Hayaller olmasaydı, umutlar dünde kalırdı. - Dolmuş atasözü |
|
||||||||||
|
Erkek lisesinin arka sokağında beş katlı bir binanın dükkan haline getirilmiş zemin katı. Kepenkleri açık, beyaz naylon örtülü masalar konulmuş, çevresinde plastik mavi sandalyeler.. Akşama düğün yapılacak. Kasaba dışından gelen yol yorgunu konuklara yemek var. Masaların çevresinde kadınlı erkekli gruplar. Herkes en yeni giysilerini giymiş, kadınlar süslenmiş, ziynetlerini kuşanmış.. Kız çocukları küçücükten gelin olmuş. Salına salına dolanıyorlar masaların arasında.. İçeriden insanın iştahını açan-yoldan geldiyseniz acıktığınızı daha çabuk hissedersiniz- çorba, et yemeği ve etli pilav kokusu yayılıyor sokağa.. Beyaz önlüklü ama sakalları uzamış aşçı masalara servis yapıyor, gençten bir kasabalı yardım ediyor, tabakları, bardakları, yemekleri taşımasına. Masadan kalkanların yerine yeni konuklar oturuyor. Yemeğini yiyen sessizce çekiliyor, sigara tiryakisi varsa eğer bir köşede oturup sigarasını yakıyor. “İrfan ağabey, bir pilav daha..” “Ağabey, su bitti..” “Çorbanız geliyor bayan..” “Bir peçete rica edebilir miyim?” Sen de konuklardan birisin. Gelinin dayısı.. Masaların çevresinde oturanların hepsi tanıdık. “Merhaba oğlum, özlettin kendini” diyen teyzenin sevgisi gözlerinde ışıldıyor. Bu sevgi ılık ılık yüreğine akıyor. Yaşın ilerlese de, bu kasabadan yıllardır uzakta da olsan sevgin bıraktığın yerde duruyor, sıcacık.. “İyiyim teyzeciğim sen nasılsın? Hayat böyle ne yapacaksınız, gelemiyorum artık eskisi gibi. İşlerden fırsat olmuyor ki.. Şehirlerde herkes kendi cehenneminde yaşıyor. Kimsenin kimseyi gördüğü yok. Sabah işe, akşam eve.. Oturuyorum bilgisayarın başına. O cihazın parçası haline geliyorum, yemek molası dışında.. Gözlerim ağrıyıncaya kadar okuyorum, yazıyorum, düzeltiyorum. İş bitince doğru eve, eşimin çocuğumun yanına. Hayat böyle işte.. Oysa öylesine özlüyorum ki kasabayı, akrabalarımı, çocukluk, gençlik arkadaşlarımı.. Sokakları, kış mevsimlerinin kömür kokusunu, kaldırım diplerinde kalmış kar birikintilerini, dut ağaçlarının gölgelerini, kırmızı kiremitli kerpiç evleri, leylekleri, kara fırınları; sabahın alacasında rengarenk çiçeklerle süslü, gürbüz atlar tarafından çekilen Konya malı at arabalarıyla Arnavut kaldırımı sokaklardan ovaya doğru yola çıkan poşulu çiftçileri.. Daha biz kahvaltıya oturmadan duman tüten ekmeklerle Halk Parti kahvesinden dönen dedemi, her sabah pencerenin dibinde bağıran simitçiyi, akşamları bozacıyı, cebinden aspirini eksik olmayan romatizmalı anneannemi, kendisini annesi ve babasının mutluluğuna adayan teyzemi. Aramaz olur muyum hiç!” Yemek yenirken gün parlaklığını yitiriyor. Gölgeler uzuyor, alacakaranlık iniyor kasabanın üzerine... Çıraklar evlerine dönüyor kir, pas içinde.. Bir emekli elinde torbası nevale taşıyor. Birkaç delikanlı tertemiz giyinmiş, saçları taralı, arazözle serinletilmiş Atatürk Bulvarı’na piyasa yapmaya gidiyorlar neşe içinde, şakalaşarak.. Düğünün yapılacağı lisenin bahçesinde sahnenin çevresine beyaz sandalyeler dizilmiş sıra sıra.. Ortada orguyla konukları coşturacak şarkıcının ses düzeni kurulmuş, mikrofonlar ayarlanmış. Birkaç çocuk ortalıkta koşturuyor. Birinin annesi sesleniyor, sevgiyle yumuşattığı sesiyle.. “Yavrum, fazla koşma terlersin. Hastalanmayasın sonra..” Okulun bahçesindeki yaşlı çam ağaçlarının yüksek dallarına tünemiş bir kumru diğerine kur yapıyor. Birkaç kozalak düşüyor yere.. Çocuklar kaçışıyor.. Vakit sonbahara yakın ama yaz gitmek bilmiyor.. Hava akşam olmasına rağmen hala sıcak... Bundan bir yıl önce ablanın evindeyken o Ağustos akşamını hatırlıyorsun. Bu gece düğününe konuk olduğun yeğenin, o Ağustos akşamı, evliliğe ilk adımı atıyor, aile arasında mütevazi bir törenle nişanlanıyor. Yakın aile çevresi biraradasınız. Diğer yeğenin henüz hayatta. Yazgısının önüne çıkaracağından habersiz, ailenin en mutlu bireylerinden biri, bir elinde sigarası, diğerinde içkisi gecenin tadını çıkarıyor. Gün boyunca kasabanın üzerine çöken nemli sıcak gitmeye pek niyetli görünmüyor. Ufacık bir esinti arıyorsun yüzünü yalayacak, yok.. Yaprağın kımıldamadığı bir gece.. Kiminin elinde yelpaze, kiminin elinde bir gazete parçası.. Konukları uğurladıktan sonra ablanla, annenle, eniştenle sohbet edip, nişanlanan yeğenine takılıyorsun: “Kızım acelen neydi, yaşasaydın ya biraz daha gençliğini.. Elini sallasan ellisi, saçını sallasan tellisi.. Evlen de gör gününü.. Gün boyunca çalıştıktan sonra eve gelip, temizlikle, yemekle, çocuğu beslemekle, kocanın kirli çamaşırlarını yıkamakla hayat nasıl geçecek gör bakalım.. Neyse şaka, şaka.. Ama hiç olmazsa bekleseydin de önce ağabeyin Erhan evlenseydi..” “Aman dayı sen de.. Onun evlenmeye niyeti mi var? Gününü gün ediyor. Canının istediği saatte dükkanı kapatıp arkadaşlarıyla buluşmak, ava gitmek, bilardo oynamak, İzmir’e kaçamak yapmak varken. Onun evlenmesini beklemeye kalkarsam ben daha çok beklerim. Ağabeyim evliliğin lafından bile hoşlanmıyor.” Köpüklü kahveler geliyor, son içkilerin üzerine.. Bir sigara daha yakıyorsun, dumanı üflüyorsun gecenin karanlığına.. İrili ufaklı birkaç yıldız göz kırpıyor uzaklardan. “Büyük Ayı”yı arıyorsun bulamıyorsun, diğerleri de yardım ediyor ama nafile.. Vakit sabaha yakın. Gözkapakların ağırlaşıyor artık. Sabah erkenden yaşadığın kente, bilgisayarının başına döneceksin. Artık uyuma zamanı.. Yoksa yarın nasıl çalışırsın? Saatine bakıyorsun, 02.00.. Kasabada sesler çoktan kesildi.. Birazdan erkenci horozlar öter.. Sana bir yer yatağı yapıyorlar alelacele. Çarşaf, pike, bembeyaz yastık kılıfı mis gibi meyveli deterjan kokuyor. Yastığa başını koymaya, pikeyi üzerine örtmeye kıyamıyorsun.. Herkes odasının yolunu tutuyor, ev kalabalık.. Sen annenle aynı odayı paylaşıyorsun. Muhabbet kuşu da sizinle aynı odada, kıpırdanıp duruyor, onu uyku tutmamış besbelli.. Köşedeki sokak lambasının odaya yansıyan sarı aydınlığında, yer yatağında sırtüstü uyumaya çalışıyorsun. Başının tam üzerinde kristal bir avize asılı. Bakıyorsun, düşünüyorsun, düşündükçe uyuyacağını biliyorsun. Avize pirinç bir zincirle tavana bağlı. Üzerinde dört ampul takılı. Yakılınca ampullerin ışıkları duvarlara kristallerden gökkuşakları olarak yansıyor. Kristal avizeler ne kadar gereksiz.. Birazdan uykunun derinliklerinde uzun bir yolculuğa çıkmak üzeresin.. Muhabbet kuşu ansızın bıcırdayarak çırpınmaya başlıyor. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, başının üzerindeki dört ampullü avizenin çılgınca sallandığını farkediyorsun. Hayır sadece avize değil, koltuklar, dolaplar, vitrindeki bardaklar, yataklar, tavan, bütün ev sallanıyor. Derinliklerde tanımlayamadığın ürkütücü, boğuk bir gürültü. Sanki ölüm çağırıyor.. Dördüncü kattasın, bütün bina sarsılıyor. Eskiden kalma alışkanlıkla yattığın yerde sallantının bitmesini bekliyorsun. Rahmetli anneannen “Hareket” derdi, annense “Zelzele” diyor.. Deprem bitmiyor. Yakınlarda uzaklarda korkulu sesler çoğalıyor. Panik havası. Evde herkes ayakta, koca bina, bitişik diğer binaların ritmine uymuş “Beşik” gibi gidip geliyor. Acaba merkezi neresi? Manisa mı? Umursamıyorsun.. Yaşam da ölüm de insanlar için.. 43 yaşındasın ve daha 43 yıl yaşamayacaksın. 20 yıl belki. Hayallerin, ideallerin, tasarıların var uzun vadede.. Kızın biraz daha büyüyecek, ailecek yolculuklara çıkacaksın, bütün çocukluğunu, gençliğinin bir dönemini doya doya yaşadığın kasabayı yazacaksın. Yıllardır çektiğin doğa fotoğraflarını başkaları da görsün istiyorsun, bir sergi açacaksın. Mesleğinde biraz daha yükselebilirsin, eğer çaba gösterirsen bu da mümkün. Kızını ilköğretim okuluna yazdıracaksın, okul giysileriyle elinde çantası okuldan dönüşünü görmek istiyorsun, kitabından ilk heceyi okumasını.. Bisikletinle birçok zirveye tırmanmadın daha, hala zamanın var. Ama bunların hiçbiri de olmayabilir.. Hiç beklemediğin bir anda veda edip, sessizce ya da gürültülü bir şekilde çekip gidivermek de var. Gidebilirsin... Sen büyüklerinden “Tevekkül” etmeyi öğrendin. Ölmek de yaşamak kadar gerçek.. Bütün sevdiklerini geride bırakarak bir gün ölebilirsin.. Annen bildiği duaları sıralıyor-Allahım sen koru bizi- endişe içinde.. Oturduğun binanın müteahhidi demirden, çimentodan, temelden çalmış hiç önemli değil. Allah bizi korur. Yeğenlerin bu olayda neşeli yanlar bulmayı becerebiliyorlar, ne güzel.. Odada ışıklar yeniden sönüyor, ama meraklılar mutfaktaki küçük televizyonu açıyorlar. Acaba bir haber var mı? İşte o zaman korkunç gerçekle karşı karşıya geliyorsun. Senin 20 saniyelik hafif bir sallantıyla atlattığın deprem Marmara’da kabusa dönüşmüş. Haberler çok kötü.. Sallantının merkezi yüzlerce kilometre uzakta. TV spikeri ilk bilgileri izleyicilere aktarmaya çalışırken, artçılar geliyor. Stüdyoda panik havası.. Sonra bir başka kanal.. Spiker bir kağıda yazılarak önüne uzatılan notları okurken, dekorlara, duvarlara bakıyor sezdirmemeye çalışarak. Kocaeli’nden, Sakarya’dan, Gölcük’ten, Yalova’dan ilk görüntüler, ilk telefon bağlantıları. 7.4’ün yarattığı tahribat, yarattığı şok.. Apartmanlar yerle bir, enkazlar yanıyor, kurtulabilenler iç çamaşırlarıyla ne yapacağını bilemez halde koşturuyor. Enkazların arasından çığlıklar geliyor, anneler, çocuklar, feryat ediyor: “Kurtarın bizi, Allahınızı severseniz, burası yıkılacak, burası kapkaranlık, ne olur kurtarın bizi!” “Amca çıkar bizi buradan, amca ne olursun!” “Annem orada kaldı, üzerinde dolap var, bana cevap vermiyor, lütfen oradan çıkarın annemi!” “Ambulans yok mu?” “İtfaiyeye haber verin, evdekiler de yanıyor!” (İtfaiye binası çoktan yerle bir olmuş oysa..) Korku, panik, çaresizlik, koca dünyada bir anda yapayalnız kalmanın dayanılmaz acısı.. Hazırlıksızlık.. Bütün bu dehşeti televizyon ekranında görüyor, yaşıyorsun. Kim, kime nasıl yardım edecek? Orada yaşayan herkesin yardıma ihtiyacı var. Yakın illerden ilk yardım ekipleri, itfaiye araçları, ambulanslar ulaşmaya başlıyor. Felaket tahmin edilenden çok daha yıkıcı boyutta. Taş taş üstünde kalmamış İstanbul’dan Bolu’ya kadar.. İradenin gözkapaklarına hükmedemediği sıralarda- Televizyonu izlemek istesem de artık mümkün değil- birkaç saatliğine de olsa uyuyorsun. Saat 07.30’da İzmir yolundasın. Uykulu gözlerle gazeteye ulaştığında ilk ekipler deprem bölgesine doğru yola çıkmışlar bile.. Bilgisayarda enkaz altında kalan insanların, çıkarılan cesetlerin, geride kalanların yüz ifadelerinin görüntülendiği fotoğrafları görüyorsun. Ölü, yaralı sayısı giderek artıyor, saatler geçtikçe yaşanan felaketin boyutlarının senin tahminlerinin çok çok ötesinde olduğunu anlıyorsun. Aylarca beyninden uzaklaştıramayacağın deprem korkusu o gün ruhunu esir alıyor, milyonlarca insan gibi.. Pistte kıvrak oyun havaları eşliğinde coşkuyla danseden gelinle damadı seyrederken, hiç unutamayacağın o gece anı kareleri halinde geçiyor gözlerinin önünden.. Nişan gecesi iki yeğeninin şakalaşmaları, birbirlerine takılmaları.. Oysa bugün, bu bahçede yalnızca birisi var. Çünkü diğeri artık yaşamıyor. Daha ilkokula başlamamıştım, ölümün ne olduğunu bilmiyordum, anlayamıyordum. Anneme sorardım: “Anne, Recai amcam nerede?” “Öldü oğlum..” “Peki nereye gittiğini bilmiyor musun?” “Şu yıldızları görüyor musun? Amcan şimdi uzaklarda, o yıldızlardan bile ötede..” “Neden geri gelmiyor?” “Çünkü Allah öyle istiyor yavrum..” Erhan bir daha gelmeyecekti. Demirciler Çarşısı’nda bir hiç uğruna vurulduğunu öğrendiğimde, hastanede ölümle pençeleştiği sırada başucundayken nasıl da içim acımıştı. Ortaokuldaydım o dünyaya geldiğinde, ben çocukluktan gençliğe yönelirken o daha bebekti. Beraber büyümüş sayılırdık, aynı evde, bir dönem onunla, bir dönem kızkardeşiyle.. Dayı-yeğen gibi değil kardeş gibi... Üzerinden neredeyse bir yıl geçmiş. Acılar küllenmiş, üzerini zaman örtmüş. Ama ölüm unutulmuyor. Kabuğuna çekilmiş bir yanardağ gibi biliyorum. Dışarıya lav püskürtmüyor ama derinliklerde kaynayıp duruyor. Hala kan kırmızı, hala sıcak, hala acıtıyor. Olabildiğinde pistten uzak durmaya çalışan, daha çok konuklarla ilgilenmeyi tercih eden ablanın, zaman zaman gelinle damada dalıp, gözlerindeki nemi kimseye farkettirmeden elinin tersiyle silmeye çalışması bundan.. Erhan, uzaklardan, çok uzaklardan gülümsüyor oysa.. Tıpkı o geceki gibi..
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Engin Yavuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |