Materyalist bir dünyada yaşıyoruz, ve ben de materyalist bir kızım -Madonna |
|
||||||||||
|
I Aralık 2005 Süzgeçteki deliklerin yan yana gelerek oluşturdukları, karenin alt tarafında bulunan, dikdörtgenin içindeki ince kırmızı çubuk, volta atar gibi, bir o yana bir bu yana gidip geliyordu. Volta atmasına da neden olan, bir parmağın sarı düğmeye dokunmasıyla birlikte, Türk Sanat Müziği söyleyen kadının güzel sesi duyulmaya başladı. İçeride üç kişi olması durumunda, üçüncü kişinin ayakta kalacağı kesin olan, küçük işyerinin sahibi; Boynundan mezurasını eksik etmeyen ve elindeki kumaşı dikmeye çalışan Halil Efendiden başkası değildi. Gün dönümü[1]’nün üzerinden geçen beş gün içinde soğuklar iyiden iyiye artmaya başlamış, dışarıda yağmakta olan yağmurdan, karın habercisi olduğunu anlamıştı. Arkasında çeşitli renklerden oluşan top kumaşların dizili olduğu rafların ortasında duran saate dönüp baktığında, gelmesi gereken kişinin neden geç kalmış olabileceğini düşünüyordu. Dışarıdaki soğuğa rağmen, elektrik sobasının ısıttığı, iş yerinenin kapısının açıldığını fark ettiğinde, kapıya yüzünü çevirdi. Kapıyı açmasıyla birlikte içeriye girmesi bir olan, kafasında gri renk kasketi, üzerinde lacivert renk paltosu ve boynunda aynı renk atkısı bulunan adam, kapıyı kapattığında üşüyen ellerini ovuştururken, bir yandan da kapıyı kapattı. --- Kolay gelsin, Halil Usta. --- Sağ ol, hoş geldin. --- Biraz geç kaldım, kusura bakma. --- Bende az önce saate baktım, Selim de, nerede kaldı diye içimden geçirirken tam o sırada sen geldin. Nasılsın? --- Allah'a şükür iyiyim, sağ olasın, sen nasılsın? --- Allah iyilik versin, nasıl olayım, Bu halime de şükredip duruyorum işte! Bu arada söyleyeyim, sen biraz bekleyeceksin. Şu elimdeki iş bitmek üzere, sonra senin takım elbisenin provasını yaparız. Son provayı yaptıktan sonra da üç gün içinde hazır olur, gelip alırsın. --- Tamam, usta sen işine bak. Ben de şu sandalyede oturayım. --- Geç otur, bu arada radyonun sesini kısmamı ister misin? --- Yok, usta biliyorsun ben de Türk sanat müziği dinlemesini severim. --- Sevdiğini biliyorum ama ben yine de sorayım dedim. --- Ustam, şu senin ince düşünceliğine hayran kalıyorum. --- Sağ ol çok ince düşünmemek gerekir, gel gelelim düşünceli olmamakta kötüdür. --- Haklısın ustam. Bu arada birkaç gündür, yola çıkacağım diye heyecanlıyım. --- Halinden belli oluyordu. Bir hafta önce gelip de elbisenin siparişini verdiğin de anlamıştım. Tabi ki sonra da senden dinleyerek öğrendim. Hayırlısı olsun diyelim, güle, güle git güle, güle gel. --- Ustam, teşekkür ederim. Yeni yılı evlatlarla, gelinle ve torunla geçireceğim. İstanbul’a her yılbaşı gidiyorum. Bu açıdan da iyi olacak. Gerçi, İstanbul’ un tadı tuzu kalmadı ya. --- Haklısın. Dedikten sonra elinde ki işini de bitirerek, dikmiş olduğu elbiseyi bir kenara koydu. Yorulmuş olan gözlerini dinlendirmek için, işe ara vermesi gerekiyordu. --- Çay veya Türk kahvesi, hangisinden içersin Selim? Beraber bir şeyler içelim, hem benim de gözlerim, biraz dinlenmiş olur. --- Ben çay alırım, ustam. --- Tamam, o zaman, bende çay içeceğim. Diyerek küçük iş yerinin kapısını araladıktan sonra, iş yerinden dışarıya çıkıp, ardından da kapısını kapattı. İş yerinden dışarıya çıktığında, solunda bulunan kasabın yanında ki kahvenin kapısını açarak, el işaretleriyle çay siparişlerini verdi. Kahvehanenin kapısını kapattıktan sonra, daha fazla üşümemek için, hızlı adımlarla yeniden ekmek kapısının önüne gelerek içeri girdikten sonra, ellerini ovuştururken: --- Hava gün içinde daha da soğumuş. Diyerek elektrik sobasının önünde durup üşüyen ellerini ısıtmaya başladı. --- Keşke çayların siparişlerini ben verseydim usta. --- Boş ver Selim. Hem benim için de iyi oluyor, bütün gün oturunca diz kapaklarım ağrımaya başlıyor. Arada sırada böyle çıkıp oraya gitmek diz kapaklarıma da iyi geliyor. Dedikten sonra tekrar yerine oturduğu sırada, bir elinde bulunan iki bardak çayla dükkânın kapısını açıp içeri giren, kahvecinin çırağı Hikmet: --- Buyurun, çaylarınız! Diyerek, önce Halil ustaya daha sonrada Selim Bey’e elinde ki çayları vererek, dışarı çıkarken kapıyı kapattı. Çaylarına şekerlerini atarak, yudumlamaya başladılar. Çaylarını içtikten sonra, boşalan çay bardaklarını iş yerindeki tezgâhın üzerine bıraktılar. Selim Bey, Halil Ustaya diktirdiği takım elbisesinin, son provasını da yaptırdıktan sonra bir an, elbisenin kendisine çok yakışacağını düşünürken: --- Ustam, müsaadeni istiyorum. Malum telaşım var. Yolculuk hazırlıklarına şimdiden başladım. Hadi sana kolay gelsin. Hayırlı işler. --- Selim, sende sağ olasın. Elbiseni almaya geldiğinde görüşürüz. Selim Bey dışarı çıkıp, etrafına göz atmaya başladığında, anayolun üzerinde bulunan gövdesi ve yapraksız dalları ıslanmış ağaçların, bu görüntülerini, mağazaların vitrinlerinde bulunan elbise giydirilmemiş çıplak ve cansız mankenlere benzeterek, kaldırımda bir müddet yürüdükten sonra, giderek artan soğuktan korunmak için, adımlarını hızlandırmaya karar verdi. Adımlarını hızlandırıp evine doğru yürümeye devam ederken, bir yandan da İstanbul’da kalmayı planladığı on beş gün içinde, buraları çok özleyeceğini hissetti. Sahil kasabasına on yıldır, iyiden iyiye alışmış hatta bağlanmış olduğunu da fark etti. Kasabada bulmuş olduğu sessizliği ve en önemlisi de huzuru artık başka yerde arayıp bulamayacağını da, burada bulunduğu süre içinde çok iyi öğrenmişti. II “Aşk; yolcu treni gibidir. Yolu üzerinde bulunan sevgi istasyonlarında bekleyenler ise gelecek olan aşk trenini kaçırmak istemeyenlerdir. Bu nedenle usanmadan beklerler. Yanlarında duran bavullarının içinde kalplerini taşımaktadırlar. Sevgi istasyonlarında bavullarında kalplerini taşıyarak aşk trenini beklemekte olanlar, gelecek olan aşk treninin mutluluk yönüne giden yolcuları olduklarını bilirler. Sevgi istasyonuna gelecek olan aşk treninin görevlileri de, mutluluk yönüne gitmek için bekleyen yolcuların ellerindeki biletlere değil de, yüzlerinde maske olup olmadığına bakarlar. Aşk trenine, sadece yüzlerinde maske bulunmayanları alırlar. Mutluluk yönüne giden aşk trenine, görevlilerin gözlerinden kaçarak, kaçak olarak trene binmiş yüzleri maskeli olanlar ise, aşk treni mutluluk yönünde hızla ilerlerken, tren ilk keskin dönemece girdiğinde, yüzlerindeki maskelerini düşürerek kendilerini belli edecekler ve aşk treninden hemen atılacaklardır.” Okuduğu sayfadan başını kaldırarak, yanında duran çantasının içindeki küçük el aynasını çıkarttı. Kendi yüzünde maske olmadığını bildiği halde, neden böyle davranmış olduğuna anlam veremediğini anladığında da kendi kendine gülmeye başladı. Küçük el aynasını çantasına geri koyduktan sonra içinden; “Yine saçmaladın kızım.” Diyerek başını iki yana doğru salladı. Dışarıda yağmur yağdığını biliyordu. Sabaha karşı yatağının içinde üşüyerek uyandığını hatırladı. Aşk romanını uzanarak okumuş olduğu, yatağından kalktı. Günlerden Cumartesi ve kendisinin de izin günü olmasına rağmen, erkenden kalkmıştı. Yatak odasından çıktığında evin giriş kapısının yanında, yerde bulunan içi dolu poşetlere göz attı. Poşetleri gördükten sonra duş almak için banyoya girdi. Duşunu alarak üzerinde bornozu, kafasında sarılı havlusuyla yatak odasına geri dönerek giyinmeye başladı. Bir yandan giyinirken diğer yandan da havanın yağmurlu olmasına karşılık, güzel bir gün geçireceğinden emin olduğunu düşündü. Altına kotunu üstüne de yeşil renk kazağını giyerek, evden çıkmak üzere kapıya doğru yöneldi. Kapının yanında siyah çizmelerini ve krem renginde ki montunu da giydikten sonra çantası ile poşetleri alarak dışarıya çıktı. Evinin kapısını kilitleyerek üç kattan oluşan apartmanın ikinci katında ki merdivenlerden aşağıya inmeye başladı. Apartmandan dışarıya çıkar çıkmaz, vapur iskelenin olduğu yöne doğru yürümeye başladı. Vapur iskelesine doğru yürürken, her zaman açık olan ve sadece simit satan, simitçiye uğradı. Kararsızlık yaşamayacağı bir yer olduğu için, içten içe seviniyordu. Küçüklüğünden beri zeytin yemesini, özellikle de siyah zeytin yemesini çok seviyordu. Siyah zeytine olan tutkusu farklıydı. Ailesiyle birlikte akşam yemeklerini yedikten saatler sonra bile siyah zeytinden bir iki tane yemeden yatmıyordu. Yıllar geçmiş olmasına rağmen siyah zeytin Sibel’in vazgeçilmezleri arasında duruyordu. Zeytinli simidini aldıktan sonra, vapur iskelesine doğru yürümeye devam etti. Ana caddeye geldiğinde, her sabah iş yerine gitmek için sıraya girdiği, Taksim dolmuşlarının olduğu yerde ki üst geçide doğru hızlandı. Üst geçidin merdivenlerinden yukarı doğru çıkarken, soğuk havanın etkisini daha çok anlamaya başladı. Üst geçidi geçtikten sonra merdivenlerden iner inmez, cep telefonun zil sesini duymaya başladı. Kaldırımın kenarına çekilerek çantasının içinden cep telefonunu çıkartıp, küçük ekranına baktı. Cep telefonundan arayan annesiydi. Annesiyle daha dün gece uyumadan önce görüşmüş, kendisinin, babasının ve erkek kardeşinin iyi olduklarını öğrenmişti. İçinden kötü şeylerin geçmesine izin vermeden zil sesi çalan cep telefonunu açarak: --- Efendim anneciğim, hayırdır! Kötü bir şey yok değil mi? Diye merakla sordu. --- Günaydın kızım. Yok, kötü bir şey yok, kızım. Allah korusun nereden aklına getiriyorsun böyle şeyleri? --- Ya! Anne sen beni Cumartesi günü üstelik erken olan bu saatlerde kaç kere aradın ki? Şimdi böyle konuşup duruyorsun. Çok hoşsun. Bende tabi ki soracağım. Neyse kötü bir şey olmadığına sevindim. --- Aman Sibel. Sadece dün gece rüyamda seni gördüm. Gördüm, sıkıntılı halin vardı. Bende dayanamayıp erkenden seni arayım dedim. --- Canımsın benim. Hiç merak etme, ben çok iyiyim. Şimdi vapur iskelesine doğru yürüyorum. Üsküdar’a geçeceğim. --- Üsküdar’a mı? --- Evet anneciğim. --- Hayırdır kızım. Senin anlattığın kadarıyla bizim dışımızda bu yakada oturan bir tanıdığının olmadığını biliyorum. Bu yüzden sen öyle söyleyince bir an için şaşırdım. --- Şaşıracağını tahmin ettim anneciğim. Orada biraz işim var. İşim bittiği vakit size geleceğim. Akşama da sizde kalırım. Geçen hafta sonu gelemedim, sizi çok özledim. --- Gel kızım, biz de seni çok özledik. --- Tamam, anneciğim, başka bir diyeceğin var mı? --- Yok, güzel kızım. Seni bekliyoruz. Öpüyorum seni kızım, günün güzel geçsin. Hadi görüşürüz. --- Tamam, canım anneciğim. Bende seni öpüyorum. Görüşürüz. Dedikten sonra cep telefonunu çantasına koyarak, yaklaşmış olduğu vapur iskelesine doğru yürümeye başladı. Evdekilerin iyi olmasına çok sevindi. Vapur iskelesine geldiğinde iskelede bağlı olan vapura binmek için gişeden jeton alarak, turnikelerden geçerek vapura ulaştı. Vapurun orta bölümünde bulunan salonun kapısını açarak içeriye girip sol tarafta bulunan uzun koltuğun en kenarında ki cam kenarına yerleşti. Yağmurlu bir gün olmasına rağmen, denizde aşırı dalga yoktu. Bu nedenle de vapur çok fazla sallanmıyordu. Denizi seviyordu. Denizi sevdiği için de küçük yaşlarda yüzmesini öğrenmişti. Yüzmeyi öğreten babasını da çok seviyordu. İskeleye bağlı olan halatları çözülen vapur, hareket etmeye başladı. Vapurun hareket etmesiyle beraber vapurda görevli çay satan genç, elinde tepsiyle birlikte vapurun yolcu salonunda belirdi. Sibel vapurda çay içmesini çok seviyordu. Eskisi kadar vapura binmese bile her bindiğinde mutlaka çay içerdi. Çay satan genci yanına çağırıp, kendisine bir bardak çay aldı. Elinde tutmuş olduğu küçük beyaz poşetin içinde ki zeytinli simidini de çıkartarak, içeceği çayla birlikte yemeğe başladı. Simidini yerken, içinde bulunduğu durumun keyfini çok iyi çıkarttığını düşünmeye başlamıştı bile. Vapur pruvasını Üsküdar yönüne doğrultarak yavaş, yavaş ilerliyordu. Sibel camdan dışarı bakarken, defalarca görmüş olduğu Kız kulesini, Haydarpaşa tren garının bulunduğu vapur iskelesini ve karşısında da Sarayburnu ile birlikte Topkapı Sarayının siluetini bir kere daha görüyordu. Sibel İstanbul’un birçok tarihi yapısının yıllara hatta asırlara meydan okuyarak, Clog dance[2]dansı yapar halde, başta kendisi olmak üzere, daha sonra da bu şehri görmüş olan herkesle, alay ettiklerini düşünmekten de kendisini alamıyordu. Vapur Üsküdar iskelesine sancaktan yanaşarak, halatlarıyla bağlanınca, Sibel poşetlerini ve çantasını alarak vapurdan inip iskeleden çıkarak, minibüs duraklarının arasından Kadıköy yönüne doğru yönelerek yürümeye başladı. Bir süre yürüdükten sonra otobüs duraklarının olduğu yere geldiğin de, cep telefonunu çıkararak telefonun rehberinde kayıtlı olan bir numarayı tuşlayarak arama tuşuna bastı. Aradığı kişinin cep telefonu iki kere çaldıktan sonra üçüncü de açıldı. --- Merhaba. Nasılsınız? --- Çok teşekkür ederim, Sibel Hanım. Siz nasılsınız? --- Teşekkür ederim, bende iyiyim. --- Perşembe günü konuştuğumuz yerdesiniz sanırım. --- Evet, az önce geldim. O gün telefonda görüştüğümüz gibi her şey yolunda gidiyor değil mi? Herhangi bir aksaklık yoktur umarım. --- Yok, Sibel Hanım. İçiniz rahat olsun. Sizi bekliyorum. --- Tamam, gerekli işlemleri yapmış olduğunuz için size çok teşekkür ederim. Neden bu şekilde olması gerektiğini de o günkü telefon görüşmemizde size açıklamıştım. Ben şimdi taksiye binip 15 dakikaya kadar oraya geliyorum. Tekrar teşekkür ederim. --- Rica ederim. Sibel Hanım. Ben sizi anlayabiliyorum. Görevimiz efendim. Tamam, Sibel Hanım. Ben sizi bekliyorum, gelince görüşürüz. --- Görüşürüz. Diye yanıtladıktan sonra cep telefonunu kapatarak görüşmeyi tamamladı. Bulunduğu yöne doğru gelen taksiyi elini kaldırarak durdurup, hızla taksiye bindi. Taksi Sibel’in az önce cep telefonu görüşmesi yapmış olduğu kişinin bulunduğu yere doğru hareket ederek, Üsküdar meydanındaki kalabalık trafiğe karışarak gözden kaybolurken, kaybolmaya yüz tutan anılarda, bir daha anlatılamayacak olmanın verdiği hüzünlerle, hayat devam ettiği sürece tekrarlamaya, devam edecekti. III Akşam yemeğini yedikten sonra kızı Aylin, odasına çekilip televizyon seyredeceğini söylemişti. Eşi Hakan’da salonda ki, geniş ekranlı televizyonda, haber programını seyrediyordu. Televizyon seyretmesini çok fazla sevmediği için, mutfakta yarım kalan işlerini yapıyordu. Hakan’la arasında ki buzları eritmesini bilmişti. Bu yüzden neşesi de yerine gelmişti. Bir daha ne zaman tartışacaklarını bilmiyordu. Tartışacaklarsa, o zamanın gecikmesinden yanaydı. Bir hafta sonra yeni bir yıla gireceklerdi. Yeni yılda Hakan’la elinden geldiği kadar, aralarının iyi olmasını umut ediyordu. En son tartıştıkları olaydan sonra, kendi kendine eşini bir daha kolay, kolay üzmemeye karar vermişti. İnatçılığını dizginlemiş olmasının ve şımarıklığına gem vurmasının karşılığını almaya başlamıştı. Mutfak tezgâhının üzerinde duran tabakları, bardakları, çatalları ve kaşıkları bulaşık makinesine yerleştirdikten sonra, kapağını kapatıp düğmesine basarak çalıştırdı. Mutfaktan çıkıp salona geçerek, eşinin yanına oturup, onun bir kolunu tutarak, başını kocasının omzuna yasladı. --- Biliyor musun? --- Neyi biliyor muyum? --- Seni ne kadar çok seviyor olduğumu. --- Sende benim, seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun. --- Ne kadar çok seviyormuş bakayım, kocacığım beni? --- Tarif edemem! --- Neden? --- Herhangi bir nedeni yok, sen tarif edebilir misin? --- Sanırım bende tarif edemeyeceğim galiba. --- Güzel, beni anlamışsındır o zaman. --- Anlıyorum. --- Yarın sabah kahvaltıya annenlere gideceğiz, biliyorsun değil mi? --- Biliyorum canım. --- Seni bu halinle daha çok seviyorum. Bunun da farkındasın değil mi? --- Onun da farkındayım canım. --- Neyse tatlım, hadi yatalım. --- Sen yat canım, benim biraz daha işlerim var. --- Ne işiymiş o? --- Önemli bir şey değil, sen git yat canım. --- Peki tatlım. O zaman ben yatmaya gidiyorum. Dedikten sonra dudağına öpücük kondurup, yatak odasına doğru ilerledi. Eşinin gitmesinden sonra, açık olan televizyonu, kumandayı kullanarak kapattı. Uykusu gelmemişti. Ayağa kalkıp salonun ışıklarını kapatıp, pencerenin kenarında duran koltuğun yanındaki sehpanın üzerinde duran ve mantara benzettiği gece lambasının ışığını yaktı. O anda evin içinde ki sessizliğe en güzel arkadaş olacak şeyin, şarap içmek olduğuna karar verdi. Eşinin şarapla arası yoktu. Salonda bulunan yemek masasının arkasında ki tezgâhta yatık vaziyette duran şarap şişesini alarak, mutfağa geçip ışığı yaktı. Mutfak tezgâhının en üst çekmecesini açarak, şişe açacağını çıkarttı. Şarap şişesinin ağzındaki mantar tıpayı açacağı kullanarak çıkartıverdi mutfak tezgâhının üzerinde bulunan dolabı açarak, şarap bardağını aldı. Şarap şişesinin içinden şarap bardağına akan şarabın rengi kırmızıydı. Beyaz şarap içmesini sevmiyordu. Şampanyanın rengine benzettiğinden, beyaz şaraba alışmamıştı. Şarap bardağını eline alarak mutfağın ışığını da söndürüp, salona geçerek, lambanın aydınlattığı yerde bulunan, tekli koltuğa yerleşti. Şarap bardağından bir yudum aldıktan sonra, pencereden dışarıyı seyretmeye başladı. Sokağı aydınlatan sokak lambasından yola yayılan ışığın gözetiminde, yağmurun yağmaya devam ettiğini gördü. Yağmurun yağdığı anları, seviyordu. Eşiyle ilk buluştukları günde hava yağmurluydu. Kırmızı şarabını yudumlamaya devam ederken, evlerinin karşısında bulunan boş arsanın ilerisindeki, apartman bloklarında ki dairelerin bazılarının ışıklarının yandığını, bazılarının da yanmadığını gördü. Apartman bloklarının önünde bulunan ve işe gidip gelirken, arabasıyla geçtiği yolda bulunan ve ışık saçan, sokak lambalarını sarı lolipop şekerlerine benzetiyordu. Gökyüzüne baktığında, içmiş olduğu şarabın rengi gibi gökyüzünün de kırmızılaştığını gördüğünde, içini heyecan kaplamıştı. Gökyüzünü saran bulutlar ay ve yıldızları saklıyordu. Çocukluğundan beri geceleri gökyüzünü seyretmesini çok seviyordu. Okulda okuduğu yıllarda her yaz mevsiminde tatil için yazlıklarına gidiyorlardı. Orada geceleri çatı katındaki yatağında, yattığı zaman gökyüzündeki yıldızları da seyredebiliyordu. Her seyredişinde ise yıldızların da kendisini seyrettiklerini hissediyordu. Kaymakta olan bir yıldıza da denk geldiğinde, üzülmüyor aksine o kayan yıldızın yanağına öpücük kondurmak için yanına geldiğini düşünüyor ve gülümsüyordu. Aradan geçen yıllara rağmen gökyüzünde ki yıldızlarla olan bu duygusal iletişimi hiç eksilmedi. Şarabından bir yudum daha aldıktan sonra sokak lambalarının ışığına doğru baktığında, aniden oturduğu yerden ayağa sevinçle kalktı. Bu kadar sevinmesine neden olan şeyin, yıllardır heyecanla seyretmiş olduğu bir tiyatro oyunun, en güzel sahnesini yeniden seyrediyor olmasıydı. O oyunda, kırmızı şalını üzerine atarak, pencereden sarkarak, dışarısını seyreden kadına, üst katta ki yaramazlık yapan çocukların, ellerindeki, beyaz kâğıtları delgeçle delip, delgeçin içini doldurduktan sonra pencerelerinden, teker, teker sarkarak, delgeçlerin içindeki ufak beyaz kâğıt parçacıklarını, kadının kırmızı şalının üzerine boşaltıyorlardı. Kadın çocukları çok sevdiği için onlara kızamıyor ve kırmızı şalının üstünde birikmiş olan ufak beyaz kâğıt parçacıklarını şalını eline alarak, penceresinden aşağıya doğru silkelemeye başladığında; Şu anda olduğu gibi kırmızıya çalan soluk ışığın altında, gökyüzünden yeryüzüne doğru beyaz kar tanecikleri de düşmeye başlıyordu. Yağmaya başlayan kar yağışının keyfini çıkarmaya bakarak seyrederken, diğer yandan da kırmızı şarabını yudumlamaya devam ediyordu. Yağan kar’ın, bir süre sonra, sokaktaki yolun üzerini ve sokakta park etmiş olan arabaların üzerlerini kaplamaya başladığını fark etti. Bu anı, kızının da görmesi gerektiğini düşünerek, kızının odasına yöneldi. Kapısı aralık olan odadan baktığında kızının açık olan televizyon önünde bulunan yatağında uyumuş olduğunu gördü. Kızına kıyamayacağını bildiği için, açık olan televizyonu kapatarak odasından çıktığında odanın kapısını da kapatmayı unutmadı. Tekrar pencerenin kenarına gelerek kar yağışını seyretmeye devam etti. Kar yağışını seyrederken, evin içi sıcak olmasına rağmen üşüdüğünü hissederek elleriyle kollarını ovuşturarak, hafiften titreyiverdi. Ne zaman, kar yağarken seyretmiş olsa, bu hareketi ister istemez yapıyor olduğu da, aklına geldi. Yine, her kar yağışını seyrettiğinde, sokaklarda yaşayan evsiz barksız insanlar aklına gelir ve içini hüzün kaplardı. Kar yağışı kendisi gibi birçok insanları da neşelendirirken, üzüntüsüne neden olan evsiz barksız insanlarında, beyaz bir korkuları olduğunu biliyordu. Bunlar aklına geldiğinde haline şükredip dururdu. Sokaktan geçen arabanın, arkasında bırakmış oldukları lastik izlerinden de yağan kar’ın şiddetini arttırmakta olduğunu fark etti. Kolundaki saatine baktığında, zamanın hayli ilerlemiş olduğunu gördü. Erken bir zamanda olsaydı, kesinlikle annesini ve babasını arayarak, kar yağışının heyecanını onlarla paylaşacaktı. Çocukluğunda kar yağdığı gecenin sabahı, erken saatlerinde annesinin kendisini öpücükle uyandırıp, ” Bak bakalım, pencerenden dışarıya, ne göreceksin?” dediği anlarda; pencereden dışarıya baktığında, evlerinin karşısında bulunan parkı ve parkı çevreleyen bitki örtüsüyle, çam ağaçlarının beyaz renge bürünmüş görüntülerini, gördüğü zamanki atmış olduğu sevinç çığlıklarından sonra, annesinin kucağına sarılışları aklına gelirdi. Hele, hele kahvaltısını bir an önce bitirip te, anne ve babasıyla sıkı şekilde giyinip, parka gider, parkta küçük kardan adam yaptıktan sonra da anne ve babasıyla kartopu oynadıkları o anlarsa çocukluğunda yaşamış olduğu en güzel anlar olduğunu dün gibi hatırladı. Yağan kar yağışını bir süre daha seyrettikten sonra eşinin yatmadan önce kendisine söylediği sözleri hatırlayarak yatmaya karar verdi. Işığı kapatarak, yatak odasına doğru geçti. Yatak odasına girdiğinde, yatağına, kendi yattığı taraftan yavaşça süzülerek yatağın içine girerek yorganı da üzerine çekti. Yatağa girerken gürültü çıkarmamak için o kadar özen göstermiş olduğunu bilmesine rağmen, eşinin kımıldanmış olmasına engel olamadığını anladı. --- Geldin mi Canım? --- Evet, geldim, tatlım. Dedikten sonra eşinin başını koyması için açmış olduğu koluna sırnaşık vaziyette yanaşarak, sağ bacağını da eşinin sağ bacağı üzerine koyarken: --- Dışarıda kar yağıyor bir tanem. --- Ciddi misin? --- Evet, hem de çok ciddiyim. Hem de öyle çok yağıyor ki yerler ve arabaların üzeri karla dolmaya başladı bile. --- Hadi ya! --- Evet, inanmıyorsan kalkıp pencereden bakabilirsin. --- Yok, ben sana inanıyorum, güzel O zaman. Yarın zevkli bir Pazar günü olacak desene. --- Evet, hayatım, bence de yarın çok güzel bir gün olacak. Allahtan annemlerin evi yakın. Birde uzakta olmuş olduklarını düşünsene! Arabamız olsa bile İstanbul’a bir damla yağmur yağdığın da, trafiğin ne halde olduğunu biliyorsun. --- Haklısın canım, iyi ki benimkilere gitmiyoruz. Düşünsene, ya yarın Pendik’e gitseydik! Ben düşünmek bile istemiyorum. --- Bir tanem, ben o anlamda söylemedim ki, aşk olsun. --- Söylemediğini biliyorum canım. --- Seni çok seviyorum. --- Bende. --- Haydi, uyuyalım bir tanem. Böylece seninde uykun açılmamış olur. --- Tamam, canım bence de uyuyalım. Tatlı rüyalar canım. --- Sana da, bir tanem. Dedikten sonra eşinin dudağından öptü. İlerleyen birkaç saat içerisinde İstanbul da yaşayanlar, yeni bir güne beyaz elbisesini giymiş olan İstanbul’u görerek başlayacaklar dı. İstanbul’un beyaz elbisesini giymiş olduğu ana tanıklık edenlerse o anı yıllar geçse de unutamayacakları güzellikleri göreceklerdi. Unutulmayan anlarsa kimi zaman hatırlanmak istenecek, kimi de zamanla, bir daha hatırlanmaması için savaş edilen düşmanı andıracaklardı. [1] Gün dönümü: Fırtına takvimine göre, soğukların artmaya başlayıp yağmur ve hatta kar yağışının görüldüğü Aralık ayının 23’ne rastlayan ve 50 gün sürecek olan dönemdir. [2] Clog dance: 1830’larda ABD’de zencilerle alay etmek için tahta ayakkabılar giyen beyazların banço ve vurmalı çalgılar eşliğinde yaptığı, Afrika etkisindeki bir tür step dansı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Oğuz Tepe, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |