"Denemeler"de gördüğüm şeyi Montaigne'de değil, kendimde buluyorum. -Pascal |
|
||||||||||
|
- Biraz daha sık dişini kardeşim. Yakında sıra bize gelecek! Yakında mı? Zaman geçmek mi bilmiyordu, yoksa orada tüm yakınlar ışık yılları uzakta mıydı hep? Yaşlanıp ölmeden o yakına ulaşmak mümkün müydü? Bilmiyordu. Tek bildiği, kendisini bildiğinden beri oradaydı. O kutlu günün gelmesini bekleyip duruyordu. Ağzındakilerden güç almak istercesine lokmasını çiğnedi, Sally’e dönüp dermansızca konuştu, tüm gücünü yiyip içmekle tüketmişti sanki: - Doğru mu Sally? Bize o anlatılagelen hikâye doğru mu? Gerçekten de o kapıdan çıkınca özgürlüğümüze kavuşacak mıyız? Onun tüm şüphelerine rağmen o kadar emin gibiydi ki Sally: - Tabi ya, buna ne şüphe! Hele bir sıra bize gelsin, bak gör nasıl kurtulacağız buradan! Jonathan başını öne düşürdü, Sally ise kendinden geçmişçesine anlatmaya devam etti: - O kapının ardında bizi yemyeşil çayırlar bekliyor. Ve tertemiz, buz gibi akan ırmaklar. Hem de istediğimiz zaman istediğimizi yapacağız orada. Onların bizi tutup götürmesini beklemeden her yere gidebileceğiz, istediğimizle aşk yaşayacağız hem de. Ne kadar güzel geliyordu kulağa tüm bunlar! Ama bir o kadar da uzak... Hiç tatmamıştı böyle şeyleri Jonathan, yine de tüm arzusu bunlardı ve yine iç geçirdi: - Keşke bir an önce görsek o günleri. O kadar bıktım ki onlar istediğinde onların istediğini yiyip içmekten, onlar istediğinde onların istediği biriyle sevişmekten. Onlar istediğinde uyuyup yine onlar istediğinde uyanmaktan. Hiç tatmasam da artık bir an önce özgürlüğümü istiyorum ben. Sanki özgürlüğüne hemen kavuşabilecekmiş gibi ayaklarındaki zincirleri çekiştirip şakırdattı. Ama olmadı. Hâlâ oradaydı. Az önce özgürleşenin ardından Sally’le o küçücük hücrede baş başa kalmıştı. Umut lazımdı ona, ayakta kalabilmek için biraz umut. Sally’e en ufak umut kırıntılarını bile israf etmemeye çalışan bir iştahla döndü: - Biraz daha anlat Sally. Ne olacak o kapıdan çıktığımızda? Sally yine belli belirsiz gülümsedi ve heyecanla anlatmaya başladı: - Hiçbir derdimiz kalmayacak Jonathan. Hayal edebileceğimiz her şeye sahip olacağız o kapının ardında. Bir daha hiç canımız yanmayacak. Onlardan kurtulacağız, en ufak itaatsizliğimizde bize atılan o acımasız sopalardan da öyle. Aşkı tadacağız Jonathan, hayallerimizdeki aşkı. Hiç tatmadığımız yemişlerden tadacağız sonsuza kadar ve hiç ölmeyeceğiz. Tüm o seçilmişlerle birlikte güle oynaya çayırlarda koşturup duracağız. Fakat nicedir aklında bir soru vardı Jonathan’ın. Neden herkes bu kadar bencildi? Neden kimse isyan edip bir an önce herkesi özgürleştirmeye çalışmıyordu? Ya da neden o kapıdan çıkan bir daha geri dönmüyor, ardında kalanları da kurtarmaya gelmiyordu? Birden heyecanlandı ve heyecanının enerjisiyle yerinde duramazken Sally’e döndü: - Ne duruyoruz peki? Neden hep beraber o kapıdan kaçıp kurtulmuyoruz? Şimdiye kadar dışarı çıkan bir sürü arkadaşımız, kardeşimiz, akrabamız oldu. Onlardan da yardım alamaz mıyız? Sally emince güldü: - Öyle olmaz kardeşim. Bu, büyük yaratıcımızın büyük planına aykırı… O bizi burada var etti, ancak gerekli tekâmül sürecini tamamlayınca buradan çıkabileceğiz. Bu olmadan kimse buradan çıkamaz, çünkü büyük plana göre bu küçücük oda bizim için bir sınav ve bu sınavı vermeden özgürlüğümüze kavuşamayız. Ama sabırsızlanıyordu Jonathan. Dışarıya dair o güzel hikâyelerle büyüdükten sonra kim bir an önce oradan kurtulmak istemezdi ki? Bu istekle yanıp tutuşurken kim pişmezdi, olgunlaşmazdı, tekâmüle ulaşmazdı? Dayanamıyordu artık! Ayaklarındaki zincirler yokmuşçasına, her çırpındığında canını yakmıyormuşçasına çırpınmaya, zincirlerini kırmaya çalıştı. Ah bir zincirlerini kırabilse! Hemen koşup o kapıyı devirir, bir an önce özgürlüğüne kavuşurdu. Ama olmadı. Daha da beteri daha önce hiç olmamış bir şey oldu. O çırpınırken garip bir ses yankılandı her yerde, ama belki de sadece o küçücük yerde. Ürkmüştü Jonathan, ama birden o kutlu kapının açılmasıyla da sevinçli bir heyecandan ölecek gibi oldu. İşte, geliyorlardı! Yoksa vakit gelmiş miydi? Jonathan’ı götürecekler miydi? Yine olmadı. Anlaşılmaz sesler çıkaran onlardan birkaçı ellerinde o garip sopalarla üzerine atladı, o çırpındıkça ona vurdular, onlar vurdukça o daha beter çırpındı. Sally ise yine Jonathan’ın sinirini bozan bir sakinlikle güya onu teskin ediyordu: - Sakin ol kardeşim, aman ters düşme onlarla! Dayan, sabret, sakin ol, her şey çok güzel olacak! Jonathan ise acıyla inledi: - Bana söyleneceğine onlara durmalarını söylesene! Yine o kadar sakindi ki fısıldarcasına bağırdı sanki: - Yapamam kardeşim, onlar bizim dilimizi bilmiyor ki! Jonathan dayak yedikçe uslanmadı, daha beter çırpındı, onları tekmelemeye bile çalıştı. Ne var ki bu asiliğinin cezası yediği sopalardan ibaret kalmadı, dengesini kaybedip yere düştü, daha da kötüsü üzerine düştüğü zincir boynunu kesti. Jonathan kan kaybediyordu! Bunun farkına varmış olacak onlardan biri Jonathan’a hâlâ acımasızca vuran bir diğerine döndü, ona bir tokat attı ve o anlaşılmaz dilde sertçe bağırdı. Azarlar gibiydi onu. Jonathan ise artık yerde acıyla yatarken hayatında ilk defa onlardan birine içinden teşekkür ediyordu. “Keşke hepsi bir olup o zorbayı dövseler!” diye düşündü. Her şeyden geçmişti o an, sadece birazcık intikam istiyordu. Dışarıdaki özgürlük gibi bu da tatmadığı bir şeydi ve her tadılmayan şey gibi bu da istenesiydi. Ya da belki daha basitçe, bu duyguyu merak ediyordu. Sonunda ortalık sakinleşti, onlar bir süre o anlamsız dilde aralarında konuştular. Bir karara varmış gibilerdi de Jonathan hâlâ acı içinde kan kaybediyordu. İçlerinden birisi bu sefer sakince Jonathan’a yaklaştı, zincirlerini çıkardı, onu karnından tutup kaldırmaya çalıştı. O kutlu kapı hâlâ açıktı ya, Jonathan işte o an büyük bir umutla canlandı. Belki de sıra ondaydı! Belki de son birkaç dakikadır çektikleri sayesinde tekâmül sürecini tamamlamıştı! Var gücüyle o da kalkmaya çalıştı, az öncekine zıt bir itaatle kendisini çekeleyen onların peşinden yürümeye başladı. Zorlanıyordu yine de, ama yine de kalan son dermanıyla Sally’e son bir kez dönüp sevinçle bağırdı: - Sally! Gördün mü Sally! Benim zamanım geldi, götürüyorlar beni işte! Sally yine tüm iyimserliğiyle gülümsese de sesinde bu kez derin bir gıpta vardı: - Ah! Ne mutlu sana Jonathan! İşte o gün geldi, artık özgürleşiyorsun! Jonathan yürüdükçe buna daha da çok inanıyordu. Var gücüyle attığı her adımda o kutlu kapıya daha da yaklaşıyordu! Hayatında ilk defa o kapıya bu kadar yakındı, kapıya yaklaştıkça onlardan biri kapıyı bu kez ardına kadar açtı. Yüzüne bembeyaz bir nur vuruyordu ve gözleri kamaşmasına rağmen artık emin adımlarla yürüyordu. Nereye gittiğini biliyordu çünkü… Ya da bildiğini sanıyordu. Nitekim gözlerinin kamaşması geçerken o kapıdan çıktı, kapı ardından kapandı, ama Jonathan bunu fark edemedi bile. Karşısında gördüğü manzara karşısında kalakalmıştı! Her yerde kesif bir kan kokusu, dört bir yana asılmış kanlı cesetler! Hemen Sally’i hatırladı, kalan son gücüyle geri dönüp ona gerçeği haykırmak istedi: “Hayır Sally! Bizi kandırmışlar, burada ne yemyeşil çayırlar, ne tertemiz ırmaklar var!” diyecekti ki, ağzına kapatılan garip bir şey yüzünden sesini çıkaramadı. Etrafındakiler ise yine en az az önceki kadar acımasızdı. Merhametsiz bir aceleyle onu daha da ileri sürüklediler, bir kan birikintisinin içine yatırdılar. Jonathan’ın artık tek düşündüğü, hiç tatmadığı ve tadamayacağı özgürlüğü değil; inandığı o en güzel hikâyenin bir yalandan ibaret olduğunun farkına varmanın dehşeti oldu. Son bir kez “Hepsi yalanmış!” diye içinden haykırdı, boğazına dayanan bıçağın ani hareketinden sonra o son acıyı hiçbir şey düşünmeden çekip can verdi. O sözde kutlu kapının ardında ne yemyeşil çayırlar vardı, ne tertemiz ırmaklar, ne de özgürlük... Kocaman bir mezbaha vardı, yemyeşil çayırlar yerine balya balya hormonlu yemleriyle ve tertemiz ırmaklar yerine Jonathan’ı son uykusuna yatırdıkları kan birikintisiyle. Jonathan ise tüm arkadaşları, kardeşleri ve akrabaları gibi o mezbahadaki hayvanlardan biriydi. O kapıdan çıkanların hiçbirisi orada sevinçle koşuşturmuyordu, eti kemiğine kadar çırılçıplak orada burada kan revan içinde asılı duruyordu. Onlar o mezbahanın hayvanlarıydı, o mezbahadaki insanlar da daha büyük bir mezbahanın hayvanları… Ama bir farkla… Jonathan’ın mezbahasındaki hayvanların etleri yeniyordu, insan mezbahasında ise insanların ruhları.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seyda Kesikoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |