..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bir gün karşıma biri çıkacak ve bana: "Herşey olması gerektiği gibi olmaktadır, efendim" diyecektir. -A. Ağaoğlu, Yazsonu
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > Yaşam > Zeliha DEMİREL




7 Ocak 2003
Civan Perçemi  
(Mavi Ayakkabılı Kız)

Zeliha DEMİREL


Adım neden Yasemin değil de Şerba?, Naylon atkılı ayakkabılarım ayağıma neden sığmıyor?, Kaç yaşındayım?, Steinback’in ‘kızıl saçlı azize’ sinin ne işi var benimle?...Pastel boya resimlerime neden eskimiş tahta terliklerden çerçeveler yapıyorum? Yağmur ha


:DAHC:
On sekiz temmuz sabahı uyandığımda kendimi çok yorgun bir o kadar da dingin hissediyordum. Beynim boşalmış gibiydi. Başımı hissetmiyordum. Sadece göz çukurlarımda derin sessiz acı vardı. Gözlerimi yokladım ellerimle gözlerim yerinden çıkarılmıştı. Kocaman kocaman boşluklar kalmıştı göz çukurlarımda... Burnum hala yerindeydi, dudaklarım da...Uyanmış mıydım? Bunu düşündüm neredeydim? Nikah törenin de mi? Evde mi? Otobüste mi?... rüya içinde miydim? Rüya dışında mı? Yoksa rüya ile uyanıklık arası garip bir durum mu yaşıyordum? Yüzlerce mekan, değişik insanlar, tanımadığım bilmediğim yerler, yoksa bu yerler de mi yaşıyorum ben hepsinde birden. Marul saçlı çisel nereye kayboldu? Raziye Nine ile mi yolculuk yapıyorum?, Adım neden Yasemin değil de Şerba?, Naylon atkılı ayakkabılarım ayağıma neden sığmıyor?, Kaç yaşındayım?, Steinback’in ‘kızıl saçlı azize’ sinin ne işi var benimle?...Pastel boya resimlerime neden eskimiş tahta terliklerden çerçeveler yapıyorum? Yağmur hala yağıyor mu? Minik dutpaze ıslandı mı? O da yağmuru sever mi?


Gözlerimi avuçlarıma alıyorum. Soru sorar gibi bakıyorlar bana. Bizi neden çıkarttın der gibi?.. Açık kahverengi sehpanın üzerine bırakıyorum onları. Birdenbire bir elimde maket bıçağı diğerinde biraz eski sürünmüş paspartu kartonu beliriveriyor. Kartondan parçalar kesiyorum, kestiğim parçalar teker teker gözlerime ulanıyor; kolları, elleri, bacakları, ayakları oluveriyor o anda gözlerimin Kendi oldular şimdi diye geçiriyorum içimden. Aklım, mantığım, bedenim,iradem,... bende kalıyor. “Artık gözlerim özgür, gördükleri gibi görebilecekler, görmek istedikleri gibi değil. Kimse onlar için ‘gözlerini benden kaçırdı’ diyemeyecek. Onlar da gördüklerini görmezden gelemeyecekler artık. Çocuk tartıcıları, selpakçı kızı, kartoncu dede ve nineyi, .... Onları karton bedeniyle baş başa bırakıyorum. Arada bir yanlarına gidiyorum. Fısıltılarını dinliyorum. Beni istemiyorlar. Karton beden yaptığım için kızıyorlar.

Geceyi yıkık dökük geçiriyorum. Ellerimi uzatıyorum geceye değiyorlar... Saat kaç? Bu kaçıncı uyanışım? Neden bu kadar ağırlaştı bedenim? Sağa sola dönemiyorum. Hala midem bulanıyor. Bacaklarımdan her lifi başka biri çekiyor sanki. Lifleşmiş ağrılar bütün bacaklarıma yayıldı. Lif çekicilerin hepsini öldürmek geçiyor aklımdan. Falçatam nerede?... Kıpırdanamıyorum. Saçlarım neden rengarenk? Her telini başka bir renge kim boyadı?

Bir hayalin peşinden koşuyorum yillardir. Şehir şehir dolaşiyorum bu hayalim için. Sanki daha önce de dolaştigim, gezdigim, kara dut yedigim, çaglayanlarindan sular içtigim, denizlerinden maviyi çektigim, yildizlarindan dolunayi seçtigim, aynalarina saçlarimi saçtigim şehirler bunlar. Elimle koymuş gibi buluyorum her yeri. Çok yaklaştigim fakat şimdiye kadar bir türlü bulamadigim o çocukken giydigim nötr mavi renkli naylon ayakkabinin peşindeyim hala. O kadar çirkin ve rahatsiz ayakkabilar ürettiler ki, yillardir ayaklarimin rahatsizligindan terlikle dolaşiyorum sokaklarda... Bir de terliklerin içlerini tahta yapmazlar mi? Adim yakin çevremce ‘ tahta terlikli’ ye çikti. Ne işe yaradigini hala anlayamadigim küçük ayak parmaklarim nasirdan görünmez oldu. Çocukluk rahatligimi ariyor ayaklarim sokaklarda, çarşilarda, camekanlarda... Tamam naylon olmasindan vazgeçiyorum fakat rengi ille de cobalt mavisi gibi nötr mavi olmali. Belki de rengi ayaklarimi mutlu kilacak. Ya da ben ayaklarimi kandirabilirim...Tam yaklaştim derken ya som maviye rastliyorum ya da prusya mavisi atkili ayakkabiya....

Adım Şerba. Tam kırk yaşındayım. Bu ne biçim isim dediğinizi duyar gibiyim çoğunuzun. Doğup büyüdüğüm köylerde Şehriye ismi yaygın olarak kullanıldığından ve bu adı taşıyanlara Şehriye abla demek hem uzun hem de zahmetli geldiği için kısaltılıp Şerba diye söylenegelmiş yıllardır. Bana da şerba adını böylece koymuşlar. Anneannemin adı. Nüfus cüzdanımda da Şerba yazar adım. Belli ki altmışlı yılların başlarında nüfus memurları bu isme alışıktılar ya da Şehriye Abladan haberleri yoktu....

Bugün gene hayalimi belki bulabilirim umuduyla dışarı çıktım.Yol düzenlemesi yapıldıktan sonra hiç geçmediğim Kale İçi’ni de dolaştım. Sevgili Cengiz Bektaş Hocamızın yoğun çalışmaları ve belediyenin öncülüğünde gerçekleştirilmiş olan Kale İçi’ndeki düzenleme buranın dokusuyla adeta özdeşleşmiş. İrili ufaklı kırılmış granit taşlarla arnavut kaldırımı havasında yapılmış yeni düzenleme hoş yaşamlara gebe... Işığın kırık kırık çarpmasıyla granit taşlara, şemsiyeleri birbirine karışmış kadınlar beliriveriyor taşlar üzerinde. Bir de taş divan sinileri var ortalarda. Divan sinilerini bilir misiniz? Eskilerden etrafına en az on beş yirmi kişinin oturup yemek yediği yuvarlak çoğunlukla bakır siniler. İşte burada da taş siniler işlenmiş küçük elips taşlardan ara ara...Tam ortasından da suların fısıldadığı; dar çeperli, çarşı içindeki ana cadde boyunca salınarak ilerleyen, granit grisinden biraz bürünmüş, oldukça minik bir ırmak gülümsüyor yürürken sizlere... Masallardaki ya da hayallerdeki büyülü sular geliveriyor aklınıza hemen. Hayaller dedim de; gözlerinizi kapatıp bir tepecik hayal edin ve tepeciğin en tepesinden başlayıp eteklerine kadar yürüyen sokaklar düşünün ve de sokakları birbirine kavuşturan ara sokaklar... Veya bir örümcek ağını tam da ortasındaki minik çokgenden tutup mandalla çamaşır teline astığınızda alacağı şekli düşleyin...Ağın yatay ve düşey her bir çizgisi ağ çarşınızın sokakları olsun. Sokaklara hayal ettiğiniz kadar dükkanlar mağazalar vitrinler yerleştirin. Mutlaka sizin hayal dükkanlarınız kale içindedir. Hatta bakın, hanımeli kokan şekercinizle, revani kokan çiçekçiniz tam da koyduğunuz yerde duruyor. Siz de önündesiniz şimdi....

Kale İçi böyle bir masal çarşısı Denizli’de. Hani her şehrin ilk izlerini taşıyan eski çarşıları vardır ya; bir türlü vazgeçemediğimiz, her yüzyılda karşılaştığı hoyrat ellere meydan okuyan, başlarından geçen onca felakete rağmen inatla yaşama direnen kadınlar gibi yıllandıkça buram buram gizem kokan çarşılar. Her şeyin eskitilmiş kokusuna kadın kokusu karışır bu çarşılarda. Yeni eşyalar bile eski izler taşır, bilmem kaçıncı yaşamlarında yaşamın ve zamanın neresinde duracaklarının meraklı yüzleriyle bakarlar size... Canınız karabiber çektiğinde dövülmemişinin orada mutlaka olduğunu bilir de arada bir uğrarsınız, ya da özlediğiniz geçmişinizden bir naftalindir, bazen saatlerce çıkmaz aynı aralardan defalarca gelir geçer ve aradığınızı mutlaka bulursunuz. Bu çarşılarda; rezeneden banyo kesesine, gelin tellerinden ıhlamur kokulu misklere; kirmandan makreme boncuklarına, cezeryeden civan perçemine kadar her şeyi ama her şeyi bulursunuz ya Kale İçi işte tam da içimizde bu tadı bırakan bir çarşı. Çarşıyı içinde bulunduran semte de Kale İçi adını vermiş olmaları sanırım bu tada doymamışlıklarından olacak.

Her biri diğerinin dizinin dibine yaslanmış yüzlerce mekanın önünde geçit resmi yapacağınızı düşünür hangi taraftan yürüyeceğinize kendi kendinize kararsız kalırsınız. Kiminden acı badem kokusu, kiminden ise nişadır buğusu yükselen irili ufaklı beyazlı, sarılı, kırmızılı, kahverengili,...çok ama çok dükkan. Hatta acı sarıya boyanmış olanlarını bile görmeniz mümkündür. Bazılarının ahşap olan kapı ve pencere doğramaları yılların yorgunluğunu her bir oyuğunda hissettirir. Bazılarının ise kapı ve pencereleri yoktur. Bütün samimiyetleriyle karşılarlar sizi. Arada bir başınızı kaldırıp gökyüzünü gördüğünüz de olur, elektrik tellerinin naylon brandaları diktiği, çinkoların fiberglaslara ayna tuttuğu, yağmurların galvanizli saçları içtiği deliklerden...Kasnakçının urgancıya yaslandığı, urgancının ipe un yerine yumurta serdiği de rivayet edilir bu çarşıda. Yıllar öncesinden burada yaşamış olan bir kasnakçıya dair öykü dilden dile dolaşır durur. Anlatmadan edemeyeceğim.


Rivayete göre; kasnakçının köyüne bir yabancı gelir o akşam vakti. Kasnakçı orta yaşlı, hali vakti yerinde, çocuksuz, kendinden yaşça oldukça küçük olan üçüncü hanımıyla evli, sabah işinde akşam köyünde yaşamını sürdürmektedir. Diğer iki hanımını da şaibeli bir şekilde yok olmuşlardır. Çocuk doğuramadıkları için mahcubiyetle yaşayamadıklarını ve çekip gittiklerini söylemiştir köyde herkese. Köylüler genellikle inanmışlardır bu söylenenlere sadece arada bazen şüpheyle konuşanlar olmaktadır. Öyle ya kırk yıllık kasnakçı hem de şehirde dükkanı olan biri yalan söyleyecek değildir. Hem de gerçekten hiç çocuğu yoktur. Şimdiki hanımıyla anlı şanlı bir düğünle evlenmiştir. Düğününde çocuk doğursun diye geline; yedi dağdan getirdiği yedi ayrı ottan kaynatılmış çaydan içirmiş, yedi çocuğun elini öptürmüş, yedi köşeye susam , çörek otu serptirmiş, büyüklerinden duyduğu bildiği ne varsa bu konuda hepsini uygulamıştır. On yıldır evli olmasına rağmen yine çocuğu olmamıştır. Kaderin kendisine oynadığı bu kötü oyunun öcünü felekten bir gün mutlaka alacağını, şöyle iri yarı çok çocuk doğurabilecek bir kadın bulduğunda bir düzine çocuğu olacağını söyleyip durur. Kader ona hep oyun oynamıştır. Bütün kısır kadınları onun kısmetine yazmıştır felek. Her şeyi vardır köyde kimsenin sahip olamadığı büyüklükte iki katlı evi, çift koşulu at arabası, yüzlerce dönüm arazisi, beş kat urbası, yedi sülaleye yetecek kadar erzakı, hatta iki kere haramilerden kurtardığı bir testi dolusu altını... Tek eksiği çocuğudur. Şöyle avluda koşuşturan, itişip kalkışan, bağırıp çağıran bir düzine çocuğu olsa daha ne isterim ki diye hayıflanır yakınlarına. Şehirde dükkanı olduğundan köyün hatırı sayılanıdır. Bir de varlıklı ipekçi vardır köyde ama onun üç çocuğu olmasına rağmen kasnakçının eline su dökemez.

Bu yüzden gelen yabancıyı misafir etmesi için köylüler kasnakçıya götürür. Ayrıca kimse onun kadar misafiri memnun edemez diye düşünür köylüler. O çok varlıklıdır ve evinde her zaman her çeşit yiyecek içecek bulunur. Bu çok onur verici bir durumdur köyde. İtibarın ölçüsü gelen misafirin memnun ayrılmasıyla doğru orantılıdır çünkü. Hanımın kırk kişiyi doyuracak kadar çok çeşitli yiyeceklerle kurduğu sofrada neler yoktur ki?... ebe gömeci tatlısına kadar yapmıştır yirmi altı yaşındaki kadın. Yemekler yenir, çaylar, kahveler içilir, sohbetler edilir derken vakit epeyce geç olmuştur. Yabancı biraz da yorgun olduğu için esnemeye başlar. Bu arada kasnakçının hanımı da gün boyu bağ bahçe işleriyle uğraştığından yorgun düşmüş, gözleri süzülmeye başladığından da esnemeye başlamıştır. Esnemeler karşılıklı sürer gider. Bir türlü yatacağı yeri göstermezler. Kalkıp gitsin diye beklemektedirler. Yabancının zaten gideceği yer yoktur. Orada yatıp sabah da sattığı öte berinin parasını toparlayıp gidecektir. Bir an önce yatıp derin bir uyku çekmek istemektedir. Bu arada kasnakçı bir süre esnemeleri seyreder, daha sonra hanımını dışarıya çağırır ve samanlığa götürür. Kadın kocasının çok öfkeli olduğunu fark eder. Neler olup bittiğini anlayamadan adam kadına bağırıp çağırmaya başlar. Yabancıyla arasında bir şekilde ilişki olduğunu ve karşılıklı esneşerek birbirlerine mesaj verdiklerini düşünmektedir. Kadını hiç dinlemez ve o anlık öfkeyle oracıkta öldürür. Başını keser, başsız olarak samanlıkta bir köşeye oturtur. Hiçbir şey olmamış gibi geri gelir ve yabancının karşına oturur. Yabancı esnemeye devam etmektedir. Yabancıya döner ve: “ Esnek esnek getirir, esnek kasnak getirir, karı samanlıkta kellesiz oturur” der ve yabancı durumu hemen anlayıp apar topar evden uzaklaşır. Kasnakçının bu sözü bir tekerleme gibi dilden dile dolaşır ve günümüze kadar gelir....

Kuzey doğu taraftan çarşıya girip dolaşmaya başladığınızda ilkin sizi birkaç kırık dökük görünümlü ama her birinde dolu yaşamların olduğu dükkan karşılıyor sizi. Hemen peş peşe ve karşılıklı sıralanmış kavafiye vitrinleri gözünüze takılıyor. Bu arada konfeksiyon mağazaları da aralara serpiştiriliver miş gibi. Vitrinlerdeki mankenler de eskitilmiş olduklarından ilk bakışta hiç de albenileri yokmuş gibi geliyor. Her kapıdan kızlar oğlanlar çıkıp o klasik davet ağzıyla “buyrun hanfendi ya da beyfendi yardımcı olalım” tarzından laflarla müşteri çekmeye çalışıyor.

En çok da karton bedeniyle sağa sola bakınarak gezinen gözlerime laf atıyorlar. Her kafadan farklı bakış, her dudaktan farklı deyiş yayılıyor ortalığa. Meraklı gözler hemen yanındakine “geçene bak” bakışı fırlatıyor, can havliyle. Merak, korku, şaşkınlık, ürkeklik, heyecan dolu bir çok gözün birbirine bakışmaları çarpışıyor havada. Meraklı dudaklar soruyor “Bu acayip kılıklı şey de nedir? Canlı mı cansız mı? Bazısı çizgi film karakterlerine benzetiyor bazısı da cansız mankenlere... Meraklı eller dokunmaya çalışıyor... O aldırış etmeden çarşıdaki gezintisine devam ediyor. En çok da “Uzaylı” diye bağıranlar oluyor. İçinden “hepimiz uzaylıyız” diye cevap vermek istiyor fakat dudakları olmadığı için konuşamıyor.

Dükkanlarda çalışan ve kapı ağızlarında konu mankeni gibi duran bazı delikanlılar geçen güzel kızlara imalı laflar atıyor... Burma bıyıklı, yarabantçı ortalıkta dolaşarak bıyıklarıyla hiç de bağdaşmayan (burma olmayan) ses tonuyla bağırıyor “ üçtanebeşyüz üçtanebeşyüz... Bitki çayları satan dükkanın önünde tomar tomar duran ada çaylarından birine bir hanım eli uzanıyor, kokluyor, bunu alıyorum diyor. Oyalı çemberiyle gencecik bir kız ve yanındaki gözlüklü kıvırcık saçlı delikanlı bir sarrafiyenin vitrininden bir şeyler bakıyorlar. İrili ufaklı kızlar tokacının önünde birikmiş, günlerdir panoda asılı kalmaktan yorulmuş renk renk tokalardan seçiyorlar. Biraz daha yürüyünce Buldan dokumalarının kokusunu duyumsuyorsunuz. Buldan bezinden yapılmış ve yine eskitilmiş, ninelerimizin nakışlarından kondurulmuş işlemeleriyle boy boy, çeşit çeşit masa örtüleri, sofra bezleri, perdeler,tüller, gömlekler, gecelikler,... kullanıldıkları yüzyıldan çalınıp getirilmiş ve dükkan önlerine asılıvermiş gibi dururlar... Çarşının sakinlerinden simitçi teyze her zamanki çiçekli basma uzun eteğini giymiş simit arabasının başında simitçi gözleriyle gelen gideni süzüyor. Kasetçi çocuk kasetlerinin dışını parlatmayı sürdürüyor derken kız yada oğlan olduğu anlaşılamayan tiz bir ses yükseliyor “üç çorap bir milyonnnn”. Kuruyemişçiden yükselen kavrulmuş nohut kokusu bu sese karışıyor. Ara sokakta bir teyze bakır işlemeli gümüşi çaydanlık için pazarlık ediyor. Bu arada hemen her kapının önünde bir kovalık ıslaklık olduğu gözünüze çarpıyor. Islak betonlardan birine oturmuş şişman teyze yanındaki küçük tezgahına birkaç parça el işi yerleştirmiş onları satmaya çalışıyor.

Ara sokakların bazılarından bardak fincan sesleri gelirken bazılarından da teneke muşamba sesleri yükseliyor. Ama en çok annesinin eteğine yapışmış nötr kobalt mavi naylon ayakkabılı, tombul suratlı, abaküsteki kadar çok sayıda gözyaşı döken, saçları kirden kıtırlaşmış kız çocuğunun feryat eden sesi yankılanıyor gittikçe daralan sokakta. Neyi işaret ettiği belli olmadan işaret parmağını uzatıp “bunu isterim “ diye çığlık atıyor yürüyen annesinin eteğini çekiştirirken.... Güneybatı yönündeki kapısından çıkarken çarşının; çığlıkları hala kulaklarımda hissettim biraz hüzünlü, biraz buruk en çok da çaresiz...









Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın yaşam kümesinde bulunan diğer yazıları...
[[K]]Buruk Turuncuyu Beklemek
Dutpaze
At Kestanesi Zamanı

Yazarın deneme ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Sarımpatı Ve İhtiyar Dilenci
Elma Şekerleri

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Savaşsız bir dünya düşlediniz mi? 'Ebruli' [Şiir]
Sevgiliye... [Şiir]
Mavi Çocuk ve Savaş [Şiir]
Eflatun Sokak [Öykü]
Kırıtan Gün [Öykü]
Ferforje Hanımların Rujlu Pencereleri [Eleştiri]
Bu savaşın çığlıkları bir tabloya sığmayacak sevgili Picasso [Eleştiri]
Su Gelini Oyunu [İnceleme]


Zeliha DEMİREL kimdir?

İnşaat mühendisiyim. Şu an mühendislikle uzaktan yakından ilgim yok. Amatörce plastik snatlarla uğraşıyorum. Okumayı ve yazmayı çok seviyorum.

Etkilendiği Yazarlar:
M.Mungan, Ali Atmaca, A.Altan, I.D. Yalom, Picasso


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Zeliha DEMİREL, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.