İnsanın en iyi tarafı ürperebilmesidir. -Andre Gide |
|
||||||||||
|
İşte böyle bir yağmur sonrası güz gününün ikindisinde yazmaya başladım bu ahşap çay bahçesindeki cilveleşmeyi...Burası Denizli’nin ana caddelerinden birine bakan küçük bir alan üzerine oturtuluvermiş şirin mi şirin bahçeli büfe. Bahçeli büfe de nasıl oluyor dediğinizi duyar gibiyim. Üstelik de plastik bahçelere inatla her şey ahşap. İlkokul sınıflarındaki sıraları andırır masa ve oturma grupları boylu boyunca sıralanmış. Çimlendirilmiş küçük bir bölümün çevresi tıpkı filmlerde, fotoğraflarda ya da resimlerde gördüğümüz gibi çitle çevrilmiş. Aynı çitleme işlemi ufacık yapay kuru dere etrafına da yapılarak, aynı ağaçlardan bir de küçücük köprücük oluşturulmuş. Hani şu yürürken topuklu ayakkabılarımız sebebiyle zorlandığımız, hep topuklarımızın arasına sıkıştığı yada ayakkabılarımızın kaydığı cinsten bir köprücük işte. Bu parkın yarı açık çay ocağının bulunduğu bölüm de küçük ahşap bir kulübeyi andırıyor. Dışarıdan bakınca her şey o kadar ahşap görünüyor ki insanın buradaki bardakları çaydanlıkları hatta ocakları dahi ahşap düşündüğü oluyor...Hani içiniz kahverengi çeker de canınızın sokaklarda kahve kahve kahverengi aradığı olur ya işte öyle bir yer burası. Yarı soyulmuş ağaç kabuklarına kahverenginin binbir tonu işlenivermiş sanki...Ya da güneş sabahleyin buradan geçerken kahverengilerini burada bırakmış da öyle gitmiş. Kızıl kahveden acı kahveye, mahagoniden süt kahvesine, acı kahveden ocak kahvesine,... Bana çok sevimli geldiği için ara sıra bir bardak çay içmek için oturur her seferinde birden çok çay içerek kalkarım. Mutlaka bir şeyler çeker beni ve her seferinde daha çok otururum. Ya bir kumrunun ötüşü veya karıncaların kabukları yarı soyulmuş budaklı çam ağaçları üzerindeki ritmik dansı en çok da güneşin o ahşap sıralar üzerinde kayıp giderken bıraktıkları... Gene bahçeli büfede oturuyorum. Tam karşimda Istiklal Caddesi’nin uzantisi sere serpe...Orta refüjde boynu bükük duran ve çocuk ati büyüklügündeki palmiyeye anlatiyorum olani biteni. O benden ben ondan dertliyiz. Henüz yeni dikilmiş oldugundan yapraklari sırma yeşili. Bütün renklerin en parlak ve canli olan tonuna, nedenini şu an bilmesem de çocukken sırma eklerdim...Sırma sarisi, sırma yeşili, sırma kırmızısı,...Bir isim vermek geldi içimden, çocukça bir isim, tamam şimdi buldum benim kara dut agacimin ismini vermeliydim ona, nasil olsa kara dut agacimin bedeni yaşamiyordu, köklerini bile kazimişlardi bina yapmak için ama o hep benimleydi. Kara dut agacim o kadar kocamandi ki yillara meydan okuyan gövdesine bir yildirim çarptigi ve gövdesi yelpazeye benzer şekil aldigi için ben ona dutpaze adini koymuştum. Bundan böyle bu minik palmiyenin adi da dutpaze olabilirdi. Boynunu büküp derdini refüjdeki çimenlere döktügü sirada seslendim dutpaze diye. Hafif bir tebessümle cevapladi beni. Koparilip getirildigi topraklari anlatmak isteyen gözlerle bakti, siz insanlar ne kadar zalimsiniz der gibiydi. Oradan oraya bizi sürükleyip duruyorsunuz, üstelik de hoyrat eller içimi acitiyor diye inledi. Bunu zaten biliyordum, onun da digerleri gibi hoyratça kirletilip aglatilacagini biliyordum, yapraklarinin toz ve gazlardan griye dönecegini, üzerini yogun kir tabakasi kaplayacagini, irili ufakli ellerin okşamak yerine, parçalamak isteyecegini biliyordum. Bunu şimdiden bilmek ne aci diye geçirdim içimden. Keşke dedim bazi şeyleri bilmeseydik daha güzel ve acisiz olurdu yaşam. Kaldırımdan geçen yüzlerce binlerce kişinin hiç haberi yok ondan. Bahçeli büfede oturanların da. Herkesin derdi başka, benden başka... Güneş agir agir bahçenin yanindaki çok katli binalarin tepesinden süzülmeye başladi. Parktaki üç beş süs agacinin ince yapraklari arasindan dalgalanarak vernikli masalarin üzerine öyle bir dökülüşü vardi ki...Her bir hüzmesini avuçlayip tuale konduruvermek istedim ahşap ahşap...Tam önümdeki masada oluşuyordu bütün cilveleşme. Kizli oglanli bir grup oluşturdular birdenbire. Kizlardan birinin elinde bir firça, oglanlardan birinin elinde ise bir mektup oluştu. Ilkin kiz elindeki firçayla oglanin açik renk olan saçlarini koyulaştirmaya başladi. Oglan sessizce seyrediyordu. Sonra uzun olan gömlegindeki boyalari sildi ve kisaltti. Pantolonunu da daha yumuşak görünen haki ile bayamaya başladi. Oglan durumdan memnun kiza yandan sarilmiş sessizce kendi boyanişini seyrediyordu. Ben tam bitti zannetmiştim ki kiz yeniden başladi. Önce gözlerini aceleyle sildi kendi firçasindaki balmumu rengiyle koca koca gözler yapti oglana daha sonra burnunu yassilaştirdi ve en sonunda da kendi boyadigi saçlari begenmeyip şapka giydirdi oglana. Kendini hafifçe geriye çekip şöyle bir bakti. Hala bir şeyler eksik diye mirildandi kendi kendine hala eksik...Birkaç saniye düşündü önce şapkayi sildi sonra saçlardan bir bölümünü daha sonra da hizli hizli firçayi bastirarak kafada bir delik açti. Başin içini boyamaya başladi. Boyadikça boyuyor, bir türlü bikmak usanmak bilmiyordu kiz . Elinde mektup olan oğlan çok sıkıntılı görünüyordu. Bir yandan oğlanı boyayıp duran kızı seyrediyor öte yandan da elindeki mektupla oynayıp duruyordu. Mektubu yanındaki kıza verip vermemekte hayli kararsız olduğu her halinden anlaşılıyordu. Elindeki mektubu avucunun içinde buruşturarak sakladı önce. Bir süre düşündü. Ve “hiç değilse beni olduğum gibi seviyor ayrılmamalıyım” diye mırıldandı. Kıza yaklaşıp bir öpücük kondurdu yanağına. Kız olup bitenden habersiz biraz da öpücüğün mutluluğu ile yüzünü güneşe çevirdi yapraklar arasından kayıp gitti... Diğer masada başka başka yansımalar da oluştu en çok hemen ilk yandakiler giriverdi akşamüstü tablosuna...O oturunca; kalçalarına inen uzun, şampuan değmemiş, iri dalgalı, ara ara kıtırlaşmış saçlarından yüzünü görememiştim. Tam da Orta Anadolu’da kıyıda köşede kalmış, pek de anlaşılamayan şivesiyle, kalın ses tonuyla hararetli tartışmayı sürdürüyordu karşısında oturan delikanlı ile. Hallerinden nişanlı oldukları anlaşılıyordu. İkisinin de giyim kuşam ve tavırları Ege’ye ait değildi. Sanki adının ‘Utangaç’ olduğu bir köyden makasla kesilip buraya yapıştırılmış gibi duruyorlardı. Oturdukları sürece kola, çay ,gazoz, bahçeli büfede mevcut olan her şeyden yiyip içtiler. Gelene gidene yarı mahcup bir ifadeyle baktıkları, kağıt peçeteleri bile ürkerek kullandıkları oluyordu. İkisi de yirmili yaşların başlarında görünüyorlardı. Birden yüzünü çevirdi güneşe kız ve 'ben ille de büfe istiyom dedi hem de bahçeli büfe', o da kayıp gitti vernikli masanın üstünden...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Zeliha DEMİREL, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |