Bilim şaşkınlıkla başlar. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
Bu sesler en çok ne zaman yükseldi? TSK’nın Kandil’e başlattığı hava harekâtından sonra... Hatta hava harekâtından da üç gün sonra... Zira, TSK bu defa daha öncekiler gibi gidip dağı taşı bombalamadı. Yüz civarında militan, onlarca barınak, mağaralar, silah ve mühimmatlar berhava edildi. Yüze yakın da yaralı terör örgütü mensubu olduğu açıklandı... Terör örgütünün aldığı yara büyük bu kez... Kaç gündür lider kadrosundan mutadları üzre tehditler, horozlanma sesleri falan da duyulmuyor. Ölen öldü, kalanlar da inlerine sığındılar, can derdindeler. Öyle anlaşılıyor ki dışarı çıkıp meydan okuyacak güçleri yok bu sefer. Hele bir de peşinden kara harekâtı başlarsa bu defa, Eylül ve Ekim aylarındaki müsait hava şartlarından da faydalanacak olan TSK, Kandil’in tepesine kadar gidecektir. Topyekûn bir harekât, PKK’nın da Kandil’den topyekûn sürülmesi veya imhası anlamına gelir... Batılı devletlerden ve ABD’den eskisi gibi yardım edilmeyeceğini veya en azından hoşgörü gösterilmeyeceğini çok iyi bilen PKK, bu sefer papucun çok pahalı olduğunu da çok iyi biliyor... İçerideki sivil militanlar, siyâsetteymiş süsü verilen sivil tetikçiler, medyadaki PKK muhipleri de, daha öncekiler gibi efelenmek yerine “yandım anam” feveranıyla “savaş dursun” yaygaraları koparmaya başladılar... Pekiyi aylardır vuran PKK için bu feveranlar niye duyulmuyordu? Saçı sakalı birbirine karışmış entel görüntüsü vermeye çalışan birtakım kıllı kıllı adamlar benim ilgi alanım dışındalar... Sorularım ilgi alanım içinde olanlaradır. Güya akil adammış rolü oynayanlar, güya filozofmuş havasıyla hem medya hem de siyâset mahvillerinde Türk solunun kangrenleşmiş hastalığı olan süslü sloganlarla ortalıkta kasım kasım kasılarak başlarından büyük lâflarla ahkâm kesenler... Düne kadar niye sesiniz çıkmıyordu? Seçimden sonraki süreçte kaç vatan evlâdı şehid edildi, kaç fidan yere düştü? Neden düne kadar sustunuz? Bırakın entel dantel palavralarını da adam olun önce... İnsan olun insan... *** Bugün, Ertuğrul Kürkçü ve Sırrı Süreyya Önder bir bildiri yayınlamışlar. Buyurun bazı kısaltılmış bölümler. Sol ağızlardan dökülen kronikleşmiş süslü sözlere dikkat buyurunuz ey âziz okurlar!.. "Savaş başladığı zaman ilk önce hakikat ölür. Burada öldürülen hakikat, öncelikle "Kürt" meselesidir; tarihseldir ve sadece doğuştan sahip olunması gerekirken gasp edilmiş olan hakların iadesiyle bile barışcıl bir çözüm zeminine oturması mümkündür. Haysiyet ve kimlikleri zorbaca ellerinden alınmış, anadilinden gayri dillere mecbur edilmiş milyonlarca Kürt var. Bu zulme itiraz ve özgürlük taleplerinin bir isyana dönüşmesiyle ancak idrak ettiğimiz Kürt hakikati bugünkü savaşın da ilk kurbanı olmuştur. Barışçı bir çözüme kavuşması her an mümkün görünen "Kürt meselesi", hükümetin ilanına göre, artık "yok"tur... Elimizle tutacakmışçasına yaklaştığını sandığımız bu "mümkün" bir serap mıydı? Bizler ve bizim gibi düşünenler bir hayal mi görüyorduk? Yoksa hakiki bir imkan ile aramıza şimdi bir perde mi geriliyor? Bizler, kurulan bütün tuzak ve ötelemelere rağmen, halktan aldığımız yetkiyle, meclis dahil her zeminde yalnızca bu sesi, yani barışın, özgürlüğün ve ortaklaşmanın sesini yükselteceğiz. Barış tavrının en az savaşmak kadar ağır bedelleri olacağının bilincindeyiz.” *** Savaş yeni mi başladı ki hakikat da şimdi ölsün?! Son dört yıldır AKP iktidarı, nerdeyse ülkenin yarısına yakınının acımasız muhalefetine rağmen; bahse konu Kürt haklarını teslime çalışırken, en çok PKK ve PKK’nın sivil militanlarınca dört bir yandan yaylım ateşine tutulmadı mı? O zaman neden sustunuz? İnfaz edilirsiniz korkusu mu yaşıyordunuz? Bakınız ben size çok daha çarpıcı bir örnek vereceğim: Haysiyet ve millî kimlikleri zorbaca ellerinden alınmış, anadilinden gayri dillere mecbur edilmiş milyonlarca Güney Azerbaycan Türk’ü yaşıyor İran’da... Hem de Türkiye’de yaşayan Kürt sayısının üç kat fazlası... Hem de aslî unsur olan Fars nüfustan daha fazla Türk nüfus... Onlar da yıllardır özgürlük taleplerini dünyaya duyurmaya çalışıyorlar!.. Ellerine silah alıp dağa mı çıktılar? Bağlı oldukları devletin sınır karakollarına mı alçakça saldırdılar? Kendi soydaşları da dâhil olmak üzere, bölgeyi haraca mı bağladılar, sivil insanları mı öldürdüler? Kendilerine destek vermeyen soydaşlarına toplu katliam mı uyguladılar? Doğu’dan Batı’ya uyuşturucu ticaretini mi ele geçirdiler? Milyonlarca dolar elde ettikleri uyuşturucu ve silah kaçakçılığı nedeniyle yüzlerce mâsum insanı mı kurşuna dizdiler? Fakir ailelerin mâsum ve bakire kızlarını dağa çıkarıp harem mi kurdular? Bir kısmı, Avrupa’da propaganda yapacağız diye uyuşturucudan gelen milyonlarla Avrupalı lordlardan, kontlardan bile daha lüks hayat mı yaşadılar? Tebriz’in, Erdebil’in, Urmiye’nin esnafını haraca mı bağladılar? 10-12 yaşındaki çocukları devletin askerine, polisine mi saldırttılar? Orman mı yaktılar, iş yerlerini mi kundakladılar, insanları mı diri diri yaktılar? Türkiye’deki 10-12 milyon kadar Kürt’ün millî dili, millî kimliği, millî haysiyeti var da, İran’daki 30 milyondan fazla Türk’ün yok mu? Madem ki zat-ı şahaneleriniz, insan hak ve hürriyetlerini savunuyor, madem ki ezilen, sömürülen, dili, kimliği elinden alınan halklara arka çıkıyorsunuz... Fars despotizmi altında inim inim inleyen bu 30 milyondan fazla Türk için neden iki satır döktürmediniz? O dürr saçılan ağzınızdan, bu 30 milyondan fazla insan için neden birkaç sol kokan süslü söz sadır olmadı? Oysa... Bugün, Türkiye’deki Kürt vatandaşlarımızın elde ettikleri kültürel hakların onda biri bile onların ellerinde yoktur... Hayır, ben, Kürt vatandaşlarımızın kültürel haklarının verilmesine karşı değilim. Bilakis, bugüne kadar verilenler analarının ak sütü gibi helâldir, geriye kalan her hakları da demokratik zeminlerde yasalarla garantiye alınarak verilmelidir... *** Son soru da “ümmetçi münevverlere” Önce bir tespit: Milliyetçiliğin bir hastalık olduğu doğrudur. Ama bu hastalığın tedavisi de bugüne kadar bulunamamıştır. Bundan sonra da asla bulunamayacaktır. Zira, insanın yaradılışında bu hastalık vardır ve yüzde doksan dokuz da genetiktir... Hiçbir ideoloji veya hiçbir din ve dinî argüman bu hastalığı yok edemez... Bu, dünya üzerinde bugüne kadar süregelen tarihî tecrübelerle sabittir... Ve soru: Milliyetçilik hastalığına tedavisel bir çözüm olarak önümüze din kardeşliğini, özelde bizler için İslâm kardeşliğini, ümmetçilik tezini ileri süren muhteremler; İran’da bugün hiç kimsenin inkâr edemeyeceği ve asla küçümseyemeyeceği bir İslâmî rejim var. Üstelik her iki kavim de aynı mezhebin mensubudurlar!.. O zaman bu ümmetçilik tezi orada neden işlemiyor? Neden 30 milyondan fazla insan egemen Fars zulmü altında eziliyor? Nasıl oluyor da üç Türk bir araya gelip siyâset konuşamıyor? Neden kendi dillerinde eğitim alamıyorlar, basın yayın organları yok? Nasıl oluyor da Tebriz’de Ayetullah Şeriat Medârî’nin kabrini ziyaret etmek bile yasaklanıyor? Anladık, Şia’ya husumetiniz var. Ancak insan olarak da mı tasavvur buyurmadınız hiç? Ağzınızdan iki söz sadır oldu da biz mi duymadık? Sünnî Kürt’e yanan bağrınız, Şiî Türk’e gelince taş mı kesiliyor? Ben size daha da acısını söyleyeyim: Eğer tenezzül buyurup bu yazıyı okuduysanız, kalıbımı basarım ki ne Güney Azerbaycan’ın varlığından, ne Tebriz’in nerede olduğundan, ne de Ayetullah Şeriat Medârî’nin kimliğinden haberiniz var. Sizin münevverliğiniz de sizden menkuldür işte... *** Sonuç olarak: Herkes aklını başına toplasın. T.C. devleti ve hükûmeti doğru yoldadır bugün. Önce devletini, millî sınırlarını, vatandaşının asayişini ve huzurunu koruyacak, sonra da her vatandaşının hakettiği kültürel ve sair haklarını teslim edecek... Bir yandan azılı bir canî örgüt kan dökecek, vatanın fidanlarını (ki bu fidanların bir kısmı da Kürt evlâtlarımızdır) üçer-beşer toprağa düşürecek. Uyuşturucudan ve silah kaçakçığından, tehdit ve şantajdan milyonlarca dolar kazanacak, illegal ilişkiler kuracak, haremlerde kandırılmış tertemiz Kürt kızlarının tertemiz iffetlerini kirletecek, sonra birileri de kalkıp onları özgürlük savaşçıları diye yedirmeye kalkacak... Yemezler... Eğer barış istiyorsa: Önce silahı bırakacak, sonra siyâsal zemine gelecek ve bu ülkenin her özgür vatandaşı gibi hakkını alacak, alamamışsa demokratik zeminde insana yakışır bir biçimde insanca talep ve mücadele edecek ve alacak... Budur...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cahit KILIÇ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |