Ben bir öğretmen değil, bir uyandırıcıyım. -Robert Frost |
|
||||||||||
|
I Kasım 2005 Sahil kasabasının ıssız sokaklarına egemen olan sessizliğe, hafiften esen rüzgâr son verirken, gündüz yağmaya başlayan yağmur, gece hızını azaltarak devam ediyordu. Yağmur damlaları, gün içerisinde yorgun düşmüş kasabanın üzerine düştükçe, masaj yapan masörün becerikli parmaklarının sergilediği huzuru yaşatıyordu. Denizden gelen dalga sesleri de rüzgâra karışarak kayboluyordu. Doğa, kendi düzeni içerisinde hırçın gösterisini sunmaya devam ederken, kırk yıllık dostlar gibi birbirine sırtını dayamış evlerden birinde yanan solgun ışık, dostlarla dolu olduğunu sandığımız hayatlarımızın, aslında yalnızlıklarla çevrili olduğunu anlatıyordu. Sırt sırta yaslanmış bu evlerden birindeki yaşamını sürdüren yaşlı adam, yemek masanın üzerinde duran ve daha önceden zarfından çıkarmış olduğu mektubu eline alarak, yorgun düşen bedenini yavaşça koltuğa bıraktı. Mektubu kaçıncı kez okumaya başlayacağını bilmiyordu. Postacı Ekrem, mektubu akşamüzeri getirmişti. Mektubu okumaya başladığında yazılmış her tümcenin, özlemle beklediği o anın gelişini kolaylaştırmaya yarayacağının bilincindeydi. Mektuptaki tümcelerin son kısımlarına gelmeden mektubu okumayı bıraktı. Gözlerinden süzülerek akmaya başlayacak olan gözyaşlarına engel olmalıydı. Gözyaşının, masumiyet gölüne düşen ve geniş halkalar oluşturup kaybolan damlalar olduğunu, yıllar önce vefat etmiş olan annesinin, kendisini hıçkırarak ağlarken gördüğü bir gün ona sarılırken söylediği sözleri unutmamıştı. Hafifçe gülümseyerek koltuğundan kalkıp yatak odasına doğru giderken salonun ışığını da kapattı. Huzur, firar eylemi gerçekleştiren kaçak misali, yaşanmakta olan hayatın içinde aranırken, yorgun bedenlerin dinlendiği sahil kasabasında, saklanıp duruyordu. Yeni başlayan günün ilk saatleri de yatağında uyanan adamın yatak keyfine benziyordu. Adam, önce yatağında doğruldu. Yatağının kenarına oturdu. Ve gece uykusunun sersemliğini üzerinden atacağı ana kadar, öylece kalakaldı. Daha sonra ayağa kalkıp terliklerini giydi, kollarını iki yana doğru açıp, iyice gerindi. Gerinmesiyle birlikte esnemeye başladı. Esnediği anda açık olan ağzını eliyle kapatarak, yatak odasının karşısında bulunan banyonun ışığını yakıp banyoya girdi. Aynanın önünde durarak, aynaya baktı. Sakalının uzamaya başlamış olduğunu fark etti. Lavabonun musluğunu açarak, akan suyun altın da önce ellerini, sonra da yüzünü yıkadı. Lavabonun kenarında asılı duran havlu ile yüzünü silerken, aynadan yüzünü saklamak istercesine yüzüne kapattığı havlunun sert oluşu sıkıntı verince, havluyu yerine astı. Musluğu ve banyonun ışığını da kapatarak mutfağa geçti. Krallara layık olmasa bile, aç olan karnına layık olabilecek, bir kahvaltı hazırlamaya başladı. Bir ara pencereden dışarıya bakarken Gökyüzünü kaplayan gri renkli bulutları gördüğünde, yüzünü sıcak bir gülücük kapladı. Kahvaltısını bitirip üzerini değiştirdikten sonra, evden dışarı çıkarak, deniz manzaralı evinin önünden ağır adımlarla yürüyerek, kasabada bulunan meydana geldi. Meydanın çevresinde ekmek fırını ile yaz mevsiminde açılacak olan çay bahçeleri ve iskelenin girişi bulunuyordu. Altmış yaşında olmasına rağmen oldukça dinç ve sağlıklı görünüyordu. Zamanında Münevver Hanım ile yaptığı yürüyüşlerin, yararlarını görmeye başlamıştı. Münevver Hanım, sevgili eşiydi. Evliliklerinden iki erkek çocuk edinmişlerdi. Beş sene öncesine kadar birlikte yaptıkları yürüyüşleri artık tek başına yapıyordu. Münevver Hanım her gece olduğu gibi beraber yattıkları yataklarında, hayata gözlerini son kez kapatarak onu terk etmişti. Meydanı geçip, iskelenin girişine doğru yürümeye devam etti. İskelenin sonuna kadar giden yaşlı adam, karşı kıyıların görünmediği denize gözlerini daldırarak bir an için kendini unuttu. İskelede balık tutmaya çalışan üç kişinin dışında hiç kimse bulunmuyordu. Yaşlı adam, balık yemesini sever ama balık avlamayı pek sevmezdi. Balık avlamanın sabır işi olduğunu düşünürdü. Sabır, söz konusu olduğun da kendisinde yıllarca o sabrı hiç görememişti. Sabırsız olmasının kendi kendini kontrol etmede, kendisine nasıl zorluklar yaşattığını da unutmamıştı. Son yıllarda sabrın değerini çok iyi anladığı zamanları yaşıyordu. Sıkıca giyindiği halde üşümeye başlamıştı. İskeleden ayrılmaya karar verdi. Meydana ulaştığında ekmek fırınına uğrayıp içeri girdiğinde, tezgâhın arkasında duran, fırıncı Mehmet Efendi ile göz göze geldi. --- Günaydın Mehmet Efendi. Dedi. Mehmet Efendi, elli yaşında, kısa boylu, siyah saçlarının yanlarına aklar düşmeye başlamış olan ağırbaşlı, bıyıksız ve tombul birisiydi. Hayatı boyunca hiç evlenmemişti. Yaşlı adamın, kasabada, dertleşip sohbet ettiği nadir insanlardandı. Mehmet Efendi, yaşlı adamı görünce yüzüne gülücük kondurarak; --- Günaydın Selim Bey. Diyerek sustu. Mehmet Efendi, Selim Bey’i ve rahmetli eşi Münevver Hanımı, on sene önce ekmek almak için, fırınına geldikleri zaman görmüş ve onlarla tanışmıştı. Mehmet Efendi, o gün birbirine çok yakışan bu yabancı çiftin, aralarındaki olağanüstü uyumlarına hayran kalmıştı. Mehmet Efendinin, kendisinden yaşça küçük, beşkardeşi vardı. Geçim sıkıntısı çeken ailesinin en büyük oğluydu. Ailesinin geçimine katkıda bulunabilmek için, ortaokulun ancak birinci sınıfını okuyabilmiş, sonra da öğrenim hayatını bırakmak zorunda kalarak, hayat mücadelesine erken yaşta başlamıştı. Şimdi sahibi olduğu ekmek fırının eski sahibi olan, İshak baba, kendisini yanına almış ve fırıncılığı öğretmişti. Rahmetlinin üzerinde olan hakkını ödeyemezdi. Mehmet Efendi, poşetin içine koyduğu ekmeği, tezgâhın üzerinden Selim Bey’e uzatarak: --- Selim Bey buyurun ekmeğinizi. Diyerek ekmekleri koyduğu poşeti uzattı. --- Teşekkür ederim. Mehmet Efendi. Diyen Selim Bey, Mehmet Efendinin uzatmış olduğu ekmek poşetini alarak, cebinden çıkardığı madeni paralarla ekmeğin bedelini öderken, ” Akşama, her zamanki yerde görüşürüz. Kolay gelsin.” Dedikten sonra elinde taşıdığı ekmek poşetiyle birlikte fırından dışarı çıktı. Arkasından bakan, Mehmet Efendi: --- Görüşürüz, Selim Bey. Diye seslendikten sonra içeride bulunan diğer müşterisiyle ilgilenmeye başladı. Kasaba yavaş, yavaş hareketlenmeye başlamıştı. Sırtlarındaki çantalarıyla okula giden çocuklar, alış veriş için çarşıya çıkan insanlar, kahvehanelere giden ihtiyar erkekler ve denize açılan balıkçı motorlarına eşlik eden martılar ve bunlara ayak uydurmaya çalışan rüzgâr ve yağmaya başlayan yağmur ile beraber sahil kasabası olağan ritmine kavuşmaya başlıyordu. II İstanbul’un Cadde ve sokakların da koşuşturan insanların, hal ve hareketlerini tarantella[1]isimli dansın figürlerine benzeten genç kadın, öğle yemeği saatinde iş yerinden dışarı çıkmıştı. İstiklal caddesinde, zaman geçirmekten hoşlanıyordu. Genç kadın mağazaların vitrinlerine ve sinema salonlarında gösterime girmiş olan film afişlerine baktığında sürekli olarak, anlamsız bir kararsızlık yaşadığını biliyordu. Otuz üç yaşına gelmiş olduğu halde kararsızlığına kolayca çözümler üretemiyor olmasına da çoğu zaman şaşırıyordu. Kısa süren evliliğinin kararını aldığı beş yıl önce bile kararsız oluşu yüzünden ne kadar zorlandığını biliyordu. Hayatında kararsızlık çektiği anların birinde ise şanslı olduğunu, sonradan anlayacağı anı yaşıyor olacağını nereden bilebilirdi ki. Kolunda bulunan saatine baktığında zamanının daralıyor olduğunu anladı. Kitapçıya gitme kararı aldı. Her ay maaşının bir bölümünü, kitap almak için ayırıyordu. Kitap okuma alışkanlığını seviyordu. Kitapçının önüne geldiğinde, içeriye girdi. Fazla oyalanmadan aşk romanlarının bulunduğu bölüme doğru yöneldi. Yan yana dizilmiş olan kitaplara göz gezdirdi. Kitap seçiminde yaşadığı kararsızlığa son vererek, kırmızı renk zemin üzerine çizili olan beyaz renkte ki kalpli kapak tasarımı olan roman hoşuna gitmiş, ona hemen sahip olabilmek için de kendisini, kasa görevlisinin önünde bulmuştu. Almış olduğu aşk romanının arka kapağının sağ altında ki yazılı olan bedelini ödedikten sonra kitapçıdan dışarı çıktı. Taksim meydanını geçip, Dolmabahçe’ye inen Gümüş suyu caddesine, adımlarını hızlandırarak yöneldi. İş yerine yaklaştığında saatine bakıp geç kalmamış olduğuna sevindi. İş yerine geldiğinde hemen masasının başına geçerek, masasının üzerinde durmak ta olan telefonun ahizesini kaldırdı. İş yerindeki öğle yemeği izinlerini çalışma arkadaşı, Aslı ile dönüşümlü olarak kullanıyorlardı. Hemen Aslı’nın dâhili numarasını çevirdi. Patronları Zeki Bey’i telefonla arayan olup olmadığını öğrenmesi gerekiyordu. Aslıyı telefonla aradı. Telefon görüşmesi sırasında Aslı, kendisinin adının yazılı olduğu bir mektubu postacının getirdiğini söyleyerek, mektubu da birazdan getireceğini belirtip telefonu kapattı. Genç kadın, Mektup kimden gelmiş olabilir ki? Diyerek, kendi kendine mırıldandı. Kısa süreli bir şaşkınlık anı yaşadıktan sonra, yüzünde sıcacık bir gülücük belirdi. Mektubu kimin göndermiş olabileceğini az çok tahmin ediyordu. Aslı’nın sağ göğsüne yaslayarak kollarında taşıdığı mavi renkli klasörle birlikte kendisine doğru yaklaştığını görünce gülümsemesi kayboldu. Aslı elindeki klasörü masasının üzerine bıraktı. Aslı’nın kalçasını saran, önden kısa yırtmaçlı, etek boyu diz kapaklarının üzerinde olan, siyah renkli, bir ton açık renkteki ince çizgili takımıyla çok şık görünüyordu. Ceketinin cebinden çıkardığı zarfı, parmaklarının ucuyla tutarak sallamaya başlarken, kendisine dikkatle bakan çalışma arkadaşına: --- Merhaba Sibel, Söyle bakalım gizli hayranın kim? Diye seslendi. Sibel mektubu aldı. El yazısıyla yazılmış adını görünce tahmininde yanılmamış olduğunu anladı. Birden heyecanlandığını hissetti. İçindeki heyecanını yenene kadar bekledikten sonra başın da beklemekte olan Aslı’nın merakını gidermesi gerektiğini düşünerek, Aslı’nın, birazdan duyacağı sözler karşısında pek tatmin olacağını da zannetmiyordu. Aslı genel anlamda iyi bir kızdı. Bir sene önce iş aradığı dönemlerde bir gazetenin ilan sayfasında gördüğü sekreterlik ilanındaki işe talip olabilmek için, telefonla iş görüşmesini yaptığı kişiydi Aslı. İş başvurusunun ardından heyecan için de geçen ikinci günün sonunda telefonla arayıp işe kabul edilmiş olduğunu kendisine bildiren de yine oydu. Bu nedenlerle Aslı’yı çok sevmişti. İşbaşı yaptığı günden itibaren de onu kırmamak ve üzmemek için onunla olan ilişkisine çok önem vermişti. Şu anda da onu kırmamak için dikkatli olması gerekiyordu. Fısıldayarak: --- Aslı’cığım, teşekkür ederim düşündüğün gibi değil. Dedi. Aslı, Sibel’in söyledikleri karşısında, kendi yüzüne inanmamış birinin ifadesini yerleştirdi. --- Sibel’ cim, Senin dediğin gibi olsun. Şunu da bilmeni isterim ki, cevabın pek inandırıcı gelmedi. Görüşürüz canım. Diyerek, sessizce uzaklaştı. Sibel, mektubu okuyup bitirdiğinde ağlamamak için kendisini zor tuttu. Mektubu çantasının içine koyarak çalışmasına geri döndü. Bugün Sibel için daha anlamlı olmaya başladı. Çantasının içinden küçük el aynası ile makyaj malzemelerini çıkardı. Küçük olan el aynasına bakıp, kumral renkte ki saçlarının rüzgârdan dağılmış olduğunu gördü. Uzun kumral saçlarını düzeltirken, yeşil renkli gözlerinin içinin de parladığını fark etti. Buğday rengindeki tenine uygun olan yüzüne allığından sürdükten sonra, dudaklarına da açık renk rujundan sürmeyi unutmadı. Renk uyumu konusuna önem veriyordu. Üzerine giydiği elbiselerin ve yapmış olduğu makyajın da uyumlu olmasına dikkat ediyordu. Makyajını tazeledikten sonra küçük el aynasını ve makyaj malzemelerini çantasına koyup çalmakta olan telefonun ahizesini kaldırdı. Sibel’in çalıştığı iş yerinin yakınında bulunan İstanbul boğazını lodos teslim almıştı. Lodos denizi coşturmuş, dalgaları da koro[2]halinde şarkılar söyleyen çocuklar gibi neşeli ve yaramaz yapmıştı. Koroyu yöneten lodos, Dolmabahçe sarayı ile Beşiktaş semtini birbirine bağlayan yolun her iki tarafında bulunan ağaçlardaki yaprakları da, tavernalardaki şarkıcılara atılan peçeteler misali sağa sola savurarak toprağa düşürüyordu. III Türkan Hanım, her zaman olduğu gibi bitmek üzere olan günün kazancı konusun da, kendi kendine yorumlar yapıp duruyordu. Yanın da çay servisi ve temizlik işlerine bakan Emine Hanımın yapmış olduğu Türk kahvesini de yudumlamaya devam ediyordu. Sahibi olduğu giyim mağazası iki katlıydı. Aynı zamanda da İstanbul’un hareketli bir semtinin ana caddesi üzerindeydi. Giyim mağazasının da bayanlara hitap eden giysiler satıyordu. Yanında Emine Hanım dışında çalışmakta olan iki personeli daha vardı. Giyim mağazasını beş yıldır işletiyordu. İşlerinin iyi gittiği kadar kötü gittiği anları da yaşamıştı. Ticaretin risklerinden bir tanesi de belirsizlikti. Üniversite den mezun olduktan sonra, ailesinin, evlenmesi konusundaki ısrarlarına, inatçı kişiliğiyle karşı koymasını bilmiş ve direnmişti. O zaman ki inatçılığı, ticaret hayatında yaşamış olduğu kötü günlerde hemen pes etmemesini sağlamıştı. İnatçı olmasının en büyük avantajını gördüğü o gün, yaşadığı olaydan sonra, şanslı olan hayatına da daha çok anlamların katıldığını biliyordu. On beş senedir sürdürmekte olduğu evliliğinin meyvesi olan kızı ile kocasını çok seviyordu. Evlenmiş olmasına da en çok ailesi sevinmişti. İçmekte olduğu Türk kahvesinden son bir yudum alıp, elindeki kahve fincanını önündeki masanın üzerine bırakarak karşısında duran boy aynasının önüne gidip, gözleriyle kendi vücudunu süzmeye başladı. Çocuk doğurmuş olmasına rağmen, fiziğinin düzgün olduğunu düşündü. Son zamanlarda kendisine karşı vurdumduymaz tavırlar sergilemeye başlayan eşine, içten içe kızgınlık beslemeye başlıyordu. Eşinin başka kadınlara alıcı gözüyle bakmasına dayanamıyordu. Bu konuda eşini uyardığı anlar az da olsa olmuştu. Ailesinin tek çocuğuydu. Halen şımarık olmasını bu duruma bağlıyordu. Boy aynası karşısında fiziğini süzmeye devam ederken, kızıl renge boyattığı saçlarının uzamış olduğunu fark etti. İş yerinde çalışan Neslihan’ı, seslenerek yanına çağırdı. Neslihan, yanına yaklaşırken: --- Neslihan, ben çıkıyorum, yarın sabah görüşürüz. İyi akşamlar. Her yeri iyice kapatın. Sizde oyalanmadan çıkın Diyerek, kapıya doğru yürümeye başladı. Neslihan, işe ilk aldığı personeliydi. Ona olan güveni fazlasıyla vardı. İş yerini çoğu zaman, Neslihan kapatıyordu. İş yerinin kapısına kadar yanında yürümekte olan Neslihan: --- Tamam, Türkan Hanım, Siz merak etmeyin, Size de iyi akşamlar, yarın görüşürüz. Diyerek patronunu uğurladı. İş yerinin önündeki kaldırımın bitiminde park halinde duran beyaz renkli arabasına bindi. Kırk beş yaşında olmasına rağmen, araba kullanırken hız yapmaktan hoşlanıyordu. Yirmi yaşında araba kullanmaya başlamıştı. Babasının şımarık kızı olduğu için, babasına istediği her şeyi yaptırabiliyordu. Şımarık olmasının dışında da aynı zamanda hırslıydı. Hırsı bazen işe yarıyor, bazen de yaramıyordu. İş yerinden ayrılmadan bir saat önce eşi Hakan’ı telefonla aramıştı. Hakan elli yaşında, fiziği düzgün, bir fabrikada depo müdürü olarak çalışan birisiydi. Telefonda, iş yerinde olduğunu, geç geleceğini, akşam yemeğine beklememelerini söylemişti. Evine yaklaştığı sırada kızını cep telefonundan aradı. Telefon açılır açılmaz: --- Merhaba anneciğim. --- Merhaba kızım, bir şey istiyor musun? --- Hayır, anneciğim. --- Tamam, ben de geldim. Hadi, görüşürüz, öptüm seni. Dedikten sonra telefon görüşmesini sonlandırdı. Arabasını apartmanın kapalı garajına park etti. Apartmanın kapısına gelip, içeri girdiğinde, giriş katında bulunan kendilerine ait posta kutusunun içinde durmakta olan zarfı gördü. Zarfı eline aldığında, adına yazıldığını görünce, yüz kasları gevşedi. Aynı katta bulunan asansöre binerek, evinin bulunduğu ikinci katı gösteren yuvarlak düğmeye bastı. Çiseleyerek yağmaya başlayan yağmurla birlikte akşam karanlığı da, İstanbul’un üzerine çökerken, İstanbul’a çok uzak olmayan, sahil kasabasındaki köhne meyhanenin içinde bulunan masaların birinde, karşılıklı oturmuş olan iki adam da, derin bir sohbete yelken açmak için son hazırlıklarını yapıyorlardı. [1]Tarantella: Batıl bir inanışa göre tarantula zehirli örümceğinin zehrine karşı veya onu tedavi etmek amacı ile böyle bir dans türemiştir. Hızlı şekilde yapılan İtalyan dansı. [2] Koro: Şarkıcı topluluğu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Oğuz Tepe, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |