almadın şu şeyi, bak nasıl da hayıflanıyorsun değil mi?” Neyse artık o almadığım şey? Ara sokaklardan yukarıya doğru çıkarken Arnavut kaldırımlarının sağlı sollu kenarlarındaki resim atölyeleri, kafeler, restoranlar, antikacılar öyle sanat kokuyor ki, onların içinde ben de olmalıydım diyorum. Nedense bir anda dudağımın kenarıyla “hıh” yapıyor içimdeki şizofren. Hayal et ama yaşama, sürün ama ölme diyor bana. Sokaklar hafta sonu gibi cıvıl cıvıl. Nereye baksam sevgilisiyle konuşa konuşa yürüyenler, kafelerde kankalarıyla sohbet muhabbet edenler, öğrenci kısmı, kim var kim yok hep dışarıda. Tam köşeyi dönüp çay bahçelerine doğru gidecekken aklıma yine geri dönmek geliyor. Israrla “Geri dön!” diyordu içimdeki psikopat! Olduğum yerde çakılı kaldım. Aklımdan geçen düşünceler bedenimi ele geçirmiş, beni kontrolsüz bırakıyor. Ayaklarıma güvenmekte hata mı ettim? Onlar hep ezberlediği yere mi gider? Yok, bence ayakları kontrol eden beyin, alışkanlıkları terk etmek zor diyor bana. Hep aynı çay bahçesi, hep aynı masa, hep aynı yere dalıp gitme… Sıkıldım. Radyoda çalan müzikler sürekli başa dönüp duruyor. Sonunda böyle bir ayrıntıyı fark ediyorum. Sabahtan beri hep aynı şarkıları belli bir zaman aralığında çalıyorlar. Devamlı dinleyip durduğum aynı şarkılardan sıkıldım. Bu radyo başka şarkı bilmiyor mu yahu? Galiba bir cd var ellerinde, belli şarkıları doldurmuşlar. Çal babam çal. Sabah akşam aynı müzikler! Kendimce simit çay arası diye adlandırdığım “hava alma” molasından da sıkıldım. İnsanların hiçbir işleri yokmuş gibi lay lay lom sokakları aşındırmalarından da sıkıldım. Bu insanlar bu kadar harcayacak parayı nereden buluyor, sorusuna cevap aramaktan da sıkıldım. Sıkıldım oğlu sıkıldım. Adım atmadığım için arkamdan gelip geçen neşeli gruplar omuzlarıyla bana vuruyorlar. Yolun ortasında durduğum için akılları sıra bana gözdağı veriyorlar. “Çekil be önümüzden, daha dünyayı kurtaracağız!” edasındalar. Peki, çekileyim o zaman. Geldiğim gibi gerisin geri dönmeye niyetleniyorum. Mal mıyım neyim ben? Ezber mi bozmak istiyorsun? Boz, tutan kim? Hangi acının yasını tutuyorsun? Verdiğim cevap yine sahte, “Hiiççç” Tabii tabii, ben de yedim! Sen hiç derken, belki karşındakini inandırabilirsin ama kalbini? Neyse şimdi! Farklı bir yoldan rıhtıma inmeye karar verdim. İnşallah kaybolurum. Bırak Allah aşkına ya, avucumun içi gibi biliyorum bu sokakları. Ne kaybolması? Hiç huyum değildir. Girdiğim ara sokakta bir kafe dikkatimi çekti. “Gir içeri” diye aklımın emri geliyor. İçeri girdim. Ortam sessiz sakin, üç beş kişinin haricinde kimsecikler yok. Ayaklarım dışarı çıkmaya dünden razı, aklım yürü içeri diye emirler yağdırıyor. Bir garson bana doğru yürümeye başladı. “Buyurun, hoş geldiniz,” dedi. Dilimden birkaç kelime döküldü. “Denizi gören terasınız var mı?” Denizi gören teras? Nasıl yani… Belli belirsiz bir ses, “Evet hanım efendi, sağ taraftan merdiven çıkarsanız,” diyor. Sağ taraftan çıkarsam, ne? Terasla mı tanışacağım? Umursamadan ayaklarım sinirle daracık, ahşap merdivenlerden yukarıya doğru çıkmaya başlıyor. Ben de anlam veremiyorum, nedir bu ayaklarımın bana olan siniri? Moda’nın muhteşem asilliği ve deniz ayaklarımın altında… Terasa çıktığımda zaman öğleden sonrayı gösteriyor. Kış olduğu için güneş erken batıyor. Yavaş yavaş kızıla boyanan gökyüzü karşımda bana selam veriyor. Belli belirsiz gülümsüyor dudaklarım. Durgun bir göle atılan çakıl taşının dalgası gibi yüzüm. Gülümseme yanaklarıma yayılıyor. Dışarısı çok soğuk ama nefes alıp verdikçe içimin sıcaklığını hissediyorum. Tam karşımda mavi bir uçurtma uçuyor. Gökyüzünde süzülüp taklalar atıyor. Hemen geçtim ahşap masaya, çektim sandalyeyi oturdum. Elimi çenemin altına koydum, mavi uçurtmanın salınarak uçmasını izliyorum. Ah dedi içimden bir ses, ah, keşke yanında defterini de getirseydin. Bir şeyler karalardın. Bu karlı soğuk kış gününde, o uçurtmayı kim uçuruyor ki? Keşke şimdi sıcacık bir çay olsaydı masada, bir de bisküvi. Bardağın içine batırıp batırıp yerdim. Uçurtma uzaktan siluetini gördüğüm Sultan Ahmet Camii’nin hizasında gidip gelirken, tepemde bir ses duydum. “Merhaba, siz de o mavi uçurtmayı görüyor musunuz?” Ses yabancı değil, hemen kulaklarım atlayıp; “Biz bu sesi tanıyoruz kızım,” diyorlar. Ağır çekimle sesin geldiği yöne doğru dönüyorum. Uçurtmanın sahibi, yüzüme bakıp çocuk gibi gülümsüyor. Mahcup ve utangaç görünüyor. “Evet, galiba siz de şimdi görüyorsunuz o mavi uçurtmayı?” diyorum. Doğru, mavi uçurtma falan yok. Ne garip değil mi? Bu sadece bir vesile işte. O şimdi masamda ve tam karşımda oturuyor. Canımın sıkıntısı mı? O da ne?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yeter Özhal, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |