İnsan kendini bilmeli. Gerçeği keşfetmeye yaramasa da, yaşamayı öğretiyor. Ve bundan daha güzel birşey yok. -Pascal |
|
||||||||||
|
Adımlarımın her zamanki hızıyla yetiniyordum ki, birden gara giden o tünelin belli bir saatten sonra kapandığını hatırladım, saate baktım, on bire geliyordu, bu sefer de koşmaya başladım. O tünel kapanırsa o ayazda trene yetişme telaşının yanında ufak bir Ankara turu yapmak zorunda kalırdım, bir yanda Anıtkabir, bir yanda 19 Mayıs Stadyumu, bir yanda Gençlik parkı… E gezecek fazla bir yer kalmıyordu geriye… Neyse ki on bir olmadan tünele vardım, soluklarımı düzenlemeye çalıştım önce, sonra tuttum ve tünelin merdivenlerinden inmeye başladım. Ama bir gariplik vardı, umumi ve beleş bir hela olarak da kullanılan ve metrelerce aşağı inen o merdivenlerde kendimi çoktan hazırladığım amonyak kokusu yoktu sanki. Yerine bir sürü irili ufaklı tabela vardı, ama hep aynı şey yazıyordu üstünde… “Buraya bakarlar.” İki kelimenin arasına bir “nah” eklemek istedim, güvenlik kameralarına yakalanıp sorgulanırsam treni kaçırırım diye “Boş ver.” dedim. Merdivenlerden indim, tünele girdim, tekrar saate bakmak için cep telefonumu elime aldım, yine garip, telefon yerin o yirmi bin fersah altında çekiyordu. Saate bakmayı unuttum, kafamı kaldırdım ve nedenini anladım. Başımın üstünde bir baz istasyonu bana selam çakıyordu. Ben de selam verdim ve radyasyondan kaçabilecekmişim gibi yine bir süre koşar adım yürüdüm, sonra durdum, ama mallığımı anladığımdan değil, koşacak yer kalmamıştı çünkü önümde… Tünelin haddi sayılır bir kısmını bir tarafta Starbucks, bir tarafta Burger King işgal etmişti. Burger’ın yanında da Mc Donalds… “Tüh,” dedim, keşke buradaki mütevazı dürümcüler, dönerciler olsaydı.” Acıkmıştım çünkü, ne güzel bir dürüm patlatıp ikram çayı yudumlardım üstünde adım yazmayan ince belli bardaklarda… Bunu da boş verdim, moda haftasından fırlamış hatunlarla Biscolata adamlarının oturduğu masalar arasında yolumu bulup yürümeye devam ettim. Gözüm Burger King’le Mc Donalds’daydı, yine garip, keşke burada eskiden olan dürümcülerin arasındaki tatlı rekabet onlar arasında da olsaydı. Çalışanların umurunda değildi rekabet ama iki dükkân dile gelse birbirine küfrü basardı aslında, ya da ele gelseler hazır MKE yakında diye birer altı patlar alıp birbirlerine sıkarlardı. Aman, yine boş ver. Yürüdükçe şaşkınlığım daha da arttı. Bu sefer de asker malzemeleri, asker üniformaları satılan o dükkânlar gitmiş, yerine bir sürü giyim mağazası açılmıştı, hani şu insanları giydirmek yerine insanlara giydirenlerden… Erkek olmam sayesinde yine fazla vakit kaybetmedim, yürümeye aynı hızla devam ettim. Ama artık yanımda podyumda yürürcesine salınan ve muhtemelen az önce Starbucks’tan kalkmış kadınlar vardı. Parfümlerine rağmen onlara dönüp bakmadım. Onlar da bana bakmazdı çünkü bu halimle… Yola gidiyordum çünkü, rahat etmek için eşofman giyinmiştim ve onlara göre eşofman spor salonu dışında pijama demekti, hem de üç bantlı olsa bile… Kalabalıktan sıyrıldım. Tüneldeki sıra sıra dükkânları geride bırakıp peronların altından gara giden dükkânsız kısma geldim. Ama orası da bir garipti, eskisinden daha kalabalıktı. Orada burada ellerini ovuşturup avuçlarına hohlayan adamlar vardı. Birisi AŞTİ aksanıyla “İstanbul İstanbul” diyordu, başkası başka bir sürü şehir… Birisi bana yaklaşıp “Abi Konya’ya mı, beş dakikaya kalkıyor.” dedi, “Yok.” dedim. Ondan o kadar kurtulmak istiyordum ki sanki çok sıradan ve beklediğim bir soruyla karşılaşmışım gibi yaptım, hiç yavaşlamadan yürümeye devam ettim. Gar binasına çıkan merdivenleri tırmandım, yorulmuştum. “Daha vakit var.” deyip bir sigara yaktım, hemen omzumda bir el hissettim. Akıbetimi tahmin ediyordum da karşımda o babacan ve anlayışlı TCDD üniformalılarından görmek yerine o özel güvenlik şirketlerinin Texas şerifi çakması üniformalılarından birini gördüm. “Beyefendi,” dedi, burada sigara içemezsiniz.” Bense havaya baktım, sonra ona döndüm, “Burası pek bir kapalı alana benzemiyor ama.” dedim, pek dinlemiş görünmüyordu, “Garın ön çıkışında kapılara üç metre on santim uzaklıkta içebilirsiniz.” dedi, ben de “barajı nereye kuruyorsunuz.” dedim, anlamadı ki hâlâ aynı emir kulu ifadesiyle baktı. Bir şey söylemedim daha fazla, yeni yaktığım sigarayı israf etmemek için topuğumda söndürdüm, garın önüne çıkıp geri yakmaktı amacım. Bir de her zamanki gibi ön girişten gar binasına bakıp binayı yine Haydarpaşa’ya ne kadar da benzetmek… Hani şu artık otel olan… Ama peronlardan garın içine girince fikir değiştirdim, her tarafta bir sürü yeni gişe vardı ve gişelerin önünde en fazla bir kişi bekliyordu. Biletimi alıp sigaramı öyle içeyim dedim, gözüme kestirdiğim bir gişeye yöneldim. Ben yaklaşırken önümdeki işini bitirdi, kadın olmasına şaşırdığım gişe memuru sanki yıllardır beni bekliyormuşçasına gülümsedi, ama gözüm gülümsemesinden ziyade başındaki hostes şapkası bozması şapkadaydı, “Hoş geldiniz, size nasıl yardımcı olabilirim.” Samimiyetsiz halini yadırgadım, gülümsemesinin arkasından ana avrat düz gidiyor gibiydi çünkü… Gözüm eski gişe memurlarını aradı, hani istese çekinmeden ana avrat düz gidecek olmanın samimiyetine sahip olan… Yine “Boş ver!” dedim içimden, kadına ise “Eskişehir’e…” dedim ki kadın yine aynı gülümsemesiyle lafımı kesti, “Eskişehir hattı için Eskişehir Özlem YHT gişesine gidebilirsiniz.” diyerek bana tam karşıdaki bir gişeyi gösterdi. Yine şaşırmıştım, ama şaşırmaktan bıktığım için “Tamam.” dedim sadece,” Herhalde bu kadar gişenin hikmeti güzergâhlara göre ayrılmalarıymış.” diye düşündüm. O gişe de boştu, hemen klonlanmışçasına diğerine benzeyen o kadına da onun aynı sözlerinden sonra sordum: “Eskişehir’e gidecektim de, saat on bir buçuk treni için yer var mı acaba?” Beklediği buymuşçasına önündeki ekrana eğildi, eli bilgisayar faresindeyken “Beş lira doksan dokuz kuruş.” dedi. Tren biletlerinin ucuzlayacağı söyleniyordu da, bu kadarını beklemiyordum doğrusu… Şaşkın bir sevinçle cebime attım elimi, parayı hazırlarken kadın tekrar sordu, ama sanki bana cilve yaparcasına bir gülümsemeyle: “Yalnızca üç lira farkla İstanbul’a gitmek ister misiniz?” Tutamadım kendimi, “Çüş!” dedim. Sonra toparlandım hemen, “Yok,” dedim, “işim Eskişehir’de, başka bir zaman kısmetse…” Ben onu pek anlamasam da o beni gayet iyi anlamış gibiydi, tebessümlü bir ciddiyetle başını önüne eğip tekrar bilgisayar ekranına döndü, hemen yine sordu: “Hangi mevki olsun efendim, Bussiness Class, VIP…” diyerek bir sürü İngilizce terim saymaya başladı, bu kez kendimi tutamamaktan öte dayanamadım, “Hepsi de Eskişehir’e gidiyorsa fark etmez, o beş lira doksan dokuz kuruşluktan olsun” dedim. “Peki Bussiness Class’tan veriyorum.” dedi. “Höh” dedim. “İçecek ne istersiniz” diye sordu sonra, sigara krizim tuttu, bir an önce sigara içebilmek için “Varsa Portakal suyu.” deyip geçiştirmek istedim, bir yandan da “Ketçap Mayonez, bir de acı sos da olsun.” dememek için kendimi zor tuttum. Sonra yine sordu: “Bay yanı mı bayan yanı mı olsun?” diye, “Varsa güzelinden bayan yanı olsun.” demedim yine, karşı cinsle sadece yan yana oturmaktan hallenecek ergenlik yıllarımı çoktan geride bıraktığım için “Fark etmez.” dedim. Yine aynı samimiyetsiz gülümsemeyle “Üç lira farkla bayan arkadaş ister misiniz yanınıza?” dedi. Bu sefer de dayanamadım, “Hızlı trende yataklı vagon yok ki, hem zaten onun içtiği portakal suyu yirmi lira falan olur.” dedim. Yine gülümsedi, ama belli ki söylediklerimden değil, görev icabı… Ama ben TCDD’nin pezevenkliğe de başlamasına katıla katıla gülüyordum içimden… Sonra yine sordu: “Pencere kenarı mı, koridor mu?” Tam sonunda tanıdık bir soruya rast geldiğime şükrediyordum ki devam etti sormaya: “Yemekli vagon mu, yemeksiz vagon mu, tuvaletli vagon mu, banyolu mu?” Yine “Fark etmez,” dedim, “hepsi de aynı lokomotife bağlıysa hepsine yürür giderim.” “Ama olmaz,” dedi, “tüm vagonlar ücrete tabi.” Yine uzatmak istemedim, “Peki dedim, yemekli vagon olsun da portakal suyuyla votkayı karıştırırım.” dedim, yine “Olmaz,” dedi, “trenlerimizde alkol satışı yasak.” İçimden “La havle!”, dışımdan “Olsun,” dedim, “ben nasıl olsa sırf suyla sarhoş olmasını bilenlerdenim.” Kadın ise “Haaa,” dedi, “öğrenci bileti mi olsun, tam mı?” Yaşımı hesaba katmadan pasoma güvenerek hemen “Öğrenci.” dedim. Kadın yine tıkır tıkır klavyede yüzbinlerce tuşa bastı, sonra dedi, “Buyurun, dokuz lira doksan dokuz kuruş.” Ben “Hani beş lira doksan dokuz kuruştu?” diyecek oldum, demedim, çünkü nasıl olsa bunun da cevabı hazırdı, o cevabı duymak istemedim. Cebimden parayı çıkarttım, verdim, ama o kadın her zamanki gibi bir kuruş para üstümü vermedi. Ne bir kuruşu bahşiş verecek kadar cimriydim, ne de isteyecek kadar yüzsüz, yine boş verdim, ya da görmezlikten geldim. Verdiğim on lira karşılığında aldığım bilete bir göz attım gişelerden uzaklaşırken. Üzerinde “TCDD Ltd. Şti.” yazıyordu, ben yine boş verdim. Yarım kalan sigaramı içmek için garın önüne çıktım, sigaramı tekrar yakıyordum ki önce ambulans sirenine benzer bir ses duydum, sonra bir şey ayaklarımın altından girip beni kaldırdı. Şaşkınlıkla dönüp baktığımda da badem bıyığıyla başbakana benzeyen orta yaşlı bir valiz taşıyıcısı bana telaşla söylendi: “Sigara içmeyin, bırakın şu mereti, hem paketini imzalayıp bana verirsen seni trene kadar bedava taşırım.” Ben de “Yok!” deyip “manyak mısın”la devam edecektim ki adam devam etti: “O zaman anlaşalım, o ağzındakini söndür seni yine taşırım.” İnat ettim, söndürmeyecektim de, taşınmayacaktım da… Geri bir adım atıp bavul taşıyıcısından inmeye çalıştım, ama adımımı yakaladı, inemedim. Üstelik sigarama doğru öyle bir üfledi ki o adam, sigaram söndü. Yine inat ettiğim, çakmağıma elimi attım, ama çakmağımı çaktığımda ağzından ateş yerine yangın söndürücü köpüğe benzeyen bir şey çıktı. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum, bir yandan da şaşkınlıktan bavul taşıyıcısının üzerinde kalakalmıştım. Deli olduğunu düşündüğüm adam bunu fırsat bilmiş olacak yine ambulans sirenine benzeyen bir ses eşliğinde beni büyük bir hızla garın içine taşımaya başladı. “Bırak beni,” diyordum “ben bavul değilim, kendim yürüyebilirim!” Ama cümlemi bitirmeden kendimi trenin yanı başında buldum. Adam ise bana bir şey demeden arkasını dönüp gitti, dikkat ettim, siren sesi ağzından çıkıyordu. Ne yapacağımı kararlaştırmak için saate bakayım dedim, ama saatimin kaçı gösterdiğini okuyamadım. Sonra hızlı trenin değil de eski model trenlerin düdüğüne benzer bir ses duydum, sonra da simitçi bağırışına benzeyen bir ses: “Eskişehir treni kalkıyoooor, durmak yok, yola devam!” Bense telaşla kendimi trenden içeri attım, elimdeki bilete bakarak vagonumla koltuğumu bulmaya çalıştım, yine garip, baktığım ilk koltuk benim koltuğumdu, numaraları tam okuyamasam da anlamıştım bunu… Geçip oturdum yerime, beklemeye başladım. Bu sefer de trenin içinde bir ses yankılanmaya başladı, ama bu ses tanıdık bir sesti, başbakanın sesi: “Kıymetli yolcular, ben makinistiniz Recep Tayyip Erdoğan, Allah’ın izniyle inşallah trenimiz hareket etmektedir, vatana millete hayırlı uğurlu olsun.” Sonra bir alkış, bir kıyamet, diğer yolcuların varlıklarını ve vagonu tamamen doldurduklarını ayağa kalkıp çılgınca alkışlamalarıyla ancak fark etmiştim. Ama ben ayağa kalkmadım, alkışlamadım da… Bu isteksizliğime içimde bir kulp bulmaya kalmadan birden başımda o belirdi, başbakan! Boyu nedeniyle mi, başka bir nedenle mi anlayamadığım bir şekilde bana ta tepemden bakarak efe bir alaycılıkla konuştu: “Kalk bakalım delikanlı, TCDD yan gelip yatma yeri değil!” Ama ben hiçbir şey diyemedim, çok şey söylemek istiyordum da sanki görünmez güçler benim konuşmamı engelliyordu. Sonra başbakan yanında beliren polislere döndü ve kudretli bir şekilde söylendi: “Alın bunu, alın bunu, lokomotifin önüne koşun da aklı başına gelsin!” Ben “Hayır!” diye bağırmak istedim, yine sesim çıkmadı, sonra polisler beni yaka paça kaldırdılar, beni yuhalayan diğer yolcuların arasında çeke çeke sürüklediler, ilk vagondan çıkar çıkmaz kendimi rayların üzerinde, lokomotifin önünde buldum. Benim gibi bir sürü insan lokomotife bağlı ipleri sırtlamış, treni var güçleriyle çekmeye çalışıyordu, başlarında ise polisler, askerler, üniformalı bin bir türlü insan onları kırbaçlıyordu. Tam benim de elime bir ip tutuşturup beni de kırbaçlayacaklardı ki, sonunda sesim çıktı, “Hayır!” diye bağırdım ve gözlerimi açmamla rahat bir oh dedim. Yatağımdaydım. Belli ki rüyayla kâbus arası bir şey görmüştüm uykumda… Ama üzerimi bu sefer yorganım örtmüyordu, uykuya dalmadan az önce okuduğumu hatırladığım gazete örtüyordu. O gazeteyi kaldırdım, açık olan ve en son okuduğum sayfaya baktım. Gazetenin ara sayfalarından birindeki o küçük başlık tekrar gözüme çarptı: “TCDD Özelleştirildi” Gördüğüm rüya saçma sapan bir rüyadan ibaret olsa da bu gerçekti.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seyda Kesikoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |