Öyle yaşamalısın ki ölünce mezarcı bile üzülsün. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Rüzgâr varlık ile yokluk arasına sıkıştığında ve bulutlar insanoğluna insan olduklarını bildirmekten vazgeçtiğinde ortalığı huzur dolu toprak kokusu kaplamıştı. Orada bulunan topluluğun hepsi ciğerlerinin tamamını bu huzurla doldurma çabasına düşmüştü en öncüleri, hemen hemen her şeyde olduğu gibi, Nemrud’du. O güzelim burnuyla, o havalara kalkmış burnuyla adeta diğerlerine bırakmak istemezcesine soluyordu havayı ve huzurun renkli kokusunu. Havayı koklamayı daha doğrusu koku almayı severdi Nemrud. Şimdi yüksekçe bir kayanın üzerinde olanca heybetiyle adeta güçlü olduğunu gölgesinden bile anlatmak ve göstermek istercesine duran Nemrud’un haykırışları duyuldu tüm kulaklarda. Ben, diye söze başlıyordu Nemrud: “Ben, yüceler yücesi gökteki görülen en büyük ilahın, güneşin, yeryüzündeki yansıması. Ben, Yehova’ya* karşı duran kralım. Ben, öldürenim ve diriltenim. Ben, yeryüzünün en büyük ilahıyım.” Benlerle dolu sözleri sürüp giderken heybetinden etkilenmiş ve korkuya kapılmış insanlar onu inanmışçasına ve ki büyülenmişçesine dinliyorlardı. Tam bu sırada sol elinin işaret parmağı ile göstererek “Şuraya öyle bir kule inşaa etmenizi istiyorum ki toprağın üzerinde kalan kısmı devasa olsun, sonu ise sonsuzluktaki güneş yarene varsın. Ona sizlerden söz edeyim. Sizler için zenginlikler isteyeyim.” diyordu. Bunları duyanlar şaşkın ama anlamsızca bir mutluluk içinde birbirlerine sarılarak sevinç gösterisinde bulundular. Nemrud’un gösterdiği olanca çıplaklığıyla duran o kocaman boş toprak parçasının etrafına toplananların arasından biri söze atladı “Benim aklıma gelen bir kule şekli var ve istediğimiz kadar da yüksek yapabiliriz.” derken içlerinden bir başkası hemen atıldı söze “İyi de nasıl yapacağız? Bu kadar büyük bir kule için ne kadar kerpiç gerekir hiç düşündünüz mü?” söze ilk atılan bu soru kendisine sorulmuşçasına cevap verdi “Hiç sorun değil. Bugünü kenara koyarsanız en büyük ilahımız güneş bizi hiç terk etmiş miydi? Elbette, hayır. Bugünkü terkinin de muhakkak bir esbabı vardı. Her neyse bize gerek olan güneş sadece. Bir sürü kerpiç yapmalıyız o kesin. O halde beklemekle kule yapılmaz işe başlayalım.” Sözünü bitirdiğinde arkasındaki kalabalığın sağına ve soluna doğru yayıldığını hisseden işçi arkasına baktığında Nemrud’u görüverdi. Boynu bükük “Efendim, size öyle bir kule yapacağız ki ilahımız güneşten bile yükseklere çıkacaksınız da o sizin yanınıza gelmek için yükselecek.” dediğinde duyduğundan memnun Nemrud, “Ben de sizleri mükâfatlandıracağım elbet. Yeryüzünün ilahı olan benle konuşmanızı ve dertlerinizi anlatmanızı sağlayıp ve gökyüzünün ilahı olan güneşe sizin ahvallerinizden bahsederek sizlere iyilikler temenni edeceğim. Yanımda olan ve bana inana asla mutsuzluk dokunmayacak.” Bu sözleri söylerken dilinden dökülen acı kelamların farkında değildi Nemrud ve onu dinleyenlerin hiçbirisi. Bu ki cehalet bildirisi bu ki kibir sevdasıydı. Var edildiğini bile bile var eden rolünü üstlenmeye çalışmanın en cehalet ve kibir dolu haliydi. Bu resmin en vahşetli hali ise bu cehaletin, cehennem ateşinin bu dünyadaki sahiplerinden olan Nemrud’un sözlerinden ziyade orada bulunan herkesin bu sözleri sorgusuzca kabullenmesiydi. Ne acıydı ki insan kendinden güçlü olan, kendinden büyük olan her şeyi Yaratan sanmaktaydı. Heybesinde taşıdığı Yaratıcı düşüncesini hep böyle bulmaya kalkmıştı insanoğlu. Maalesef heybesindeki düşünceyi kafasına koyup da sorgulamamıştı çoğu zaman. Akıbetin tekerrüründen ibaret bu olayda da değişen olmamıştı. Toplanan kalabalığın uğultusu söze ilk atılan işçinin sözü eline almasıyla dinmişti. O anlatıyor etrafındakiler de dinliyordu. İşçi bilmiyordu ki söz, aklında fütursuzca gezindiğinde özgürken fiile bürünme zamanı geldiğinde mahkûma dönüşüyordu insan. Bu mahkûmiyetliğin sonu ise idamdı. Ya hakkaniyete çıkan bir idam ya da kedere. Sözlerinden mesuliyet taşıdığını bilmeden görevlerini bildiriyordu kalabalığın. Bu duygu yüreğine işlerse kibirdaşı Nemrud’a benzeyeceğini aklından dahi geçirmeden. Gökyüzünden çaldığı mavi renkli bir damla misali tebessümün ikramı yüzünde asılı kalmış bir özlemle başka bir renk olmaya değil başka bir rengi yaratmaya damladığını düşünürken... Bir öncesi bir sonrasının daha boyutuna yükselen hızın kucağında büyüttüğü, keyfaniyetin bekleme isteksizliğinde bir yolculuk, o anda girmişti akli düşlerine. Koyu kara bir renge dokunuyor akli düşün ilk karesinde. Sonra siyahın kaybeden sonsuzluğunda ruhundaki boşlukları dolduruyor. Bildiği kendi sanıyor kendini ama aynı kalamıyordu. O, o olmaya kalkan her acizin hazin akli düşüncesine kapılıveriyordu. Etrafındaki onun kelamlarına saygıyla selam duran ahaliyi gördükçe de bu akli düşünceleri kalbine zehirli bir ok gibi saplanmaya başlıyordu. O söylüyor ahali dinliyor, o söylüyor ahali yapıyordu. Dinlenilmesi ve itaat edilmesi hoşuna gidiyordu işçinin. Bu duygu farkına varmasa da onu adım adım Nemrud yapıyordu. Hatta aklından ondan daha dinlenilir ve daha güçlü olduğunu geçirmemiş değildi. Ancak bu düşüncenin bir duygu olup bedenini, kış mevsiminde karın toprağı sarıp yutması gibi sarmasına izin vermemişti işçi. Kulenin yapımının her aşamasını titizlikle takip eden Nemrud, kulenin bitimine az bir zaman kala, yine kulesinin gidişatını merakla oraya yaklaşırken uzaktan onları seyrediyordu. Havanın içerisinde bulunan her kokuyu ciğerlerinin en derinliklerine gönderirken işçinin o hâlleri dikkatini cezp etmekte geç kalmamıştı. Durdu ve seyre daldı olanları. Baktı ki o işçi Nemrudca, Nemrud’un yerinde gözü varmışça hareket ediyordu. Önceleri yüzünde bir tebessüm belirdiyse de çok geçmeden o maskeyi çıkarıp yerine Nemrud’a en çok yakışan illetlik bir maske koydu ve kendinden emin sertçe ilerledi. Kendisinden önce ayaklarının sesi gelmişti, kule işçilerinin kulaklarına. Nemrud’un gözleri yapraklara şarkı söyleten bir rüzgâr gibi geçiyordu işçinin gözlerinden. O anda sadece korkunun sesi yankılanmıştı işçinin kalbinin vadilerinde. Bu sesin temas ettiği her yerde düğün çiçeği açıyor ve dokunduğu her yerde yaralar oluşturuyordu. O güçlü kollarıyla boğazından tuttuğu gibi havaya kaldırdı işçiyi Nemrud. Kızmıştı çünkü onda kendisini görmüştü. Kızmıştı çünkü ondan korkmuştu. Kızmıştı çünkü o topluluğa başka kimsenin bu kadar söz geçirebilmesini istemiyordu. Bir noktasında ise kızgındı çünküsünü bilemiyordu. Tüm bunlar onu sinir denizinin derinliklerine gark etmişti ve bu ruhaniyetle “Sen kim oluyorsun da bu insanlara yapacağı işin emrini veriyorsun? Sana kim bu hakkı teslim etti?” dedi ve onu sertçe yere bırakıp arkasını dönerek muhafızlarına kızgın bir bakış eşliğinde “Atın bunu zindana. Buna ölmeyecek kadar katık ve su verin. Onun hesabını bu kulenin bitiminde, bu kulenin açılışında herkesin gözleri önünde görüp herkese de göstereceğim.” Aslında esas sebebin bu olmadığını ama onun ölüm emrinin yerine bu emri neden verdiğini bilmediğini biliyordu Nemrud. Karga tulumba yakalanan ve mahzenin karanlıklarına bırakılan işçi anlam veremiyordu olanlara. O, ona hizmet ediyordu ve işin hızlanması için hem yönetiyor hem şekillendiriyor hem de icraat yapıyordu. Sebebini anlamadığı gibi, soramamıştı da. Nasıl ve nedenler aklında uçuşadururken ilk kez bir günü kimsesiz ve zifiri karanlığın göbeğinde geçirdiğinin farkına vardı. Bu durum onu korkutmamış ya da sıkmamıştı. Tam olarak ifadesi o olmasa da içinde bulunduğu durumun en yaklaşıklı ifadesi mutluluk ya da huzurdu. Aslında yalnızlığını beyninde olanlardan anlamıştı. Birbirinin kuyruğuna ulalıca soru ve cevap cümleleri… İşçi düşüncelerinin içine düşünce katarak düşünüyordu. Nemrud, keyiften köşeler köşesi hissediyordu kendisini. Aklındaki kule gerçeklik havuzunu doldurmaya başlamıştı, hem de çoktan. İsteği ile gücünü eşit gören Nemrud, ilahlık iddiasıyla ruhunun her noktasını doldurmuştu artık ve yakında gökyüzünün en büyük ilahı olan güneşle de karşılaşacaktı ki bu da keyfine keyif katıyordu. İşçi mahzende o karanlığın içinde kelimeleri toplayıp birer birer ateşe atıyordu hiç düşünmeden. Yenilgilerin ardından ateşe veriyordu her yeri ve her şeyi. Kendisi de düşüncelerini zehirleyen duyguları tekrar tekrar çekerek düştü ateşin korkutan yüzüne. Belki de yeniden doğması için yanması gerektiğine inanarak. Ama anlamıştı ki her ateş yakmıyordu da her ateş kesinlikle aydınlatıyordu. Bazen içine düşeni bazen de ateşi göreni. O hem içine düşmüş hem de görmüştü ateşi ruhunda. Burada olmasının sebebini de o ateşin içindeyken o ateşin ışığıyla görmüştü. Nemrud korkmuştu ondan. Çünkü o, orada bulunan herkesi yönetiyor ve daha da önemlisi herkese sözünü geçiriyordu. Bu durum Nemrud’un istemeyeceği tek şeydi. Sadece kendisini neden hayatta bıraktığını anlamamıştı ama bunun çok da bir önemi yoktu. Her zaman nefes alıyor olmakla yaşamak aynı kefede değerlendirilemezdi. Şu hâli de nefes almaktan ibaretti. Tüm bunları düşünüp de çaresizlik bataklığında kaldığını hissederken bu mahzene girdiği günden beri yüzlerce kezdir tekrarlayan Nemrud’un sessiz, kızgın, kibirli ziyareti gerçekleşti. Bu kezi farklı kılan tek şey işçinin “Neden beni nefes almam için bekletiyorsun burada, öldür gitsin. Gaflet haliyle olur da serbest kalırsam sana yapabileceklerimi bildiğin hâlde beni bedensel canlılıkta bırakmanın sebebi nedir?” sorusu oldu. Bu soru da Nemrud’u konuşturmaya yetmedi. Her duygusu bir kat daha arttı Nemrud’un, sadece o kadar. Nemrud, bunu belli etmemek adına göstermelik bir gülüş bıraktı işçinin zihnine. Keskin bir hareketle dönüp hızlı adımlarla çıkış kapısına doğru yürümeye başladı. Tam kapının önüne geldiğinde yine keskin bir hareketle dönüp işçiye “Kule bitti, artık gökyüzünde yaşayacağım ve bir gün en güçlü ilah ben olacağım. Senin için kule açılışındaki hesabını görme planım da değişti. En güçlü ilah olduğum gün senin için hayalimdeki sonu sana yaşatacağım.” dedi ve hiç beklemeden, işçinin ne söyleyeceğini dinlemeden çıkıp gitti. İşçinin mahzene atılmadan önceki zamanlarında olsa bu olay üzerine ruhunda korku olurdu ancak şimdi sadece kızgınlık vardı. Biliyordu ki onun için son mutlak ölümdü. Buradan çıkma ya da çıkartılmasının ihtimali yoktu. Nemrud gelmeden önce aklındaki sorular arasında en değersiz olan “Beni neden şimdi öldürmüyor?” sorusu o anının ve sonrasının en önemli sorusu oldu. Bu soruyu düşünmek içinse zamanı çoktu. İhtimaller aklında sıralansa da hiçbiri tatminkâr bir hale getiremedi işçiyi ardan geçen uzun uzun zaman sonrasında. Dışarıda bir hayat vardı, işçinin artık bilmediği ve öğrenemediği. Katıkları verilirken defalarca sorsa da neler olduğunu hepsi ya dilsizdi ya da dilsiz numarasını çok iyi yapıyordu. Bir gün ansızın her yerin küçük sineklerle dolduğunu fark etti işçi. Öylesine çoktular ki zaten nefes almaktan ibaret olan hayatını dahi kısıtlı yapacak hâle getirmişlerdi. O küçük sinekler yüzünden Nemrud’un hayatı cefaya dönmüştü. O güzelim, o havalardan kokuyu ciğerlerine onun vasıtasıyla doldurmaktan zevk aldığı burnundan nefes dahi almakta güçlük çekiyordu. Elleriyle kovalıyor ve kovalattırıyordu. Fakat tüm çabalar sonuçsuz kalıyor ve Nemrud, yapmaktan en çok zevk aldığı uykularından mahrum kalıyordu. Bu da ona fiziksel olarak çöküntü getiriyordu. Günün birinde o küçücük cefa kaynaklarından biri Nemrud’un o ölçülerle ve özenle yapılmış olan burnundan giriverdi içeriye. Cefa kaynağının burundan başlayan yolculuğu beyne ulaştığında esas eziyet yeni başlamış oldu Nemrud için. Günler günleri kovalarken uykusuzluk, nefes almanın zorluğu bir de üstüne beynindeki uğultu eklenince Nemrud’a, çare aramaya koyuldular. O anda Nemrud’un uğultular içinde aklına mahzendeki işçi geldi. “Öyle ya aklı çalışıyordu. Duruma bir çare bulabilirdi. Kulenin yapımında şeklini kısa sürede nasıl belirlemişti? Ayrıca ana söyleyeceğim sözlerim de var. Belki de beklediğim gün gelmiş olabilir.” diye düşündü. Ve hemen mahzene işçinin yanına indi. Aklında olanları ise bir o bir de küçük sinek biliyordu. Dışarıdaki hayattan bihaber olan işçi o kısıtlı nefes almadan ibaret olan günlerinden birinde karşısında Nemrud’u görünce şaşırdı. O güçlü, heybetli adam gitmiş çökük ve bitkin biri gelmişti. Her halinden belliydi ki huzursuzdu ve mutsuzdu. Bedeninin çöküşüne aldırmayıp diri kalmış olan sesiyle verdi emri “ Çıkarın bunu ve odama getirin.” Bu emri verirken hem kendisi hem de yanındaki adamları elleriyle o küçücük hayvanları kovalamanın peşindeydi. Elleri ile burnunun etrafını kapatıyor ve bu şekilde nefes alıyordu. Nemrud, kaçarcasına arkasını dönüp gitti. Muhafızlar şaşkındı ve ne yapacaklarını bilmez bir halde birbirlerinin suratlarına baktılar ve emri uyguladılar. İşçiyi mahzenden çıkardıkları gibi Nemrud’un yanına götürdüler. Elleri arkadan bağlıydı. Sineklerden korunmak için sürekli başını sallıyordu. Nemrud, taze bir emirle ”Çözün ellerini.” dedi. İşçi, Nemrud’un bu kadar az kelimeyle konuşmasına çok da alışık değildi. Ama bu ilginçliğe rağmen, sineklerle dolu da olsa tekrar gün yüzünü görmekten mutluydu. Hiç vakit kaybetmeden sordu işçi: “Beni neden mahzene attırdın, neden öldürmeyip bunca zaman bekledin?” dedi. Şimdi ona ne olacağının umurunda olmadığını göstermek istercesine belki de son öğreneceği şey olduğunu düşündüğü için ilk olarak bu soruyu sordu, tıpkı Nemrud ve diğerleri gibi elleriyle sinekleri kovalarken. O anda Nemrud’da bir tuhaflık olduğunu sezdi işçi. Bir eliyle sinekleri kovalarken bir eliyle de kafasına şiddetlice vuruyordu. Nemrud, kendisinin de çevresindekilerin de alışık olmadığı bir ses tonuyla ama yine tok bir sesle konuşmaya başladı “ Sen, ben olmaya çalışmıştın. Herkese emirler veriyordun ve herkesin sana itaat etmesini sağlamıştın. Aralarında senin sözünden çıkmaya cesaret eden kimse yoktu. Sen, beni korkuttun. Çünkü ben sende, beni gördüm. İlahlık iddiasından uzak ama itaat edilen. Hâsılı sen, benim tüm heybetimle taşıdığım insan yanımdın.” dedi. Duyduklarına çok da şaşırmayan işçi “Öyleyse beni neden bunca zaman yaşamaya benzer bir hayatta bıraktın da öldürmedin?” diye ekledi sorusuna, elleriyle sinek sürülerinden korunmaya çalışırken. Nemrud hafif gülümsese de başının ağrısının şiddetlendiğinin farkındaydı bu sebeple iki eliyle de başına vurmaya devam ederken “Dedim ya sen benim insan yanımdın. Sen ilahlık iddiasında bulunulmaksızın da güçlü ve itaat edilen olunabileceğini gösteriyordun bana. Bir yanım sana hep hayrandı, bir yanımsa senin beni güçsüz kıldığını söylüyordu. Bu kararsızlık gibi görünse de sen benim için duraktın. Ben, ilah denilenin söz geçiren ve güçlü olan olduğunu sanıyordum. Sense bunu bilmeksizin güçlü ve itaat edilendin. Hep bu nokta beni düşündürmüştü.” Sözleri belki bitmemişti ama acı bir “Ahhh!” çığlığı attı. Ve sustu. Sadece kafasına yumruklarla vuruyor ve acıyla bağırıyordu. Bir süre sonra söze yeniden girdi Nemrud, işçinin olanları anlamaya çalışır bakışları arasında “Sen zeki birisisin. Bense güçlü olduğumu sanırken bir sineğe yenilenim. Çaresiz kalanım. Şimdi senin bana bir çare bulacağına inanıyorum. Anlat bakalım ne yapalım?” sözünün bitimi yine çığlıklarla oldu ve yine başına attığı şiddetli yumruklara devam ediyordu. Şaşkınlıkla “Neler oluyor?” diye sordu işçi. Kafsına vurmakla meşgul olan Nemrud’un yerine muhafızlardan biri cevap verdi: “Burnundan giren sineğin biri beynine gitmiş ve sürekli orada ses çıkarıp dolaştığından bu acıları yaşıyor.” Eskiden olsa buna çokça kızardı Nemrud ve hatta ki o muhafızı öldürttürürdü. Ancak yaşadığı acılar onu güçsüz kılmış ve ona insan olduğunu hatırlatmıştı. Bu sebeple ona kızmadı. Sadece bağırıyordu “Daha hızlı, daha hızlı…” Son bir gayretle işçiye dönerek “Bu arada sana söylemem gerekenleri de söyleyeyim. Hep böyle kal. Sakın gücünün seni yönetmesine ve akıl almaz düşüncelere sürüklemesine izin verme. Sakın kibre kapılma.” diye nasihatlerde bulunmaya başladı. Ama ruhunu kibir deryasına atalı çok olmuştu işçi. Çoktan Nemrud’dan daha güçlü olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bu kibir Nemrud’un yerine geçme isteği ile yaktı onun yüreğini. Bu seferki ateş yakmıştı. Hem de kibir ışığı eşliğinde. “Daha hızlı vurmakla olmaz, daha sert bir şeyle vurmalıyız ki beynindeki sinek hem ölsün hem de Nemrud acısını unut.” dedi kibrin sunduğu iştahla. Bunun üzerine hemen koca koca sopalar geldi ve Nemrud’un kafasına vurmaya başladılar. Farkına varmasa da yeni Nemrud’du, eski işçi. İşçi aklının en derinliklerindeki Nemrud’un gücüne ve makamına sahip olma ve ondan o mahzende geçen karanlık, yalnızlık dolu günlerin ayların yılların intikamını alma hayaliyle “Ben de vurayım ki bir an önce sinek yok olsun ve acıların dinsin.” dedi. Vurdular, vurdular ve vurdular… Kanlar içinde kalan Nemrud, sineğin uğultusunu duymamak için buna razı oldu ve her defasında da onları teşvik edercesine bağırıyordu “Daha hızlı, daha hızlı…” En sonunda kanlar içinde kalan Nemrud, vahşice öldü ya da kendini öldürttü. Kibir ruhuna öyle işlemişti ki bunun farkına vardığı o anlarda bile ölüm değil de yerine o işçinin geçecek olmasının pişmanlığı ile korkuyordu Nemrud. Korktuğu göremese de başına gelecekti. Ve kibir öyle bir şeydi ki gözünün önünde, daha hiçbir şey başlamamışken, başlayacak her şeyin hazin sonuna bizzat şahitlik de etsen seni ele alıp Nemrud yapıyordu. *Yehova: Tevrat, Zebur ve İncil’de geçen Allah’ın özel ismidir.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Onur Tekin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |