Yüz kişinin içinde aşık, gökte yıldızlar arasında parıldayan ay gibi belli olur. -Mevlana |
|
||||||||||
|
Bir süre o pencereye korkuyla baktı, diğeri ise onun yüzüne gülümseyen bir güvenle… Biri o kara günler karşısında tetikteydi, diğeri siperde… Birden yine irkilircesine diğerine döndü, daha sıkı sarıldı, ve sanki tüm dünya tüm yeminlerini bozsa, hiçbir söz tutulmasa, kimsenin kimseye güveni kalmasa sonsuza kadar tutulacak en kadim sözü verircesine bir eminlikle ama ağlamaklı bir şekilde fısıldadı: “Bebeğim benim, bir daha oraya düşmene asla izin vermeyeceğim.” O ise yine sadece gülümsedi, duyduğu güven sırf o sözlerden ibaret değildi. Oraya tekrar düşse bile onun yine onu kurtaracağını biliyordu. Artık orası onun için kesif kokulu bir otel odasından ibaret olabilirdi anca… Sonunda kendisini onun almaya geleceği pek konforsuz bir oda… Dayanamadı, içi de gülümsemesi de titrerken o da dönüp o pencereye baktı. İşte o an korktuğu başına geldi. O tam da oradaydı! O her zamanki pencere kenarına oturmuş, ona derin derin bakıyordu. Belki gıptayla, belki oh be diyerek, belki de umutla… Ama o, daha fazla bakamadı, başını çevirdi. O aşk dolu sarılmanın süslediği o manzara bin kat cazip olsa da utanmıştı, bakışlarını o büyükçe salondaki diğerlerine çevirdi. Dışarıda, salonun iki duvarındaki irili ufaklı pencerelerin baktığı o kavşaktaki manzara mı daha tanıdık geldi ona, yoksa günlerdir, belki aylardır, tutamadığı bir zamandır gece gündüz birlikte olduğu o yüzler mi tanıdık geldi, bilemedi. Aslında herkes o kadar yabancıydı ki! Değil bir insanın ismini bilmek, yedi ceddinin şeceresini bilmek o insanı tanımaya yetmiyordu, yetmezdi. Nitekim beraber kaldığı o insanların hiçbirinin ismini bilmiyordu. Ötesi, o insanlar gerçekten de insan mıydı, bundan da emin değildi. Ya kendisi? Bir tanrının oğlu oluyordu, bir tanrının ta kendisi… Bazen tüm dünyanın peşinde olduğu birisi, bazen tüm dünyayı elinde sopasıyla kovalayan bir deli… Deli mi? Hayır, deli değildi, gerçekleri fark etmiş tek kişiydi, o kadar. Herkese anlatmaya çalışmıştı bunu, bazen birbirine bağlayamadığı kelimeleriyle, bazen birbirinden ayıramadığı gözyaşlarıyla… Anlamışlar mıydı, bilmiyordu. Ama anlattıkları ya da anlatmaya çalıştıkları bir şeyleri değiştirmiş olmalıydı ki onu buraya getirmişlerdi. Peki burası da neresiydi? O salondaki insanlar kimdi, o beyazlar içindekiler insan mıydı, melek mi, yoksa melek kılığında şeytanlar mı? Peki o kimdi? Onlar kimdi? Yine başlıyordu; etrafta yankılanan cümleler, kıpırdamasından ya önce, ya sonra duyulan ama bambaşka okunan dudaklar, kafalar, eller, kollar… Hepsi paramparça oluyordu yine… Ya da sanki sonradan birleştirilmişti hepsi… Bunlar neyse de aklı keşke bir kalsaydı, sadece tek bir şey düşünseydi. Olmuyordu artık, olmuyordu yine… Oradakilerden yaşlıca birisi diğerine öfkeyle söyleniyordu. “Saçmalama! O adam işe yaramazın teki, bence onu atmalılar takımdan!” Acaba doğru olabilir miydi bu? Gerçekten işe yaramaz birisi miydi o? O zaman oraya getirilmeden önce birçok insanın ona söyledikleri mi yalandı? Herkesin ne kadar da ona ihtiyacı vardı, ne kadar iyi birisiydi o… Peki şimdi onu neden takımdan atacaklardı ki? Artık iyi değil miydi? Oturduğu yerde içini sesiz çığlıklarıyla inleterek kıvranıyordu. Ama olmuyordu, yine etraftakiler hep onu çekiştirip duruyordu. “Başbakan bence çok iyi işler yaptı.” Bir diğeri ayağa fırlayıp bağırmaya başladı: “Vatan hainisin sen! Vatan haini! Görmüyor musun onun yüzündeki hainliği!” O an aynaya bakmak istedi, sonra durup düşündü. Oraya gelmeden önce zaten başbakanlıktan istifa etmemiş miydi? Tüm ülkeyi televizyonun kumandasıyla idare etmişti günlerce, başbakan olduğu söylenen o görüntüyü o kontrol ediyordu hep, o görüntü iyi bir şey söylediği zaman dinliyordu, kötü bir şey söylediği zaman kanalı değiştirip susturuyordu başbakanı. Bunu televizyonda gördüğü diğer herkes için de yapıyordu. Hatta çok sinirlendiği zaman sürekli iki kanal arasında gidip geliyordu, sessizliğe alışkın bedeni ancak işte o an çığlık atıyordu, ya da çığlık atmışçasına rahatlıyordu, belki de acı çekiyordu. Ama sonunda yetmedi kanalları zaplayarak tüm ülkeyi, hatta tüm dünyayı yönetmek, ya da fazla geldi, sonunda televizyonun sesini kapatıp kumandasının ses açma tuşunu kopardı. Bir daha konuşmamaya yemin etti, sonra günlerdir gördüğü iki insandan biri olan annesine “Bir daha asla konuşmayacağım.” diyerek bu kararını bildirdi. Annesi üzüldü, yanına oturup “Neden?” diye sordu, o da anlattıkça anlattı, anlattıkça öfkelendi, anlatamadıkça daha da öfkelendi, üzüldü, ağladı, sonra sinir krizi geçirdi, gözlerini bir açtığında karga tulumba bir yerlere taşınıyordu, bir daha açtığında da işte oradaydı. Ama şimdi iyiydi. Bir sesin ona sorduğunu duydu, “İyi misin?” Başını kaldırdı, ses kadar görüntü de kadın görüntüsüydü, beyazlar içindeydi, ama melek değildi sanki… Hem melekler hiç “İyi misin?” diye sorarlar mıydı, hiçbir şey sormadan insanı direk iyi ederlerdi. İşte bunu hemen anladı ve karşısındakine cevabı hemen verdi: “Anlıyorum, sen melek değilsin!” Kadın şaşırdı, gafil avlanmıştı belli ki… Geri geri birkaç adım attıktan sonra arkasını döndü, salondan ayrıldı. O ise hâlâ o kadının ardından bakıyordu, o kadını alt etmenin zaferini kutluyordu. Ne kadar sonra olduğunu bilemediği bir anda da içeri başka bir kadın girdi. Ama o kadın diğeri gibi değildi, daha gençti, bir de beyazlar içinde değildi. O yüzden daha çok insana benziyordu. İnsanı en az yansıtan renk beyazdı çünkü… Çünkü insanların her biri ya pisti, ya da rengarenk… Bembeyaz kimse yoktu, olamazdı. Kafası yine karışmıştı. Kendisine sorgular gözlerle bakarak gelen kadını boş gözlerle izledi. Kadın yürüdü, yürüdü, yürüdü, sanki çok uzak bir mesafeden bin bir güçlükle geliyordu, ya da ona öyle geldi. Sonra o kadın da sordu: “İyi misin?” Kafasında bir ağırlık vardı sanki, güya düşüncelere soyut şeyler derlerdi, ama kafası bin bir türlü düşünceyle gülle gibi olmuştu, artık kafasını zor taşıyordu. Başını önüne düşürdü, “İyi değilim,” dedi, ama içindeki o asıl korkuyu dile getirmeden de edemedi, “sadece dinlenmem lazım.” Evet, dinlenmeliydi, yorgun düşmüştü çoktan, bir de yaklaşan kıyametten önce tekrar dine sarılmalı, tövbe etmeliydi. Tüm kalbiyle inanıyordu çünkü… Bu sefer kadın onu anlamıştı sanki, ama yarım anlamıştı, onun asıl korkusunu, kıyamet kopunca cehenneme düşme korkusunu fark etmemişti. Fakat sanki onu tüm kalbiyle anlamışçasına bir şefkatle konuştu: “Anlıyorum, burada ilk günlerin, geçirdiğin uykusuz günlerden sonra uyumak istiyorsun, ama şimdi ufak bir işimiz var, o işimizi halledelim, rahatça, istediğin kadar uyursun.” O da anladı, tabi o işin ne olduğu hariç… Boş gözlerle kadına bakarken kadının baş işaretiyle ayağa kalktı, şuursuzca peşinden gitmeye başladı. Sonra beraber bu sefer mavi önlüklülerden bir adamın yanına gittiler, adam onları görünce süpürgesini bir kenara bıraktı, kadın o mavi gömlekliye bir şeyler fısıldadı, ama o hiçbir şey duymadı. Bu sefer de o adam bir kafa işareti yaptı ve aynı şuursuzlukla o bu sefer de o adamın peşine takıldı. Adam iğreti bir neşeyle yürüyerek onun pek bilmediği bir türküyü ıslığıyla çalıyordu. Ama o, o türküyü bilmediği gibi nereye gittiklerini de bilmiyordu. Adamın haline bakılırsa parkta bir yürüyüşe giderlermiş gibi bir hali vardı, ya da yoğun geçen mesaiden ya da okuldan sonra arkadaşlarla kafa dağıtmaya gitmenin haklı keyfi vardı halinde, ama o keyif orada idama mahkûm edilmesi gerekecek kadar haksızdı! Yürüdüler, koridorlardan geçtiler, o koku o odaya kadar peşlerini bırakmadı, sonra o odaya geldiklerinde birikti, nefes alamaz hale geldi o… İçeri havasız değildi oysa, tertemiz bir çocuk kokusu vardı, bir de kadın… Kadın çocuğun annesi olmalıydı, oğlunun yanı başında oturmuş, o tertemiz ve şirin defterine yazdıklarını parmağıyla işaret ederek kontrol ediyordu ve bir anne gibi şefkatle gülümsüyordu. O kadar şefkatliydi ki bakışları, gelenleri fark edince bile bozulmadı, aynı şefkatle ona baktı. “Buyurun,” dedi, “ben de sizi bekliyordum.” O mavi gömlekli adam ise görevini tamamlamışçasına odadan çıkıp gitti, yine dostlarıyla kaynatmak için gittiğini sanırdı halini gören. O adamın işi tamamdı da, peki o şimdi ne yapacaktı? Oraya neden gelmişti? Kadın onun aklındaki soruları duymuşçasına “Lütfen uzanın,” dedi yine bembeyaz bir sedyeyi işaret ederek, “üzerinizdeki eşofmanı da çıkarın.” Artık düşünmek istemiyordu, “Ne olacaksa olsun.” dedi içinden, eşofmanını çıkardı, sedyeye uzandı. Bir yandan da hâlâ boyundan büyük masa başında oturmuş olan çocuğa bakıyordu. Ne kadar da masumdu! “Asıl melek o olmalı,” dedi içinden, “henüz yasak elmayı yiyip cennetten kovulmamış bir melek insan ya da.” Ama birden o çocuk sanki her şeye hazır bir yumuşaklıkla söylendi: “Anne, ben acıktım.” Öyle söylemişti ki bunu açlıktan ölse gıkını çıkarmayacak kadar usluydu, belki de uysal… Annesiyse buna hiç izin verir miydi? Ana kucağının güveniyle çocuğunun saçlarını okşayıp “Merak etme, işimiz bitsin, birazdan yiyeceğiz.” dedi. Tuhaf ki o da o tatlı diyalogla kendisinin de acıktığının farkına vardı, farkına vardı da aklını terk etmeyen o korkunç düşünceyi hatırlamasıyla da dehşete kapıldı! Dünya büyük bir felaket yaşıyordu, dışarıda hava çok soğuktu, insanlar öldüresiye soğuyan iklim nedeniyle artık yiyecek bulamıyor, kendisinin sığındığı o yer gibi yerlere sığınıyordu. Sırf hayatta kalabilmek için, belki son bir kez daha nefes alıp vermek için… Ama bu keşmekeşte insanlar ne yiyordu! Her gün oradakilere dağıtılan et yemekleri de nereden geliyordu! Cevabı bulması uzun sürmedi. Kadın bu sefer ona döndü, sedyenin yanındaki garip cihaza elektrota benzeyen kablolar bağladı, kabloların diğer ucuyla da sanki onu ürkütmemek istercesine ona yaklaştı. Evet, sonunda o etlerin nereden geldiğini anlamıştı, birazdan vücuduna elektrik verip kendisini öldürecekleri gibi sırayla insanları öldürüyor ve etlerini hayatta kalmayı daha çok hak edenlere yediriyor olmalıydılar. “O işimizi halledelim, rahatça, istediğin kadar uyursun.” diyen diğer kadının sözlerini hatırladı. Sıra onda olmalıydı, çünkü yaşamayı ondan daha çok hak edenler olmalıydı. Titriyordu, üstünü çıkarması yüzünden soğuktan mı, yoksa korkudan mı, bilmiyordu, ama titriyordu. Sonra yanı başlarındaki çocuğun çok tatlı bir sesle bir çocuk şarkısı mırıldandığını duydu. Mavi gömleklinin o garip türküsü ne kadar iğretiyse bu şarkı da o kadar yakışıyordu oraya… Ona oraya rağmen, olanlara rağmen, diğerlerine rağmen yaşamın devam etmesi gerektiğini hatırlattı. Ama hemen sonra yine dehşete düştü. Ne kadar takatsiz olsa da hâlâ odadaki o kadınla dövüşebilecek kadar güçlüydü, istese hemen şimdi ayağa fırlar, oradan kaçardı ve her şeye rağmen yaşamaya devam ederdi. Peki ya o masum çocuk! Ya açlık belası ve onun kaçıp gitmesi yüzünden sıra o masum çocuğa gelirse ne olacaktı? Hayır, bu olmamalıydı. O çocuğu tanımasa da o çocuk yaşamayı çok daha fazla hak ediyor olmalıydı. Belki o bir türlü yaşamayı başaramamıştı, ama belki o çocuk başarırdı, o çocuk daha yolun başındaydı ve henüz vakti vardı. Onun vakti ise dolmuştu işte, olmamıştı, bir türlü hakkını vererek yaşayamamıştı. Şimdi yapabileceği en iyi şeyi, belki de hayatında yaptığı en iyi şeyi yapıp kendisini feda etmeliydi. Titremesine engel olmaya çalıştı, sanki teslimiyetini gülümseyerek bekleyen o kadına teslim bayrağını çekmişçesine fısıldadı: “Canım yanacak mı?” Kadın olumlu işareti aldığına memnunca gülümseyip ona güven vermeye çalıştı: “Hayır, hiç canın yanmayacak.” Sonra o kabloları yavaşça onun çıplak tenine yaklaştırdı, kollarına, bileklerine bağladı, en son da kalbinin olduğu, ya da kalbinin olması gereken yere… O ise gözlerini kapadı, hem titremesine engel olmak için, hem de ölümünü kolaylaştırmak için bütün vücudunu serbest bıraktı. Sanki hayatta kalan tek yeri beyniydi, içinden sürekli kelime-i şehadet getiriyordu. Artık rahattı, ölüme hazırdı, elektrotların ucu bile üşütmüyordu onu, artık titremiyordu. Çok değil, birkaç saniye sonra hiç susturamadığı beyni sonunda susacaktı, hem belki fedakârlığı karşısında hep arzuladığı cennete kavuşacaktı. Orada kendisini neyin beklediğini bilmiyordu belki, dinde anlatılanları bilmekle birlikte o anlatılanların hiçbirini umursamıyordu, tek istediği orada istediği zaman beynini susturabilmek, istediği zaman düşünebilmekti. Evet, cennet onun için tam da böyle bir yer olmalıydı, gerisi olsa da olmasa da olur şeyler… Kadın birden sanki sevinçle konuştu: “İşte, bitti…” Gözünü açtı, cennette değildi, beyni hâlâ susmamıştı ve belki de hâlâ cehennemdeydi. Hemen korkuyla aynı çocuğa baktı, rahat bir oh dedi, o çocuk da hâlâ oradaydı işte… Demek ki ya sıra o odadaki hiç kimseye gelmemişti, ya da zaten oraya idam için getirilmemişti. İkinci ihtimali sorgulamaya gücü yoktu, sadece kadının o garip cihazdan aldığı kâğıtlara bakınca bir anlığına düşündü. Onun kalp ekosunu çekmiş de olabilirlerdi. Hayattaydı işte, kalbi hâlâ çalıştığına göre hayatta olmalıydı, gerisi önemsizdi, teslimiyetine rağmen teslim alamadığı o ölüm korkusundan sonra gerisi düşünülmemeliydi. Artık şimdi kaçacakmış gibi hızla ayağa kalktı, eşofmanını giydi. Garip bir şekilde uğruna ölmeye hazır olduğu ama hiç tanımadığı o çocuğa dönüp baktı odadan çıkarken… O da hâlâ hayattaydı ve birazdan bir şekilde karnını doyuracaktı. Odadan çıktığında yine aynı mavi gömlekliyle karşılaştı, yine bir türkü ıslığı, yine aynı koridorlar ve aynı koku. Yine aynı yere dönüş… Her şey o kadar aynıydı ki daha da ikna oldu hâlâ hayatta olduğuna, mavi gömlekli adam aynı süpürgeyi eline aldı, o ise şimdiye kadar kilometrelerce yol yürüdüğü o aynı koridorda aynı salona girdi. Artık dinlenmesine gerek yoktu. Hâlâ hayatta olduğuna göre daha dinlenecek vakti vardı. Hemen o aynı pencere önündeki aynı sandalyeye geçip oturdu. Her şeye hazır oluşunun verdiği tepkisizlikle pencereden dışarı bakmaya başladı. O da hâlâ oradaydı, ama bu sefer yalnızdı. Gülümseyerek ona bakıyordu, bu kez sadece ona… Birden dikildiği yerde etrafına bakındı, hâlâ gülümsüyordu, belki de etrafını umursamamasındandı gülümsemesi… Yanından yine nereden gelip nereye gittiği belirsiz insanlar geçiyordu, ama o, hiçbirisine bakmıyordu. Sonra “Gördün mü,” dedi ve aralarında pencere ve metrelerce uzaklık olmasına rağmen onu net bir şekilde duydu, “aslında kimseye ihtiyacın yok, kimsenin de sana ihtiyacı yok. Hayatına girip çıkan insanlar, bu evler ve ağaçlar aslında sadece bir fon, ama gerekli bir fon, asıl gereken ise senin ben olabilmen, benim ise sen olabilmem. İşte o zaman kavuşacaksın istediğin kişiye ve olmak istediğin kişiye. Sen yaşa, büyü ve gör, yeter, o zaman gelip seni kurtaracağım.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seyda Kesikoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |