Sonunda geldi işte, tam karşısına gelip oturdu. Yine gülümsüyordu, ama öyle böyle değil. Öyle gülümsüyordu ki, Mecnun kendisini dünyanın en değerli varlığı gibi hissediyordu. Hani bakarken üzerine titrerdi ya insan, karşısındakinin saçının bir teline zarar gelmemesi için her an ölmeye tetikte olurdu. Kelimelerin yüzeysel anlamlarıyla karşıdakini kırmamak için susardı, hislerini anlatacak hiçbir kelimeyi hiçbir dilde bulamazdı, ona başka kimse bakmasın isterdi, kimsenin onu onun gözüyle görmesini istemezdi. İşte öyle bakıyordu yine. Tıpkı Mecnun’un çok özlediği gibi… Leyla aynı sesle fısıldadı: “Ben geldim…” Ama Mecnun yine yıkıldı, beklediğini duyamamıştı yine… Hem Leyla eskiden geldiğini ya da gelmediğini söylemezdi ki, direk gelirdi, hem de bir daha gelmeyeceğini söylemiş olsa bile… Mecnun dayanamadı, ayağa fırladı, oturdukları masayı devirip evrende ondan başka kimseye aldırmazcasına bağırmaya başladı: “Demek geldin, geldin ha! Peki niye gittin? Bana ne yaptığının farkında değil misin? Ne vardı hiç gitmeseydin, ya da hiç gelmeseydin? Ne olurdu bana tüm o sözleri söylemeseydin?” Sonra sakinleşir gibi oldu, üzerinde hissettiği bakışlara yine aldırmadan sandalyesine oturdu: “Ne vardı bana herkesin herkese söylediği sözler söyleseydin? Sevdiğinde sadece ‘seni seviyorum’, nefret ettiğinde ‘senden nefret ediyorum’, kıskandığında ‘kıskanıyorum’ deseydin. Biliyor musun? Ben nice zamandır senin söylediğin o sözleri başkalarının ağzından duymaya çalışıyorum, ama hiçbir ağız tek bir kelimeni bile dile getiremiyor bana…” Derin derin nefes aldı, ama hava ona yetmiyordu. Elini cebine attı, sigarasından bir tane çıkarıp yaktı. Leyla ise sanki hiçbir şey duymamış gibi aynı şefkatle Mecnun’a bakıyordu. Bu kez de Mecnun o bakışları görmemiş gibi öfkeyle ama daha sakince tekrar konuşmaya başladı: “Sen sevdiğin birini aramak isteyip arayamamak ne demek, bilir misin? Kaç defa seni aramak istedim, aramadım, aramıza yine o köhne duvarlarını çektin, benden uzaklaştın, yetmedi, beni kendinden uzaklaştırdın. Sevdiğini uzaktan görüp yanına gidememek nedir, bilir misin? Delice sevdiğini sevmiyormuş taklidi yapmak nedir, bilir misin?” Artık sesi titriyordu, zar zor devam etti: “Sen sevdiğin birinin sesini unutmak nedir, bilir misin?” Mecnun ağlamaya başladı, erkekliğinden vazgeçmişçesine ağlıyordu, daha da fenası Leyla’dan vazgeçmişçesine… Tüm gururu, sevgisi, aşkı yanaklarından damla damla döküldü, kendinden geriye et ve kemik yığınından başka bir şey bırakmamacasına ağladı. Tek bir şeyi istiyordu artık, Leyla’nın yanına oturup sarılmasını, gözyaşlarını omuzlarında kurutmasını… İstediği oldu, Leyla öyle yaptı, güven dolu ve güven veren bir sakinlikle kalktı, yerdeki masaya çarpmamaktan ziyade Mecnun’u incitmemek istercesine bir pürdikkatle Mecnun’un yanındaki sandalyeye oturdu, bakışlarındaki şefkatle Mecnun’a sarıldı, Mecnun’un başını yasladı omzuna. Sonra fısıldadı: “Gayet, iyi bilirim. Çok iyi bilirim hem de…” Ama Mecnun’un duymak istediği yine bu değildi. Bilmiyordu çünkü, Leyla hiçbir şeyi bilmiyordu, Mecnun’un az önce söylediklerini duymamıştı bile. Tam o sırada Mecnun yine gözyaşlarıyla karışmış ter damlaları yüzünden süzülürken uyandı, yatağında doğruldu, zor nefes alıp veriyordu. Etrafına bakındı, hava karanlıktı. Akşam mı, sabaha karşı mı olduğunu bilemedi. Buna önem vermedi de… Artık onun için ne zaman uyuyup ne zaman uyandığı önemli değildi, sadece uyumak önemliydi. Daha fazla uyuyamayacağını anlayınca da yatağından kalktı, odasının ışığını yaktı, çalışma masasının örtüsünün altına sakladığı o her zamanki fotoğrafı çıkardı, gözyaşlarının bulanıklaştırdığı fotoğrafa uzun uzun baktı yine… Yıllardır Leyla’nın yüzünü unutmamıştı bu sayede, ah bir de sesini hatırlayabilseydi… Vazgeçmemeliydi, bu sefer olacaktı belki… Hemen yine uyumalıydı, onu yine görmeli, duymalıydı. Bir hazine gibi sakladığı fotoğrafı yerine koydu, gözyaşlarını sildi. Yatağının başucunda duran uyku ilacından bir tane daha aldı, yine başucunda duran o koca bardak suyla yuttu. Işığı kapatıp başını yastığına koydu ardından, gözlerini kapattı, ama uyuyamadı bu sefer, sonra bir uyku ilacı daha yuttu, sonra bir tane daha… Bir süre bomboş bir kafayla ve bomboş gözlerle karanlığı seyretti, odasının karanlığı ruhunu yansıtıyordu sanki, ruhu iyi kötü her şeyi örten simsiyah bir perde gibi bedeninin üzerine çökmüştü uzun süredir, uzun süredir yaşamıyordu, yaşıyorsa bile ne kendisi, ne de başkası bunun farkındaydı. Yatağında doğrulmuş öylece otururken bu sefer başını yastığına koymadı, başı yastığına düştü ve hemen uykuya daldı. İşte yine o hep buluştukları kafede, aynı masada oturuyordu, karşısında yine Leyla vardı. Belki Leyla’nın fotoğrafının cansızlığını az önce iliklerine kadar hissettiği için bu kez konuşmadı, sadece ona baktı, o rüyanın güzelliğine daldı. Leyla da yine o aynı bakışıyla, Mecnun’un başka hiçbir yüzde bulamadığı o bakışla bakıyordu yine. Leyla konuşacak gibi oldu, Mecnun nefesini tuttu, bu kez onun sesini duymayı umuyordu. Sonunda oldu, Leyla, Mecnun’a çok tanıdık gelen, neredeyse ta kendi sesiyle ve bakışlarındaki o aynı şefkatle konuştu: “Ne sen yerime bir şey koyabilirsin, ne de ben senin yerine bir şey koyabilirim. Birbirimizin rüyası bile yetmez bize, sadece acı verir, ‘unut beni’ demek saçma, birbirimizi artık sevmesek bile bunca şeyden sonra unutamayız birbirimizin varlığını. ‘Uyan da bana gel’ de diyemem, birbirimizi gerçekliğimizden kovduk çoktan…” Uyanmak mı? Mecnun uyanmak istemiyordu ki… Sonra, istediği yine oldu. Leyla konuşmaya devam ettikçe Mecnun Leyla’nın söylediklerini anlamamaya başlasa da o anlamadıkça Leyla’nın rüyasının sesi giderek gerçeğe yaklaştı, ve Mecnun tuttuğu son nefesini verdi, bir daha uyanamadı, bedenini örten perde açıldı, bunca zamandır döktüğü gözyaşları sonunda amacına ulaştı, Mecnun’dan geriye huzurlu bir et ve kemik yığını kaldı.