Dünyada birbirinin eşi ne iki görüş vardır, ne iki saç kılı, ne de iki tohum. -Montaigne |
|
||||||||||
|
Türkiye’nin üçüncü büyük kentinde, modern binaları, geniş caddeleri ve rahat ulaşım olanakları ile kentin içinde, eteklerine yaslandığı ormanlarla kaplı dağları, onbinlerce kişinin geçmişten bugüne yararlandığı sahil şeridi ve piknik alanlarıyla kentin dışında sayılabilecek bir ilçede belediye başkan yardımcısıydı. Yıllarca kentin belediye otobüs işletmesini yönetmiş daha sonra bu göreve talip olmuştu. Belediyenin yeni hizmet binası bitinceye kadar geçici olarak yerleştiği deprem konutlarına benzeyen, hepsi çiçeklerle ağaçlarla süslü küçük bir meydana bakan tek katlı prefabrik yapılardan birindeydi çalışma odası. Koltuğuna oturduğunda ilçenin yaslandığı yüksek dağları, aşağıdan dağın zirvesine, yukarıdan aşağıya yolcu taşıyan teleferiği, dağların zirvelerinde yoğunlaşıp, kuzeye akan kara bulutları rahatça görebiliyordu. Başını her kaldırdığında tabiat bütün güzelliği ile karşısındaydı. Zaten hep aradığı da buydu. Hele bir de yağmur yağarsa, tıpırtılarını duyarsa odasının çatısında… Bunun çocukluğunu ve gençliğinin ilk yıllarını yaşadığı köyden kalan bir alışkanlık olduğunu söylerdi dostlarına.. Sırf bu yüzden 140 metrekarelik lojmanı bırakmış, belediyenin fidan yetiştirdiği serada bulunan daracık idare binasını az masrafla lojmana dönüştürmüştü. Güllerin, kasımpatların, ayva ağaçlarının, sessizliğin ortasında, iki kangal köpeği ile birlikte gündüzleri bulutlarla, geceleri yıldızlarla ve birkaç yakın dostuyla yaşamayı seviyordu. Güneşli, pırıl pırıl gökyüzünün batıdan gelen ağır yağmur bulutlarıyla karardığı bir sabahtı. Bir yandan önündeki evrakları imzalıyor, bir yandan dışarıya göz atıyor, yağmurun henüz başlayıp başlamadığı kontrol ediyordu. Zile bastı, odacıyı çağırdı, bir çay söyledi kendisine, bir sigara yaktı, kalktı pencereyi açtı. İçeriye lodosun taşıdığı sonbahar doldu.. İlk yağmur damlaları belediyenin avlusundaki tozları havalandırıyordu. Odacı çayını getirdi, masasına bıraktı. “Efendim var mı başka bir arzunuz” dedi, cevap alamadı, odadan çıktı.. Bican, yıllar öncesinde köyündeydi o sıra. ++++ Henüz elektriğin ve eğitim olanaklarının köye ulaşmadığı dönemdi. Okul köyden sekiz kilometre ötedeki Tepeköy kasabasındaydı, gün boyunca eğitim vardı. Sabah alacakaranlıkta uyanır, bir tek köhnemiş yük vagonundan bozma istasyonun yolunu tutardı. İçine kitaplarını koyduğu heybesi elinde kendisini kasabaya götürecek otorayı beklerdi aynı okula giden köy çocuklarıyla birlikte.. Okula gidip gelmek en büyük eğlencesi, yağmurlu kış günlerinde ise en büyük korkusuydu. Ağaçların zorlukla ayakta kalmaya çalıştığı, fırtınalı, yağmur damlalarının insanın yüzünü yaktığı bir gündü. Okulda dersler bittiğinde hava kararmak üzereydi. İyice soğumuştu hava, kasabada bacalardan dumanlar tütmeye başlamıştı artık, herkes erkenden çekiliyordu evine. Sokaklar tenhalaşıyordu artık.. Yalnızdı okuldan çıktığında, köye de tek başına gidecekti. Kasaba istasyonuna indi, treni beklemeye koyuldu. Birkaç kişi daha vardı istasyonda. Yaşlı bir adam, izne gelmiş bir asker, pazardan dönen bir köylü kadın.. Otoray geldi, birlikte bindiler, vagonda beş-on kişi vardı.. Güvende hissediyordu kendi onların yanında. Pencere kenarına oturmuş vagonun ışıklarının yansıdığı pencerenin bir ayna olduğunu varsayarak, içerideki yolcuları saymaya çalışıyor oyalanıyordu. Zaman zaman buğulanan camı siliyor, gecenin zifiri karanlığında dışarıda bir şeyler görmeye çalışıyordu. Yolculardan birinin ilgisini çekmişti bu yalnız çocuk.. “Evlat okuldan mı dönüyorsun bu saatte, korkmuyor musun?” Cevap vermedi. başını sallamakla yetindi. Öyle korkuyordu ki aslında.. Büyük ihtimal herkes köydeki istasyonda onu karşılayacak birinin olabileceğinden emindi. Oysa trenden indiği andan itibaren yapayalnızdı. İlkokul döneminde havanın erkenden karardığı günler hep korkularla geçti. Kırlangıçları ilk gördüğünde içi sevinçle dolardı, çünkü baharın ve uzayan günlerin belirtisiydi kırlangıçlar.. Vagon eskisi istasyon ile aşağıdaki köy arasında bir kilometrelik bir mesafe vardı. İstasyon karanlıktı, zaten görevlisi de olmazdı o saatte.. İstasyonu köye bağlayan patika da karanlıktı. Çamların, hayıtların, meşelerin arasından tökezleye tökezleye yürümek zorundaydı. Hele fırtınalı, yağmurlu, gökte bir tek yıldızın bile görünmediği kış geceleri ürkütücüydü. İlkokulu korkularla bitirdi, çiftçi babası ortaokula gitmesini de istiyordu. “Biz ilkokulu bile bitiremedik, senin ilkokulu bitirmen yetmez, ortaokulu, liseyi, üniversiteyi de okuyacaksın. Büyük adam olacaksın. Köyde herkes seni örnek alacak. Boşnak İbrahim’in oğlu mühendis oldu, doktor oldu desinler istiyorum. Bu köy seninle gurur duymalı” demişti bir gün… Ama Tepeköy’de ortaokul yoktu, İzmir’de bir okula yazdırdılar. Tren yolculukları uzadı, korkuları da derinleşti. Hiç unutmuyordu, bir Kasım günüydü. Okuldan çıkmış Alsancak Garı’ndan saat 18.30’da hareket eden trene binmişti. Vagonda tanıdık aradı, bulamadı.. Buharlı tren yorgun homurtular ile köy yakınındaki istasyonda durduğunda kendini koca evrende yapayalnızmış gibi hissetti. Hızla yürümeye başladı. Sendeliyor, çalılara takılıyor, korkusu arttıkça yürümüyormuş gibi geliyordu. Üzerinde bir tek ceket vardı. Yağmur damlaları kamçı gibiydi. Vurdukça elini, yüzünü acıtıyordu.. İç çamaşırlarına kadar ıslaktı. Çoban köpekleri geliyordu aklına, ya yoluna çıkarlarsa, ya saldırırlarsa, ısırırlarsa.. Her hayıtın arkasından biri çıkacak sanıyordu, fırtına dallarda, telgraf tellerinde ıslıklar çalıyordu. Köy karşısındaydı, görüyordu, birkaç gaz lambası ışığı hariç karanlığa gömülüydü. Koşmaya başladı. Nefes alamıyordu, yere yığılacak gibiydi, bacaklarından kan çekilmişti sanki.. Şimşekler çakıyordu birbiri ardınca, gökgürültüleri kulaklarında uğulduyordu.. Koşuyordu, “Anne” diye bağırmak geliyordu içinden.. Bağırmaya kalksa sesi çıkmayacaktı biliyordu. Koştu, koştu.. Eve arka bahçe kapısından nefes nefese girdi.. Titriyordu, korkudan mı üşümekten mi kestiremiyordu artık. Kapının dibine çömeldi, kustu, rahatladı.. “Okuyacağım” dedi kendi kendine, “Korkacağım ama okuyacağım, babama söz verdim, büyük adam olacağım..” İçeriye seslendi sonra: “Anne, ben geldim..” Gaz lambasının titrek sarı ışığının yansıdığı oturma odasının perdesi aralanıp, örtüldü.. ++++ Telefonun sesiyle, çocukluğundan, gençliğinden sıyrıldı Bican.. Kalktı, önce yağmur içeriyi daha fazla ıslatmasın diye pencereyi kapattı. Sonra ahizeye uzandı, aldı: “Efendim..” “Bican, ben Nazan..” “Nasılsın, neredesin, ulaşamıyorum sana ne zamandır..” “ Seminerdeydim yurt dışında, döndüm kızım hastalandı, tahlil, tedavi derken her şeyi unutuyor insan.. Emin ol aramaya fırsatım olmadı. Neyse bak şimdi duydun sesimi, özledim seni biliyor musun. Ne zaman görüşeceğiz? Seninle sohbet etmeye hasret kaldım..” “Ne zaman görüşelim” “Sen ne zaman istersen, bir engelin yoksa yarın İzmir’e gelebilirim..” “Sevinirim, lojmanda kalırsın, biraz kafanı da dinlersin..” “Görüşürüz, öpüyorum..” Bican, telefonu kapattı, odacıyı çağırdı: “Keyfim yerine geldi, bana bir orta kahve istesene..” Yağmur şiddetini arttırmıştı iyice.. Kuzeybatıda Karaburun Dağları’nın sırtlarında kara bulutlar, laciverde dönüşüp iyice alçalmıştı, uzakta şimşekler çakıyordu, duyulur duyulmaz gökgürültüleri geliyordu.. Nazan’dı az önce telefon görüşmesi yaptığı kadın. Çocukluk aşkı, şimdiki arkadaşı Nazan... ilkokulda aşık ol, peşinden koş, sana yüz vermesin, yıllar geçsin herkes kendi yoluna gitsin. “Nereden nereye” diye düşündü. Köye, çocukluğuna döndü yeniden.. Odasındaki radyoda, kimbilir hangi istasyonda Orhan Gencebay, “Bir teselli ver” diyordu. Bu şarkı Bican’ı aldı yazlık sinemalara götürdü. ++++ Harita üzerinde, İzmir’in yanıbaşında görünen ama büyük kentlerin insanı mutsuz eden nimetlerinden bugün bile uzakta kalmaya ısrarla özen gösteren bir yerleşim yeriydi, çocukluk dönemini yaşadığı, şimdi zaman zaman gidip hayatta kalan büyüklerini ziyaret ettiği köy.. Elektriği yoktu ki sineması olsun.. En yakın yazlık sinema 8 kilometre ötedeki Tepeköy’deydi.. Ablası evlenince kocasıyla birlikte Tepeköy’e yerleşmişti. Eniştesinin bu kasabada bir dükkanı vardı. Ekmek tahtası, beşik, tabure, oklava yapardı yanında çalışan bir kalfa ve iki çırak ile birlikte.. Bican zaman zaman kasabada ablasının evinde kalırdı özellikle hafta sonları.. Gün boyunca eniştesine yardım ederdi.. “Bican sinemaya gidelim mi, bu gece güzel film varmış diyorlar..” “Olur gidelim..” Mutluluktan uçardı ama sevincini belli etmeyi hiç beceremezdi Bican.. Oysa eniştesinin de en büyük eğlencesiydi yazlık sinemalar.. Bir tek yaprağın bile kımıldamadığı, sıcak, nemli, boğucu bir Temmuz gecesiydi. Bican, sık yapraklı dut ağaçlarının, sokak lambalarının soluk ışıklarının yere ulaşmasını engellediği loş sokakta ilerleyip gişeye yaklaştı, kuyrukta yerini aldı her zaman olduğu gibi.. Sinemanın duvarının yarısı sarı, yarısı kırmızı boyalıydı.. Küçücük gişe penceresinin üzerinde boydan boya bir kabloya dizilmiş, renkli ampüller yanıyordu. Elindeki bozuklukları gişedeki görevliye uzattı; “Amca iki bilet verir misin..” Sinemanın değişmez şarkıcısı Orhan Gencebay’ın sesi sinemanın duvarlarını aşıp, gecenin sıcaklığında dağılıyordu: “Hatasız kul olmaz..” İçeriye girdi, griye boyanmış tahta sandalyelerin sıralandığı, soluk sarı ışıkların aydınlattığı, zemini beyaz mıcır kaplı, haşlama gazoz satılan yazlık kasaba sinemasıydı burası. Haziran’da açılır Eylül başında okullar açılmadan kapanırdı. Ön sıralarda filmlerin kahramanları gibi olmak için aynı filmi bazen birkaç kez izlemeyi alışkanlık haline getiren, saçlarını ıslatıp geriye taramış, en temiz giysilerini giymiş, haftalıklarından hovardalık eden tamirci çırakları, geriye doğru orta yaşlı esnaf, en arkada çocuklu aileler.. “Var mı gazoz isteyen?” Sinema perdesinin dibinde çinkodan yapılmış iki varil genişliğinde ama daha alçak bir havuz vardı. Bu havuz suyla birlikte kocaman buz parçalarıyla dolu olurdu. Daha seyirciler gelmeden yüzlerce şişe gazoz bu havuza yerleştirilir soğumaya bırakılırdı. İlk müşteriler geldiğinde içinde buz kırıkları ve gazozlar bulunan kovalarla satıcılar ortaya çıkardı. “Haydi, haşlama gazoz..” Alnı ve soluk kırmızı tişortunun koltuk altları koşuşturmaktan terlemiş, bir cebi tıkabasa bozuk para ile dolu olan esmer gazoz satıcısı elindeki açacağı kovaya vurup bildik bir ses çıkarırdı. Bican, elindeki 25 kuruşu sıkı sıkı tutar gazozcuyu beklerdi. “Versene bir şişe, en soğuğu olsun..” Sinemada gazoz içmek, film seyretmekten bile keyifliydi Bican için.. Çevresinde çocuk çıraklar, her yudumlarında gazoz şişesini ışığa tutup içinde ne kadar meşrubat kaldığına bakarlar, şişe boşaldıkça suratları asılırdı. Fragmanlar başlarken ışıklar sönerdi ve hep o anda eniştesi yanında ayırdığı boş sandalyede yerini alırdı. “Geç kalmadım değil mi Bican..” Cemil Ağa’nın kızı Nazan’a yine bu sinemada bütün cesaretini toplayıp duygularını açmayı denemiş, başaramamıştı. Bu ilgi karşılıksız kalmış olsa bile sinemalar hayatında önemli bir iz bırakmıştı Bican’ın. Kışın, köyde yapacak işin olmadığı günlerin gecelerinde, erkekler kapısı yıllardır misafirlere kapalı olan köy odasında toplanır sohbet ederlerdi. Köy odası, lavanta, sabun ve gül kokardı. Yıllar sonra üniversitedeyken, yarıyıl tatilindeki ziyareti sırasında bir gece konuk olmuştu köy odasına.. Köyün erkekleri, üç duvarın dibine döşenmiş yer minderlerine sıralanmış oturuyorlardı. En büyükleri, en yaşlıları Hıdır Çavuş, diğer duvarında ortasına kurulmuş ocağın başında nargilesini fokurdatıyor, bir yandan anlatıyordu. Köylüler, Hıdır Çavuş’un anılarıyla, hikayelerini dinlerken binbir gece masallarının büyüsüne kapılmış gibi dalıp gidiyorlardı. Genç bir çocuk elindeki tepsiyle bol köpüklü kahvelerini getirdi. “Hani insanoğlu aya ayak basmıştı ya, şehirdeki televizyonda görenler inanmamış, yıl 1969 muydu neydi, bundan üç yıl önceydi köyümüze elektrik geldi. Köyümüzde sinemayı da bundan sonra gördük..” Kerpiç, saman ve ahşaptan yapılmış, içi pembe boyalı, tavanı ahşap, tek katlı geniş köy odasında Hıdır Çavuş, gözleri tavanın kirişlerinde, uzun uzun düşünüp böyle girmişti söze.. “Daha önce yazlık sinema görmemiş miydiniz?” “Görmez miyiz, kasabadaki sinemada film seyretmek için çocukluk ve gençliğimizde her hafta, bazen haftada iki gün onaltı kilometre yolu gidip gelmeyi göze almıştık.. 1960’lı yıllardı. Köyde henüz elektrik yoktu. Tek ışık kaynağımız gaz lambalarıydı yaz kış.., İzmir’in burnunun dibindeydik ama karanlıktaydık. Civarda Tepeköy’de, sadece 8 kilometre ötemizde elektrik vardı. Geceleri pırıl pırıl yanan ışıkları seyreder imrenirdik. Yazlık sinemalar da oradaydı. Birisi Ses sinemasıydı. Duvarları kerpiçtendi, sıvasızdı.. Duvar diplerinde kavaklar dikiliydi. 200 kişi alıyordu tahminim. Hep yerli filmler oynatırdı. Ne zaman gitsek doluydu, zorla yer bulurduk. Diğeri Saray sinemasıydı. Yapan çok para harcamıştı inşaatına.. Sinema sahibinin büyük bir define bulduğu, yıllar sonra ortaya çıkarıp harcamaya başladığı anlatılırdı dilden dile.. Saray sinemasına yabancı film sevenler giderdi. Biz hep Türk filmlerini tercih ederdik. Nerede şimdi o zaman seyrettiğimiz filmler.. Filmler mi kötüleşti yoksa biz mi değiştik bilmem…” Nargilesini yeniden fokurdattı Hıdır Çavuş, kapının dibinde bağdaş kurmuş, gözlerinin içine bakan çocuğa seslendi: “Oğlum Ahmet, söyle bizimkine çay demlesin, alıp getir bir koşu, haydi evlat, gecikme sakın.. Kırk yılda bir misafirimiz gelmiş..” “On-onbeş yaşları arasındaydım, iyi hatırlıyorum. Çoğu zaman sinemaya yayan gider yayan gelirdik. Giderken hoştu da dönerken bize o kadar yolu yürümek çok zor gelirdi. Zifiri karanlıkta adım atmanın güçlüğünü düşünsene.. Yanımda komşu çocukları olmasa ne yapardım. Bir gece kimse gelmemişti de kendime güvenip yalnız gitmiştim, çocukluk cesareti işte.. Film çok güzeldi, Çakırcalı Mehmet Efe’ydi, bayılmıştım. O kadar etkisinde kalmıştım ki kahramanlığının, köyde günlerce Çakırcalı gibi dolaşmıştım. “ Çolakların Dursun karıştı söze: “Hıdır Çavuş hep yayan mı giderdik Töpeköy’e, atları anlatsana, bisikletleri unutma..” “Acele etme, sırayla.. Ne diyorduk. Sonra biraz büyüdük, ata binmeyi öğrendik.. Zaten herkesin evinde bir ya da birkaç at bulunurdu. Atlara binip öyle gitmeye başladık sinemaya.. Ses sinemasının bitişiğinde bir han vardı. Herkes atının yemini yanında götürür, atla beraber film bitene kadar hancıya emanet ederdi. Film bittikten sonra karanlığa aldırmaz köy yolunda atlarımızla yarış ederdik. Seyrettiğimiz kovboy filmlerinin de etkisinde kaldık belki.. Derken köyden biri at arabasıyla sinemaya yolcu taşımaya başladı. Onbeş- yirmi kişi buluşur, at arabasına doluşur birlikte giderdik Tepeköy’e, birlikte dönerdik. Bir akşam, Haziran mıydı aylardan Temmuz muydu “Çirkin Kral” oynuyordu, gala vardı. Başrolde Yılmaz Güney ve sevgilisi Nebahat Çehre.. Beyaz bir Mustang otomobil ile gelmişlerdi galaya, üzerinde beyaz bir gömlek, beyaz pantolon.. Ne geceydi.. Sinemaya gelişini, oturmasını, yürümesini, bakışını hayran hayran seyretmiştik. On dakika bile kalmadılar sinemada, Birkaç cümle konuştu, teşekkür etti, bu bize yeterdi. Daha sonra otomobillerine binip Kuşadası’na gittiler. Bu on dakikalık ziyaret bizim için ne önemliydi.. Tepeköy’de günlerce bu gala konuşuldu. Çünkü bu esmer, yoksul Anadolu çocuğu kötülerin düşmanıydı, cesurdu, yürekliydi.. O günlerde hepimiz Yılmaz Güney’dik.. “ Ağustos ayı sonlarıydı, İzmir’deki Ticaret Lisesi’ne gitmişler, kayıt işlemlerini yaptırmışlardı. Eve döndüklerinde babası, “Yakında ortaokula başlıyorsun evlat. Büyüdün artık. Bundan sonra köyün bütün kızlarının gözü üzerinde olacak. Sen de en güzelini seç. Zamanı geldiğinde dillere destan bir düğün yapacağız sana” demişti. Babasını sessizce dinlemiş, odadan çıkarken banyonun girişinde kapının bir köşesine iliştirilen eski aynaya yansıyan görüntüsüne göz atmıştı. Mavi gözlü, buğday tenliydi, uzun boyluydu ve zayıftı. Büyükleri yaşıtlarından daha olgun ve ağırbaşlı olduğunu söylerlerdi. “Neden kızların gözü üzerimde olsun, neyim ki ben” dedi kendi kendine.. Kendisinden hoşlananlar bulunabileceğinden habersizdi henüz.. Ama Bican birini beğeniyordu.. Cemil Ağa’nın kızı Nazan’dı yüreğini titreten köylü güzeli.. Babası toprak ağası değildi ama köyün en zenginiydi. Hanay denirdi köyde, - benzeri yoktu- iki katlı taştan yapılı bir evde otururlardı. Herkesin, “Ah bizim olsa” dediği türden o günün şartlarında saray gibi bir evdi. İşte o evin prensesiydi Nazan.. Köyün bütün kızlarından güzeldi. Lüle lüleydi sarı saçları, gözleri yeşildi, bu yeşilin köyde, ovada, dağlarda benzeri yoktu, arayıp bulamamışlardı, ipinceydi, fidan gibiydi.. Köyün çocukları hayrandı ona, arkadaş olmak için can atarlardı. Bican da hayranlarından biriydi Nazan’ın.. Hem de ilkokula başladığı günden beri.. Köyde karşılaşırsa eğer, ya da pencereden bakınırken gördüğünde bütün bedenini ateş basardı, utangaçtı, yüzü kızarırdı, duygularının anlaşılacağından korkardı. Ama bir yandan da ilgisini Nazan’a hissettirememek rahatsız ediyordu Bican’ı, uykularını kaçırıyordu. Ortaokuldan mezun olduğu yıl, yaz tatilinin çoğunu kasabada geçirmişti Bican.. Haftasonuydu. Dükkanında yardım ettiği eniştesinden haftalığını almış, hava kararınca sinemanın yolunu tutmuştu.. Tepeköy’ün ve bütün çevre köylerin haftalardır beklediği film gelmişti sonunda. Susuz Yaz’dı filmin adı ve konusu bu yörenin insanları için hiç de yabancı değildi, başrolde oynayanlar hemen herkesin sık sık karşılaştığı kişilikleri canlandırıyorlardı. Ablası kitabını okumuştu, ”Necati Cumalı, Urlalı bir yazar. Yıllar önce Makedonya’dan Urla’ya göçmüşler. Kendi insanının, yaşadığı çevrenin öykülerini yazıyor. Bayılıyorum onun kitaplarına. Sen de okumaya başlasan iyi olur” demişti. Gazozunu almış, yerine oturmuş, ışıkların sönmesini ve filmin başlamasını bekliyordu.. Eniştesi için ayırdığı sandalyenin dışında, iki boş sandalye daha vardı Bican’ın yanında. Hiç beklemediği bir şey oldu filmin başlamasına birkaç dakika kala.. Nazan babasıyla geldi sinemaya ve yanındaki boş sandalyeye oturdular. Bu, kendisi için hayal bile edemeyeceği bir rastlantıydı.. Onların ardından eniştesi yetişti hızlı adımlarla. Nazan’ın babası ile selamlaşıp birbirlerinin hatırını sordular. “Nasılsın Kemal Kardeş, ne var ne yok?” “Sağol Cemil ağam, yaşayıp gidiyoruz işte.. Kızımız da büyümüş maşallah..” “Senin kayınbirader de çok büyümüş, inan tanıyamadım, köyde işlerden birbirimizi gördüğümüz mü var? Çocuklar hadi siz yan yana oturun.. Biz de hem film seyreder hem de laflarız biraz, olur mu?” Bu sözler Bican’a verilmiş en büyük armağandı aslında.. Perdeye bakıyordu ama ne kötü adam Erol Taş’ı, ne de Hülya Koçyiğit’i gördüğü vardı. Aklı, yanıbaşında oturan ve zaman zaman bir kolu tenine değen Nazan’daydı. Bir ara gözgöze geldiler, gülümsediler birbirlerine..Her yanını yine ateş bastı Bican’ın,, bu ateş göğsünden yüzüne, kollarına, bacaklarına bütün vücuduna yayıldı. Nazan’la konuşmak istiyor, neler söyleyebileceğini içinden tekrarlıyor ama ağzını açacak cesareti bulamıyordu kendinde.. Perdede “beş dakika ara” yazısını gördüğünde bir saattir sustuğunu fark etti. Nazan, Bican’dan önce davrandı, “Ne güzel film değil mi, babam hep getirir bu sinemaya beni..” O anda Bican’ın ağzından dökülen kelimeler Nazan’ın az önce söylediklerinin cevabı değildi. Sonradan kendi de şaşırmıştı buna. “Benim arkadaş olur musun?” “Hayır, benim iyi bir arkadaşım var, bizim sınıfın mümessili Hüsrev.. Beni çok seviyor.. Belki ileride evlenirim onunla.. Ama aramızda kalsın, bizimkiler duysa öldürürler beni..” Nazan, Bican’ı üzmek, çıldırtmak için söylemişti bütün bunları.. Çünkü Bican’ın köyde peşinde nasıl dolaştığını arkadaşları kulağına fısıldamışlardı.. Bican o gece Nazan’a, “Sen aslında beni seviyorsun, bana yalan söyleme, sen Hüsrev’i seviyor olamazsın” diyebilmeyi çok istedi, cesaret edemedi. Bu fırsat karşısına yıllar sonra çıkacaktı.. Nazan’ı hiç unutmadı, hep yüreğinde sakladı.. Köyde ortaokulu bitiren ilk ve tek gençti Bican. Liseyi ve üniversiteyi de İzmir’de okudu. Büyük kentte yeni arkadaşlar buldu kendine ve ara sıra gittiği halde artık köye sığmaz oldu. Yaşadığı köy, anne ve babasının –Babasıyla pek geçinemezdi zaten- elini öpmek için bazı tatillerde uğradığı sıradan bir yerdi artık. ++++ Aylardan Eylül’dü.. İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi’nden diplomasını yeni almış, o gün arkadaşlarıyla birlikte yıllar süren bir eğitim mücadelesini bitirmiş olmanın keyfini, 1. Kordon’da eğlenerek hep birlikte yaşamışlardı. Gece yarısına yakındı, vedalaştılar. Bican, “Artık yatma zamanı, herkes evine.. Ben biraz deniz kenarında yürümek istiyorum. Belki kendime gelir, biraz ayılırım” dedi. Tenhalaşmıştı 1. Kordon.. Kafeler, kıraathaneler yavaş yavaş kapanıyordu. Akşamüzeri yağan yağmurun etkisiyle parke taşları pırıl pırıldı. Elleri cebinde, dudaklarında Peppino Di Capri’nin, “Un grande amore a niente piu” isimli şarkısı, Konak Meydanı’na kadar yürüdü. Hatay’a gidecek otobüsün Saat Kulesi’nin karşısındaki duraktan hareketine daha 10 dakika vardı. Birkaç yolcu bekliyordu durakta. Otobüsün kapıları kapalıydı. Yolcuların bazıları söyleniyordu. “Niye bekletirler böyle insanı. Aç kapını içeride oturalım. Çay içmenin sırası mı?” Çevresine bakınıyor, vakit geçiriyordu Bican.. O sırada yolcular arasında birini fark etti. Vücudunu bir alev yaladı, geçti anda.. Vahşi ormanları çağrıştıran bu yeşil gözler, sarı saçlar, bu ince vücut.. Bir adım attı, usulca seslendi: “Nazan!” Gri döpiyesli kız gülümsedi.. “Ne kadar değişmişsin, ne kadar güzelleşmişsin..” “Sen de çok değişmişsin, yakışıklı bir adam olmuşsun..” “Seni ilk görüşte tanıdım ama selam vermeye cesaret edemedim. Beni fark etmeni bekledim.” “Karşılaştığımıza o kadar sevindim ki.. Nereye gidiyordun? Acelen var mı? Vakit çok geç ama o kadar uzun zaman oldu ki seni görmeyeli, hemen bırakmak istemiyorum. Bir yerde oturup konuşalım mı. Dilersen taksi ile bırakırım daha sonra..” Duraksadı bir an Nazan, sonra “Olur” dedi. Vapur iskelesinin yanındaki kafeterya henüz açıktı, gidip oturdular. Kafeteryanın rıhtımına vuran dalgaları seyrettiler sessizce. Garson çay getirdi, birer yudum aldılar. Bican Nazan’ı inceledi, yüzünü, ellerini, saçlarını.. Bir yandan kaç yıldır görüşmediklerini hesaplıyordu içinden.. “Sayamadım” dedi Bican, “Kaç yıl oldu hesap edemedim. Çocuktuk galiba o sıralar. Ne yapıyorsun İzmir’de, ne zamandır bu kenttesin?” Nazan da ilkokulun ardından, ortaokulu ve liseyi de kasabada bitirmiş, İzmir’de tıp fakültesine başlamıştı daha sonra. Üçüncü sınıfta öğrenciydi şimdi. Bir kız arkadaşı ile birlikte Küçükyalı’da kiraladıkları bir evde oturuyorlardı. O da alışmıştı şehir hayatına.. Okulu bitirince kadın doğum uzmanı olmak istiyordu.. Birer çay daha söyledi Bican. Konuşacak o kadar çok şey vardı ki, yüzlerce soru duruyordu kafasında, hepsini sormak istiyordu: “Biriyle beraber misin? Sevdiğin biri var mı? Bunca yıl neden karşıma çıkmadın? Bir daha görüşecek miyiz?” “Neden olmasın! Sıkılıyorum bu kentte. Birkaç arkadaşım var bazen okulda bazen dışarıda birlikte olduğum. Kasabadan ayrıldığım günden bu yana kimseyi sevemedim biliyor musun? Hüsrev de doğru değildi zaten.. Kalbim hep boş kaldı..” “!İyi ye artık sık sık birlikte olalım. Birbirimizin yalnızlığını paylaşalım. Ben üniversite diplomasını aldım. Ama İzmir’de yaşamaya devam edeceğim. Bir devlet dairesinde memur olmak, yükselmek istiyorum. Benim için şu sıralar en cazip meslek bu olabilir. Ziraat mühendisi olmak olmayı hayal ettim hep ama gerçekler çok farklı oluyor çoğu zaman. Belki devlet memuru olarak da mutlu olabilirim, kimbilir? Gençliğe ilk adımları attığımda seninle hayatım boyunca birlikte olmayı da çok hayal etmiştim. Bir saplantı haline gelmiştin benim için. Ama hiçbir zaman umudumu yitirmemiştim biliyor musun? Yıllardır günlük tutuyorum. Bir gün okuma fırsatın olursa eğer, seni nasıl sevdiğimi anlayacaksın. Neyse, bir hayli geç oldu, bunları konuşmanın saati değil şimdi. Dilersen seni evine bırakayım. Yarın belki tekrar görüşebiliriz. Bıraktığımız yerden devam ederiz. Birbirimize bundan sonra çok yakın olacağımızı hissediyorum..” Bican, garsona hesabı ödedi, kalktılar.. Bir taksiye bindiler, hiç konuşmadılar Nazan’ın evine gelinceye kadar.. Vedalaşırken Bican yanaklarından öptü Nazan’ın, bir düşünü gerçeğe dönüştürüyor olmanın mutluluğu ile.. “Hoşçakal güzelim, sahi aklıma geldi, yazlık sinemalar kapanmadı değil mi daha? Tepeköy’den bu yana gitmedim sinemaya desem inanır mısın? Güzel bir film varsa gidelim mi, ne dersin? Ertesi akşam Gözümoğlu Sineması’nda “Ekmekçi Kadın” filmini seyrettiler. Gazoz içip, patlamış mısır yediler. Gökyüzü pırıl pırıldı ve el eleydiler. ++++ Birkaç gün sonra ansızın köyü özledi Bican. Evini, yakınlarını ziyaret etti. Hemen her gün Nazan’dan bir işaret alabilmek için saatlerce oturduğu hanayın karşısındaki Derviş’in kahvesine gitti, çay içti. Sevdiği kadın yaşadığı şehirde ve yanıbaşındaydı artık. Anne ve babasıyla oturup yemek yedi o akşam. Kastrada biber dolması ve zeytinyağlı nohut nefisti. “Biraz dolaşayım, hava alayım, fazla kalmaz dönerim” dedi. Evin büyük kapısını usulca açıp kapadı, dışarı çıktı. Hava yanmış asma çubuğu, çıra, kavak, kömür kokuyordu. Genzi yanıyordu ama bundan garip bir tad aldığını düşündü. Kayrak taşı kaplı daracık tenha sokaklardan, gecenin karanlığında yukarıya, vagon eskisi istasyona doğru yürüdü. İstasyon çocukluğunda bıraktığı halinden daha kötüydü, artık kullanılmaz hale gelmişti. Bican, vagonun paslanmış tekerleklerinden birine yaslandı. Gökyüzünü seyre koyuldu. Yedek subaylığı sırasında, görev yapacağı askeri birliğe gitmek için tren beklediği taşra istasyonunda o an hissettiklerini ve birliğe ulaştığı gece günlük defterine düştüğü satırları anımsadı: “Kasabanın tren istasyonu Birazdan Afyon postası gelecek, ipince bir yağmur çiseliyor. Güneyli rüzgarlar külrengi bulutları taşıyor alacakaranlık yamaçlara doğru.. Birkaç yolcu yağmura rağmen dışarıda, taştan yapılma eski istasyon binasının önünde sabırsız.. Hat boyunca kavaklar, serviler, akasyalar sıralı ufka kadar. Hafif bir esinti son yaprakları dallardan koparıp sürüklüyor. Havada kırmızılar, sarılar, kahverengiler. Çatısı asırlık çınarların dallarıyla örtülü, camları buğulu istasyon kahvesinde, trenle yolculuğa alışık olanlar sakin sakin çaylarını yudumluyor. Kara tren hep vaktinde gelir çünkü… Manisa yönünde ufukta simsiyah bir duman beliriyor, sonra büyüyor giderek. Sanki Spil Dağı’nın etekleri tutuşmuş yanıyor. Trenin gürültüsü bile duyulmuyor ama ne olur ne olmaz yolcular ayaklanıyor. Birazdan istasyona yorgun bir tren girecek. Düdüğünü uzun uzun çalıp, ben geldim diyecek. Homurtularla yavaşlayacak sonra.. Kazanının altından kızgın buharlar çıkaracak. Meraklı çocuklar birdenbire kabaran bu beyaz dumandan korkuyla kaçışacaklar. Vagonların kapıları açılacak birbiri ardınca, kapılar gürültüyle kapatılacak. Bir yabancı adres soracak. Diğer otel arayacak. Birbirini yıllar sonra gören iki arkadaş kucaklaşıp hasret giderecekler. Ben kahveye gidip bir çay söyleyeceğim. Bir sigara yakacağım yağan yağmura karşı.. Ne beklediğim bir yolcu var, ne de bir yakınımı uğurlayacağım uzaklara.. Ben anılarım tazelensin diye geldim tarihin izlerini taşıyan bu istasyona.. Çocukluk yıllarımdan kalan bir şarkıyı içimden doyasıya söyleyebilmek için.. Her gün bir tren kalkar uzaklara Kaybolur ilerlerde bir yerde Yorgun homurtusunu ıslığını duyarım Öksürür her seferinde..” Bir sigara yaktı Bican, bembeyaz dumanını en uzaktaki yıldızlara doğru savurdu. Gece güzeldi ve daha sabaha çok vardı..
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Engin Yavuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |