sen bir beyaz kağıttın, şairliğime layıktın. sana şiirler yazmak isterken, sen buruş buruş olan yüzünü gösterdin ve yaşlı olduğunu söyledin. ne büyük cahildim, beni sevmediğini sandım. ne büyük cahildim. bilemedim ki en güzel sözler buruşmuş kağıtlarda olurdu. kırışmış yüzünde ne gizli vadiler ne şiirlerden çiçekler saklıydı bilemedim. seni kırışmış yüzünle sevmek istedim. sen bana git yüzüne fondeten süren yaşlılığın güzelliğinden mahrum kadınları sev dedin. sonra yine dedin ki öyle yıllanmış köy çeşmeleri vardır ki, içinden cana can katan sular çıkar. ben de yaşlıyım ama hayat doluyum dedin. sen git içinden kokulu sular akan plastik borulara benzeyen kadınlara dedin. ben de sana seni önce cam bardaktaki su gibi içmek istiyorum. sonra o cam bardağı yer gibi seni dudaklarımı ve gırtlağımı kanata kanata yemek istiyorum. seni içimi acıta acıta sevmek istiyorum dedim. o vakit gözlerinin pervazlarında oturan bir genç kız gördüm. Önce bakışlarını gül yapıp attı bana, ardından gözyaşlarınla beslenmiş karanfillerine serdi yollarıma. sen gözlerinle bir dağ zirvesiydin. bakışların çığ olup düştü üstüme. üşüdüm önce. sonra eridi üstümdeki karlar. bir baktım bembeyaz bir kardelen gibi duruyorsun yanımda. öyle bir güzeldin ki kendimi cehennem gibi hissettim yanında. kapkara bir odun oldum, kör kütük sarhoş oldum. seni seviyorum derken zirvelerden yine çığ düştü üstüme. eridi üzerimdeki kar. bir baktım sımsıcak bahar toprağı gibi karşımdasın. hangi çiçek olarak açayım diye düşündüm önce, bir baktım gül dalı oldun. gonca gibi yapıştım bedenine. seni çok sevdim. sordun ki bana aşk nedir? ne büyük cahildim bilemedim. cevabını verdin ardından: aşk dediğin kudurmuş at gibi olmalı. sadece sahibini tanımalı. gerisine ya nal göstermeli ya da çifte atmalı. çok şaşırdım. kuyruğu abışının arasına sıkışmış bir kurt gibi yalnızlığıma uludum o an. sen de beni gece gibi gözlerinle yine vurdun. ve ben sana en son şunu diyebildim: bakışlarımı acıtmayana ben güzel demem. gözlerimden yaş olup akmayana ben sevgili demem.