Gerçek sanat, gizlenmesini bilen sanattır. -Anatole France |
|
||||||||||
|
O gücün sahneye çıktığı bir yer... Şarapçı Salih her gün olduğu gibi o sabah yine evinden yola çıktı. Bir elinde poşeti diğer elinde bastonu olduğu halde ağır aksak yürüyordu. Altmış yaşlarında olması bir yana sefil şarapçı geçmişine rağmen hiçte çökmüş bir ihtiyara benzemiyordu. Simsiyah saçlarında beyaz bir saç teline rastlamak imkansızdı. İri yapılı, gayet yakışıklı, uzun boylu bir adamdı o. Üstündeki yıllanmış elbiseler, vücudundan yayılan o korkunç kokular bu heybetli vücuda hiç de yakışmıyordu. Hele bir de o baston. Bir kokarcadan hatta bir leşten daha da beter kokardı Salih. Kimileri bu kokunun onun için vazgeçilmez bir yaşam kaynağı olduğunu söylerdi. Keza bastonu için de öyle söylediler. Baston denen o araç çoğunlukla insanlar da acıma duygusunu kabartırdı ve onu gören bir insan sadaka vermekten hiç çekinmezdi. Baston hikayesi de yaşam yolculuğunun en keskin dönemeçlerde ki virajlardan bir sahneydi. Yıllar öncesi bir kavgaya istemeden şahit olmuştu Salih. Mahalle arasında terk edilmiş bir arsada içerken iki grup şarapçı serserinin kavgaya tutuşmasını gülerek izliyordu. Tekmeler, yumruklar, bıçaklar, sopalar havada uçarken Salih daha da çok güldü. Kavga edenlerden bir psikopatın dikkatini çekene kadar kıs kıs güldü. İnsanlar can derdine düşmüşken başka bir insan onları gülerek zevk içinde izliyordu. Psikopatın parmak işaretini görenler kavgayı bıraktı ve o parmağın gösterdiği yöne baktı. Parmak şarapçı Salih’i gösteriyordu. Psikopat pek de öfkeliydi. “Aga şu orospu çocuğuna bakın, bize resmen gülüyor lan bu” diyordu... Salih’in son gördüğü sahneydi o parmak. Eller de sopalar, bıçaklar olan iki grup ona doğru koşuyordu. “Yandım anam” demesi durumun son vehametini göstermişti. Bir tanesi “Ölüyor lan bu kaçalım.” diyene kadar onu dövdüler. Birkaç bıçak darbesi, bir ayak kırığı ile bu olayı çok ucuz atlatmıştı. Ama iki grup serserininde yıllar boyu sürecek olan bir dostluğuna da vesile olmuştu. Bir ay kadar süren zorunlu yatak istirahatinden sonra bastonu ile yola çıktığında o mucizeyi fark etti. Hangi esnafa uğramışsa, hangi kahveye girmişse insanlar ona yardım yağdırıyordu. Ertesi gün de öyle oldu. Bir hafta sonra da. İkinci hafta doktorun karşısına çıktığında elindeki yeşil kartı bir kağıt gibi parçalayarak onun suratına fırlatıp attı. Ayağının düzeltilmesi için yapılması gereken ameliyatı reddediyordu. Devletin verdiği o Allahın belası yeşil kartı da artık istemiyordu. Bir dönemin yakışıklı, hızlı gençlerinden azılı minibüs, taksi şoförü nam-ı diğer Korsan Salih yeni bir hayata başlamıştı. O sakat bir adamdı ve insanlardan yardım bekliyordu. Uzun süren bir içki yolculuğuna çıktı. Durmadan içti. Sabah akşam demeden kusana, sıçana kadar içti. Bazı seneler o şarapçı evinden kamyonlar dolusu boş içki şişeleri çıktı. Buna rağmen saçının bir teli hala beyazlamamıştı. Salih o gün de yine yola koyuldu. Kahveleri dolaştı, esnafları gezdi. Az çok yine yolunu bulmuştu. Kasaptan kemikleri sakatatları topladı. Şarabını aldı. Eski insanlara selam verirken, yeni insanlara küfür etti. Tarihi Rami kışlasına adım atar atmaz diğer şarapçılara günlük selamını verdi. Yıkık binaların, ağaçların, terk edilmiş hurda araçların arasındaki hırsızlar, esrarkeşler, şarapçılar da onu selamlıyordu.Birçoğunun hayat hikayesi Salih’ten daha beter durumdaydı ama onu görenler haline şükür ediyordu. Bu dünyanın bir felsefe kuralıydı bu durum. Birinin felaketine, diğeri üzülüyordu. Birbirlerine üzülenlerin bir yaşam direnciydi bu maneviyat. Bütün sahneleri izleyen bir adam vardı...-"Tanrının Yumruğu"- Yabancı bir adam süredir bu alanda dolaşıyordu. Hiç kimsenin daha önce görmediği tanımadığı bu adam insanları izliyordu. Gülenleri, ağlayanları, küfür edenleri bir süre seyretti. Ve onların arasına katıldı. Onlarla içiyordu. Onlarla güldü. Şarkı söyledi nara attı. Kavga edenleri ayırdı. İyilikten bahsederken günah sevap kavramlarını masaya yatırdı. Çevresindekilere sürekli günah işlememeleri için telkinlerde bulundu. Hemen herkes bu adama saygı duyuyordu. Ama insanlar onun görüntüsünden korkmuştu. Ağzından bal damlayan bu adamın fark edilemeyen insanları ürküten bir yapısı vardı. O bir devdi. İki metreye yakın boyu ve yapısıyla insanlara üstten bakıyordu. Belanın zirve yaptığı bu yerde bu adamın ne işi vardı. Hırsızlar, katiller, şarapçılar, pezevenkler, esrarkeşler önünde eğiliyordu. Bir süre sonra şarapçı Salih de saygı duyanların arasında yerini alıyordu. Üstelik o saygıyı daha da çoğalttı. "Tanrının Yumruğunu" gördüğünde bir kedi gibi ona yanaştı. Bazen bir köpek gibi kuyruğunu salladı. Onun paçalarına sürünmekten çekinmedi. İçtiği şarabını ona ikram etti. Bu ilgiye o da karşılık verdi. Salih’i bir mürit olarak görüyordu. Salih’in yükü bundan sonra iyice bir ağırlaştı. Kendi karnını doyurmadan önce "Tanrının Yumruğunu" doyuracaktı.Kutsal derviş, mürit ortaklığı bunu emrediyordu. Daha çok dilenme zamanı gelmişti. Dolaştığı kasaplar, ciğerci, kahvehane sayısı artıyordu. Bastonu dahi bu yükü çekmekte zorlanmıştı. Kan ter içinde güç bela elinde poşetlerle kışlanın o cehennem arazisine girdiğinde onu hemen arıyordu. "Tanrının Yumruğu" iki kilometre ötede, ağacın dibinde tüm heybetiyle ona bakıyordu. Gülümsüyordu müridine. Acaba ne vardı o poşetlerin içersinde. Yaralı bir aslan gibi ona doğru koşuyordu Salih. Yarı kükreyek, hırlayarak, çığlıklar atarak ağacın dibine ulaştığında bir kedi gibi kafasını ona doğru uzatıyordu. Koca bir el o kafayı bir bebek şefkatiyle okşadı sürekli. O dev adam ona üstten bakıyordu. Çevredeki bütün şarapçılar, keşler bu ilişkiyi kıskanmaya başlamıştı. Geceleri ateşler yanıyordu. Her şarapçı grubunun bir ateşi karanlıkta bir yıldız gibi parlarken gözler yine ağaçların arasında "Tanrının Yumruğunu" arıyordu. O bir ateşin önünde söylevini verirken kükrüyordu. “Ey insanlar, ey arkadaşlar, yanlış yapmayın. Lütfen günah işlemeyin. İnsanlık, dürüstlük, ahlak, erdem, namus, inanç bizim maneviyat çimentomuzdur” derken, haykırıyordu. Ateşin yarattığı bu dev gölge bazen tüm araziyi kaplıyordu. Bütün şarapçılar o gölgenin altında ezilmemek için birbirlerine sarıldı. Şarapçı Salih çok rahattı. "Tanrının Yumruğu" ona sahip çıkmıştı. O geceyarısı "Tanrının Yumruğu" çok öfkeliydi. İnsanın kanını donduracak bir ses tonuyla haykırıyordu. Şarapçılar, psikopatlar, o gece adeta kaçacak yer aradı. Yanan ateşler bir anda söndürüldü. “Gelin yanıma, gelin bana günahlarınızı anlatın. Haydi sizi bekliyorum insanlar, nerelerdesiniz. Haydi gelin, ortaya çıkın” diye bağırıyordu. Katillerin kuyruğu sıkıştı o gece. Hırsızlar tövbe ediyordu. Tecavüzcüler, pezevenkler fareler gibi sessizdi. Yüzlerce suçlu, serseri bir çocuk gibi çaresiz kaldı. Sonra bir ses çıktı. “Ben anlatmak istiyorum” diyordu o ses. Kulaklar duyduklarına inanamadı. "Tanrının Yumruğu" şaşırdı. Uzak diyarlardan beklediği o günahkar insan karşısında ona bakıyordu. Bu bir işaretti...Tanrı yine bir mucizesini göstermişti.Yüzlerce metre mesafelerde içen gruplar sinmiş, şaşırmış bir halde onu dinliyordu. O sese baktı...Ne diyordu bu Salih ? “Sen mi Salih?” diye sordu. “Evet abi ben itiraf etmek istiyorum” diyordu. Bir daha sordu... “Seni dinliyorum o halde söyle bana işlediğin en büyük günah neydi, hadi onu anlat bana ” “Abi çok pişmanım. En yakın arkadaşımın karısını becermiştim “ diyordu ağlarken. Ölüm sessizliği vardı. "Tanrının Yumruğu" sessizdi. “Kimin karısıydı o?” diyene kadar. “Şakir’in karısı” dedi gözyaşlarını silerken. Şarapçılar, hırsızlar, katiller ağlamamak için direniyordu. Köpekler kulaklarına inanamıyordu. Şakir’in o koca kıçlı karısını mı becermişti Salih?.. Nasıl yapmıştı bu işi? O karıyı becerme hayali kuran binlerce insan arasında onbinlerce mastürbasyona sebep olan kadını beceren bir insanoğlu yer yüzünde tek Salih miydi? “Bunu nasıl yapabildin ey Salih?” diye soruyordu. Büyük bir üzüntü içersinde kendini kahrederken, yumruklarını sıkarken ısrarla soruyordu. Şakir gibi efendi bir adamın karısına bu yapılır mıydı. Yuvası dağılmıştı Şakir’in. Salih onu iyice bir becermişti. Sonra başka bir Salih’e devretmişti. Onlarca Salih de sıraya girmişti ama bu Allah’ın belası kışlada o koca kıçı becerme şansına ulaşan tek kul Salih’ti. Zavallı Şakir kahvelerde otururken tüm insanlar ona bakıyordu. Çarşı’da, pazarda her yerde insanlar onu büyük bir üzüntü içersinde izliyordu.Karısını becerenler daha çok üzülmüştü. .. “Yapman gerekeni biliyorsun değil mi Salih?” diyordu tüm duygusallığı ile. Gözlerindeki yaşları zaptederken “Evet” diyordu Salih. Ayağa kalktı..."Tanrının Yumruğunun" önünde diz çöktü. "Tanrının Yumruğu" tüm gücüyle haykırırken iki elini havaya kaldırdı. “Duydunuz değil mi insanlar, ey inananlar, ey orospu çocukları, bu adamın itiraflarını duydunuz değil mi?” diye soruyordu haykırırken. Karanlığı sessiz bir uğultu kapladı. Herkes bir şekilde cevapladı. Bazıları hala ağlıyordu. “Evet duyduk, duyduk onu” diyordu uğultu. Yanan ateşten bir dal çıtırtısı duyuldu. Duyanlar o sesin ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Kırılan bir çeneden duyulan bir çıtırtıydı. İkinci yumruğu yemesine rağmen güçlükle de olsa yine kendini toparlamıştı. Ağzından burnundan kan fışkırırken son gücüyle yine geldi önünde diz çöktü. Üçüncü yumruğa hazırdı. “Ey Salih bunu nasıl yapabildin?” dedi son kez o yumruğu sallarken. O şimdi ayaklarının dibinde yatıyordu. Salihin suratında, az da olsa bir gülümseme belirdi... Üstünü silkelerken öfkeyle bağırdı. “Alın lan şunu en yakın hastaneye götürün başımıza iş çıkmasın” Salih’in en yakın arkadaşı Şarapçı Ahmet koşarak geldi. Salih’i kucakladı. “Yalçın abi bunu hangi hastaneye götüreyim” diye soruyordu. “Ne bileyim lan ben. İşim var benim. Aksaray’da meyhanede bekleyenler var, oraya gidiyorum” diyordu. Namlı kabadayı Yalçın abi araziden çıkarken tüm gözler onu hayranlıkla izliyordu. Acaba kendilerine sıra ne zaman gelecekti? Bir dönem , Eyüp ilçesini titretmişti bu acımasız sert kabadayı. Şimdilerde ise misyonu gereği bu günahkar insanları, yola getirmek için yoğun bir çaba sarf ediyordu. Bir ambulansın gelmesi için on dakikalık bir süre yetmişti. Şişli Etfal hastanesinin acil servisine ulaşması için bir o kadar süre yeterliydi. Ona ne olmuştu? Polislerin, doktorun sorularını gülümseyerek sessizce cevapladı. Kafasını bir mumya gibi sardıklarında ise mutluluğu daha da çok arttı. Yalçın abi onu bu sefer gerçekten rahatlatmıştı. Ona dua ederken şükranlarını sunuyordu. Bu dayak onu en azından altı ay idare ederdi. Şarapçı Ahmet ise ambulans daha gelir gelmez olay yerini terk etmişti. Koşar adım giderken önüne çıkan herkese heyecanla olayı anlatıyordu. “Yalçın abi Salih’i çok pis dövdü. Ama hak etti” diyordu. O hızla kışlanın arazisinden çıkmıştı. Oradan Eyüp’ün dar sokaklarında koştu. Önüne çıkan dilencilere, camiden çıkan sefil ihtiyarlara anlatıyordu. Sonra Gopaşanın belalı meyhanelerine kadar gezdi. Dolaştı durdu. İslambey mahallesinin tinercileri, Sarıgöl’ün hırsızları, minibüsçüler, taksiciler, esnaflar, emekliler, yetimler, serseriler, işçiler bu olayı tartışıyordu. Hemen herkes bir konuda hemfikirdi. Yalçın abi gerekeni yapmıştı. İnsan en yakın arkadaşının karısını hiç becerir miydi? Memlekette sanki karı mı kalmamıştı? Yalçın abinin sürekli artan bu gücünü bu performansını aslında takdir etmekten başka bir çarede yoktu. Altmışını geçmesine rağmen bu adam hala gücünün zirvesinde sayılırdı. İnsanların anlayamadığı beklide anlamak istemediği bir durum vardı ki bazı eskiler bu sorunun cevabını arıyordu. Evet Yalçın abi eski İstanbul delikanlısıydı.O yetmişli yılların Eyüp ilçesinde namlı kabadayı, harbi delikanlı bir adamdı. Mahallenin karısına, kızına yan bakanı, ters, düz bakanı döverdi. Dışarıdan gelen yabancıları, serserileri, esrarkeşi, hapçıyı, hırsızı bu yüzden hiç acımadan ezerdi. Bir vaka var ki birçok kişi bir olayı hala çok iyi hatırlar. Bir gün adamın birine çok öfkelenmişti. Sadece bir yumruktu. Adamın çenesi kırılmıştı. Kırılması neyse de adam üç ay boyunca bitkisel bir hayata giriyordu. Aldığı iki yıl hapis cezasını Trakya'da bir cezaevinde çekerken Kasımpaşalı eski bir kabadayı olan geleceğin başbakanı ile tanışacaktı. Yalçın abiye gelen ziyaretçilerde ona gelenler kadar kalabalıktı. Cezaevine hemen her gün Eyüp ilçesinden Kasımpaşa’dan araç konvoyları geliyordu. Sonraları uzun süren bir olgunluk, tecrübe dönemine girmişti. Kırklı yaşlarda artık o daha çok sevilen saygın bir adamdı. Çevresi sürekli olarak eski, yeni insanlar ile doluyordu. İriyarı gövdeye, o kalın bıyıklara, kalas gibi kollara, o demir yumruğa insanlar gereken saygıyı, sevgiyi gösterdi. Sonra birden bire üstelik ellisinden sonra eskiye dönüş yaparak yine sahneye çıkmıştı. Meyhanede , kahvede, minibüste, bazen sokakta nerede rast gelirse insanları tekme, tokat çarpıyordu. Tuhaf olanı ise insanlar onu tahrik ediyordu. Bu insanlar acaba delirmiş miydi? Eli çok ağır ve sertti. Bazen bir tokat yeterliydi. Bazen de bir yumruk. Üçüncü aşama ise kesinlikle bir hastanenin acil servisi olurdu. İnsanlar resmen göz göre göre ona çatıyordu. Bazılarının kafasının iyi olması neden gösterilse de hiç içmeyenler bile bazen önüne çıkıyordu. O yüzden çoğu anlarda sık sık bu insanlara “Yahu bir türlü anlayamıyorum. Hep ben mi bulur bu belalar” diye sitemde bulunurdu. Üstelik dövdüğü insan profilleri de sürekli değişecekti. Serserilerin, suçluların yerini şimdiler de işçiler, memurlar, emekliler, esnaflar bazen de eski arkadaşları da dayak listesinde yer almaya başlamıştı. Üstelik bu listeye girip nasibini alanlar onu daha çok seviyor daha çok arıyordu. Yalçın abi aranan bir adam olmuştu. Kahvede otururken, meyhaneye, ya da herhangi bir yere giderken çevresi sürekli insanlarla dolup taşıyordu. Neler oluyordu? Bu soruyu sorma cesaretine ulaşabilen tek bir insan vardı. Bu olayları gözlemleyen ve düşünen bir adamdı Tilki Selim. Bir dönemin yakışıklı. hızlı, zampara gençlerinden üniversite mezunu eski şirket müdürü şimdilerin sefil adamı, şarapçısı, berduşu olan Selim’in bir tezi vardı. Onu düşüncesi insanları hayrete düşürmüştü. Olayı geçmişte aramak gerekliydi. Yalçın abinin fark edilemeyen gizli bir müritler ordusu vardı. Aralarında emeklisinden, memuruna, esnafına, işçisine, suçlusuna kadar hemen her kesimden insanlardı bunlar.Evet insanlar sürekli onu takip ediyordu. Bu insanlar askeri darbeleri, mahalle Nazi karakollarını görüp yaşamıştı. Onlar yetmezmiş gibi birde o eski kültürün olduğu yıllardaki semt kabadayılarının şiddeti yok muydu? Elbette vardı. Bu toplumun bireyleri bu süreçte hangi makama, mevkiye, konuma ve belli yaşlara gelseler de o acıların vermiş olduğu zevkin dayanılmaz hafifliğini o hazzı unutamamıştı. Artık askeri darbeler, kabadayılar, yoktu. Polis, asker sokakta dayak atmıyordu. Peki bu adamlara bu saatten sonra kim dayak atacaktı? Bu insanlar artık mazoşist olmuştu. Tanrının Yumruğu ise ortaya çıkan bir mucizeydi. O geçmişten kalan acı çektiren tek unsurdu. Tilki Selim eski solculardan üstelik günümüzün sıkı Atatürkçülerinden birisiydi ve teorisinde haklı olduğunu ısrarla söylüyordu. Acı çekme sırasında kuyruğa girilmişti. Emekliler, işçiler, suçlular, solcular, Atatürkçüler hemen herkes…Selim bunun farkına vardığı anlarda Yalçın abinin bir tokadına denk gelmişti. O alanı hemen bir fare gibi sessizce terk etmek zorunda kalmıştı. Yalçın abi aynı zamanda dindardı. Ayrıca yeni iktidarın fanatik bir taraftarıydı. Hem içki içen müsait olduğunda namazını kılan entelektüel bir boyuta ulaşabilen nadir insanlardan birisiydi. Selime göre hastanelerin acil servislerinin ücretsiz olmasının tek nedeniydi Yalçın abi…. Geçmiş dönemin insanları günümüz değişiminde eski bir eşya gibi bir kenara atılmıştı. Artık kimse kimsenin makamını, ünvanını iplemiyordu. Bir şarapçı ile bir polisin, bir hırsız ile bir avukatın, bir serseri ile öğretmenin arasında hiçbir fark yoktu. Bunların küçük bir versiyonu tarihi Dumlupınar kışlasının terk edilmiş arazisinde buluşuyordu. Onlarca, yüzlerce insanlar gruplar halinde içerken Tanrının Yumruğu’nun önünde diz çöküyordu. Ona yanaşmak için içki ısmarlama kuyruğuna girebilenler çok mutluydu. O saatlerce hiç durmadan geçmişten geleceğe doğru giden süreci ve insan yolculuğumuzu ateşli söyleviyle anlatıyordu. Bir gün polis bu araziye büyük bir operasyon yapmıştı. Onlarca motorlu yunus ekiplerinin genç hızlı, kahraman polisleri kimlikleri toplarken şok geçiriyordu. Toplumun bütün katmanları iç içe girmişti. Yaşlısı, genci içerken hem ağlıyor, hem gülüyordu. Birçoğu gözaltına alınmak için adeta dayak yemek için polislere yalvarıyordu. Ak saçlı birisi “ Evladım ben emekli bir karakol amiriyim” diyordu. Yanındaki şarapçı Kıbrıs gazisi emekli subaydı. Bir diğer şarapçı ise ünlü gazino sahibiydi. Bir diğeri eroinman, diğeri biri ise hırsızdı. Genç polis memuru şaşkındı.” Ama başkomserim” derken o ise “ Beni kader bu hale getrdi ” diyordu. Tarının Yumruğu ise koca gövdesiyle ayağa kalkmıştı. Kalın, boğuk sesi ile polislere çıkışıyordu. “ Evet doğru söylüyor. Kader bu insanları bu hale getirdi ” diyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şenol Durmuş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |