Sevgi dünyadaki yaşam ırmağıdır. -Henry Ward Beecher |
|
||||||||||
|
KARPUZKALDIRAN Turgutlu, İzmir’e ve bu büyük kenti çevreleyen körfeze pek uzakta değildir. Nemli ve boğucu sıcakların hüküm sürdüğü yaz mevsimlerinde, İzmirlinin içini ferahlatan imbat rüzgarı Bornova Ovası’ndan içeriye sokulur, sokulmasına da Belkahve rampalarını aşamaz. İzmir’in tipik Akdeniz iklimi yerini Turgutlu Ovası’nda ılımlı bir kara iklimine bırakır. Kasaba yazları kuru ve sıcaktır. Evlerin çatıları, asfaltlar, bağlardaki asmalar yaz güneşiyle buğulanır. Güneşin en yakıcı olduğu saatlerde sokaklar sakinleşir, kimi öğle uykusuna yatar, kimi komşu ziyaretlerinde havanın serinlemesini bekler. Gençler kasabayı ikiye bölen bulvarda tur atacağı ya da Karpuzkaldıran Parkı’nın havuzu başında sohbet edeceği saatlere hazırlanır sabırsızlıkla.. Derken parke taşlı Cumhuriyet Bulvarı’ndan sularını saça saça, etrafa toz kokuları yayarak soluk kırmızı renkli ilk itfaiye arazözü geçer. Bulvarın ilk sakinleri, kızlı erkekli liseli öğrenciler ile kasaba dışında okuyan ama yaz tatillerini burada geçiren üniversiteliler olur genellikle. Bu saatlerde bulvar gençlerindir. Kaçamak bakışmaların, ilk gözgöze gelişlerin, ilk laf atmaların, ilk utangaç gülümsemelerin, ilk tanışmaların, ilk heyecanların ve ilk mevsimlik aşkların yaşandığı yerdir burası. Bulvar kasabanın atardamarıdır, hayat burada bir aşağıya (İstasyon’a doğru) bir yukarıya (Karpuzkaldıran Parkı’na doğru) akar, akar.. En temiz giysiler giyilir, ayakkabılar boyanır, saçlar taranır, bazen biryantinlenir. Açık renkli gömleklerin cebine karşıdan görülebilecek bir şekilde fiyakalı yabancı sigaralardan bir paket koymak- eğer cebinizde paranız varsa- adettendir. ++++ İzmir’de külrengi bir akşamüzeriydi. Aylardan Aralık’tı, soğuktu, yağmur çiseliyordu. Erkenden kararmıştı hava. Hergün işe gidip gelirken yürüdüğü caddede bütün lambalar yanıyordu. Evlerin içi sıcacık olmalıydı, camların çoğu buğuluydu. Burası zengin ailelerin oturduğu en iyi semtin en seçkin mahallelerinden biriydi. Rifat on katlı Orkide apartmanın önünden geçerken her zamanki alışkanlığı ile zemin kattaki dairenin penceresine baktı. O kadın yine pencerenin kıyısında, koltuğunda oturuyordu. Binanın giriş kapısı yandaydı. Bu yüzden apartman ile kaldırım arasında kalan bölüm bahçe haline getirilmişti. Taflanlar, güller, sardunyalar, küçük palmiyeler, üçüncü katın balkon parmaklıklarına kadar boy atmış begonvil yapının ön cephesini süslüyordu. Yağmurla yıkanınca yeşilin en güzel tonlarına bezenen bahçe ile bitişik zemindeki dairenin pencere sulukları neredeyse bitkiler ile aynı seviyede idi. Tül perdeler tamamen açılmamış ama kadının caddeyi ve çevresini rahatça görebileceği kadar açık tutulmuştu. Tüllerin arkasında sütlükahve rengi kalın kadife perdeler pencerenin dekorunu tamamlıyor bir abajurla aydınlanan odanın loş görüntüsü insanda yalnızlık hissi uyandırıyordu. O kadın oturduğu koltukta hafifçe sallanır-belki de özellikle sallanan koltuğu tercih etmişti- pencereden hep aynı yöne bakardı. Her zaman bakımlı, makyajlı, saçları özenle yapılmış ve tertemiz giyinen 30-35 yaşlarındaki bu kadını her görüşünde Rifat’ın merakı biraz daha artardı. Hep mutlu bir yüz ifadesiyle, sanki gülümser gibi etrafı seyrederken hep gelmeyecek birini bekler gibiydi. Kimi zaman, özellikle ılık bahar günlerinde kadının oturduğu yerde sürgülü pencere hafif aralık olurdu. Oradan gelip geçerken nihavent, hisarbuselik, acemaşiran şarkıların cızırtılı seslerini duyardı Rifat. “Eski bir pikap ya da gramafon olmalı. Belki de taş plak dinliyor” diye düşünürdü: “Bir bahar akşamı rastladım size sevinçli bir telaş içindeydiniz derinden bakınca gözlerinize neden başınızı öne eğdiniz.” “Kimdi bu kadın, neden hep aynı koltukta oturup aynı pencereden bakıyordu, neden gülümsüyordu acaba işe gidiş ve dönüş saatlerine mi denk geliyordu kadının pencere önünde oturduğu zaman dilimleri. Yoksa bütün gün boyunca mı oturuyordu orada?” Bu sorulara cevap arıyor bulamıyordu Rifat. Ama her seferinde daha da büyüyordu sorular, beynini kemiriyordu. “Nereden sevdim o zalim kadını bana zehretti hayatın tadını.” Kadınla göz göze gelmeye çalışıyor, bunda başarılı da oluyordu ama sanki kadının bakışları gözlerini delip geçiyor sonsuzluğa uzanıyordu. Özellikle akşamüzerleri, üzerinde bütün bir günün yorgunluğunu taşıyarak eve dönerken, kendini bir anda yıllar öncesinde, günbatımında havagazı lambalarıyla aydınlatılmış parke kaplı bir sokakta yürürken buluyor, her seferinde hüzün veren bir şiirin dizelerini tekrarlıyordu içinden: “İzmir’de bu akşam deniz ufkunda şölen var renk cümbüşüdür şimdi uzaklarda ışıklar körfez yanıyor erguvan olmuş bir musiki halindedir artık o sedalar.” * * * * Yine yağmurlu bir günde iş çıkışı otomobilini almak üzere aynı yoldan otoparka yürüyordu Rifat.. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Şiddetli lodosa direnmeye çalışan yapraklar en sonunda dayanamıyor rüzgarın kucağına bırakıyordu kendisini. Zorlukla adım atabiliyordu. Oradaydı yine. Her zamanki gibi, bakımlı, makyajlı, güleryüzlü aynı yöne bakıyordu. Pencerenin önünden geçti, birkaç adım attı, durakladı. Rüzgarın şemsiyesini ters çevirmesine aldırmadan geriye döndü. Zemin kattaki dairenin ziline bastı. Elleri titriyordu. Sırılsıklamdı. Kapının açılmasını beklemek zorunda olduğu zaman belki çok kısaydı ama ona saatler gibi geldi. Ne diyecekti, nasıl anlatacaktı, neyi soracaktı, niye soracaktı, bilmiyordu. Ama ayakları beynini dinlememiş Rifat’ı dairenin kapısına sürüklemişti. Geri dönüp gitmeyi düşündüğü an yavaşça kapı açıldı, karşısında yaşlı bir kadın duruyordu, sanki onu yıllardır tanıyormuş, buraya her zaman girip çıkan biriymiş gibi “buyrun, içeri girin efendim” dedi. Saatler sonra eve döndüğünde bu ziyareti, telefonla sohbet etmekten hoşlandığı yakın bir arkadaşına anlattı Rifat: “Bir evden çok müzeye benziyordu. Her taraf loştu. Bazı köşelerde yanan abajurlar mistik bir hava veriyordu daireye. Resimden pek anlamam ama şampanya rengi duvarların tamamı hangi ressamların fırçasından çıktığını bilmediğim birbirinden güzel resimlerle doluydu. Mobilyalar klasikti. Koltuklar, dolaplar, büfeler, sehpalar, abajurlar yıllar önce satın alınmış, sonra hiç ellenmemiş gibiydi. Cilalı parkelerin üzerinde yine antika olduğunu sandığım büyük halılar seriliydi. Bana kapıyı açan yaşlı kadınla birlikte aylardır kim olduğunu merak ettiğim kadının oturduğu odaya girdik. Karşımdaydı işte, koltukta oturuyor, gülümser yüz ifadesiyle pencereden dışarıya bakıyordu. Benim odaya girdiğimi fark etmemiş gibiydi. Bana refakat eden yaşlı kadın, ‘Perihan bir misafirin var’ deyip çıktı. Ne söyleyecektim şimdi? Sessizlik oldu, ne kadar sürdü bilmiyorum. Gözlerimle duvarlarda gezindim yine.. Buranın görünümü de salondan hiç farklı değildi. Resim sergisi gibiydi.. Duvarları kaplayan sarı yaldızlı çerçevelere yerleştirilmiş resimlerin arasında siyah beyaz büyükçe bir fotoğraf gözüme çarptı. Fotoğrafta asırlık çam ağaçları, çiçekler, ortadaki havuzun kenarına sıralanmış üzeri muşamba örtülü tahta masaları ve sandalyeleriyle bir park vardı. Bu parkı hatırlıyor gibiydim. Sohbet etmek istiyordum, kafama takılanları sormak istiyordum, söze başlamak istiyordum, yapamıyordum. Sonra bütün cesaretimi topladım, “Ne güzel fotoğraf” dedim sanki bu fotoğrafın dışında duvarlarda hiçbir şey yokmuş gibi. Bana cevap verecek miydi, konuşacak mıydı, sesi nasıl acaba diye düşünürken gözlerini yine pencereden ayırmadan, “Hiç Turgutlu’ya gittiniz mi” diye sordu, sonra ekledi: “Orada bir Karpuzkaldıran Parkı vardır bilir misiniz? İlçenin en güzel mesire yeridir.” ++++ Turgutlu’nun piknik alanı Selvilitepe, Ankara karayolunun üzerinde Çardak Kahve’nin arkasında çam ağaçlarıyla kaplı küçücük bir tepedir. Ağaçların arasında nerelerde biriktiği belli olmayan berrak, pılı pırıl, buz gibi bir su kumları da havalandırarak yerden kaynar, birkaç metre ötede yine kaybolur. Bu kaynak Antalya çevresindeki düdenlere benzer. Bu pınar aşağıya doğru yeraltından Ankara karayolunu aşar yaklaşık 500 metre ötede Karpuzkaldıran Parkı’nın girişinde yeniden ortaya çıkar. Su bir süre parkın içinden akar daha sonra park duvarının yanıbaşında kendi kendine oluşturduğu yatağından ilçenin aşağı mahallelerine doğru yoluna devam eder. Parka adını veren pınar gerçekten çok soğuktur. Yazın buraya pikniğe gelenlerin karpuzlarını dereye bıraktıkları, bazı karpuzların suyun aşırı soğukluğu yüzünden çatladığı söylenirdi. Rifat kaç yaşındaydı hatırlamıyordu, ablası daha nişanlıyken, eniştesinin kardeşine ait av köpeğini- simsiyah bir köpekti, çok severlerdi, ailenin bir ferdi gibiydi- serinletmek için o dereye sokmuş- aylardan temmuzdu sanırım- bol bol yıkamıştı. Köpek de halinden pek şikayetçi değildi. Rifat İzmir’e döndükten sonra üşütüp öldüğünü öğrenmişti- kızmamışlar, kırılmamışlardı. İyiniyetli bir çocuk olduğunu bilirlerdi. Galiba en çok üzülenlerden biri de oydu. Çünkü kasabada geçirdiği günlerde en yakın arkadaşı, adını hatırlayamadığı bu köpekti. Karpuzkaldıran Parkı, ilçenin girişinde Turgutlu’yu bir ucundan diğer ucuna aşarak İstasyon Meydanı’na bağlayan Atatürk Bulvarı’nın yanıbaşındadır. Fıstık çamlarının tamamen gölgelediği parkın ortasında büyük bir havuz vardır. Billur kaynak sularının bir kısmı bu havuzun bir ucundan dekor olarak konulmuş kaya parçalarının arasından çağıltılarla akarak girer diğer ucundan çıkıp parkın yanından akan dereye karışır. Geniş bir parktır Karpuzkaldıran, on dönüme yakındır. Mavi, yeşil, kahverengi, sarı boyalı yüzlerce masa ve sandalye süsler parkı. Başka yazlık mekan olmadığı için kasabanın bütün düğünleri de bu parkta yapılır. Mayıs ayının sonlarından itibaren haftada iki gece düğün olur, serinlemek için parka gelenlere de eğlence çıkar. Akşamüzerleri arazözlerle sulanan bulvarda birkaç tur atıp piyasa yapan gençlerin son durağı Karpuzkaldıran Parkı olur. Çam ağaçlarının serinliğinde ve gün batımına yakın, çevreye dikilmiş güller, taflanlar, akşamsefaları, begonya ve sardunyaların mis gibi kokuları arasında içilen çayın tadına doyum olmaz. İlk bakışmaların da.. ++++ Yaşlı kadının yanına birkaç kuru pasta koyarak büyükçe tabaklarda ikram ettiği demli çayları yudumluyorduk. Perihan cevabımı beklememişti, belki de benim ne cevap vereceğim hiç önem taşımıyordu. Hikayesini anlatacaktı, ben de çok merak ediyordum. Derin derin nefes alarak, zaman zaman dinlenerek devam etti sözlerine: “Talat ile ilk kez orada karşılaşmıştık. Bir yaz akşamıydı. Bana kardeşim kadar yakın iki kız arkadaşımla oradaydık. Talat’ın dedesi bu arkadaşlarımdan biri ile aynı sokakta oturuyordu. Ailecek tanırlardı birbirlerini. İki masa ötemizde o da arkadaşlarıyla birlikte tam karşımdaki masadaydı. İzmirli olduğunu öğrenmiştim. Kasabaya geldiğinde dedesinin evinde kalıyordu. Büyük bir kentte yaşıyor olması benim ilgimi çekmişti. İleride İzmir’e yerleşmeyi hep hayal ediyordum çünkü. Ama hepsi o kadardı. Ben kasabalıydım, o şehirliydi. Beni beğenmez ki, kasabalı kızı ne yapsın demiştim kendi kendime..” ++++ Talat, Perihan’ı ilk olarak Karpuzkaldıran Parkı’nda görmüştü. Aylardan Ağustos muydu? Ağaçların gövdelerine asılı hoparlörlerden Cem Karaca’nın bir şarkısını mı dinliyorlardı, bütün park birlikte.. “Bir gün belki hayattan geçmişteki günlerden bir teselli ararsan bak o zaman resmime” Serindi, rüzgarlıydı hava.. Masaların üzerindeki örtüler uçuşuyordu. Bir köşede düğün için hazırlık vardı. İlk konuklar gelip oturmuşlardı bile yerlerine.. Havuzun yüzeyinden ürpertiler gelip geçiyordu. Talat bir yelek bile almamıştı yanına, üşüyordu enikonu, Perihan da öyle.. Birkaç masa ötesindeydi. Ama sanki masalar yoktu aralarında. Aynı masada oturuyormuş gibiydiler. Perihan’ı yakından tanıyan kasabalı arkadaşları, “Lakabı şeftali” demişlerdi. Hoş bir kızdı. Beyaz tenli, buğday saçlıydı, yanakları al aldı.. Günler sonra Perihan’ın okuduğu lisenin veda gecesi vardı. Talat da oradaydı. Rengarenk folklor giysileri içindeydi Perihan, gösteri bitmiş sahneden inmişlerdi ailelerinin coşkulu tezahüratı arasında.. Bir arkadaşını Perihan’ın yanına kulise göndermişti Talat. “Neden olmasın” diye haber iletmişti genç kız da. Gururlanmıştı Talat, bu cevabı beklemiyordu. Çünkü kasabanın en güzel kızlarından biriydi Perihan. Herkes gıptayla bakacaktı, kıskanılacaktı, çoğu yaşıtı onun yerinde olmak isteyecekti. Ne müthişti bu duygu. Böylece kasabaya haftada en çok bir gün uğrayan Talat, şimdi İzmir’e haftada bir gider olmuştu. Ne de olsa artık yaz mevsimiydi, zamanı çoktu sevmek için.. İzmir kaçamakları başladı sonra.. Arkadaşının babasına ait tuğla fabrikasında işe başlamıştı, kasabadan İzmir’e gelip gidecek parayı sağlayabilmek için. Götürü diyorlardı, geceleri makinenin başında blok çıkarıyordu ve çalıştığı sürece para kazanıyordu. Güzel bir yaz için yeterliydi bu para.. İzmir’de Perihan ile beraber olmadığı günlerin akşamları, eğer fabrikada da işi yoksa soluğu Karpuzkaldıran Parkı’nda alırdı. Hep aynı yerde otururlardı. Arkadaşları birer birer toplanırdı masanın çevresinde, sohbetler koyulaşırdı ve konu hep siyaset olurdu. Hep birlikte her gece Türkiye’yi yeniden kurtarırlardı. “Vecdet geldi mi bizimki..” “Görmedim şimdiye kadar, gelir herhalde birazdan. Seni görmeden durabilir mi?” Kasabaydı burası. Talat bir masada Perihan başka bir masada, kaçamak öpücük ve gülücüklerle tatlandırırlardı toplumdan gizledikleri aşklarını.. Beraberliklerini bilenler bile, bilmez anlamaz görünürdü. Parktaki masaların, sandalyelerin, kartopu çiçeklerinin, sardunyaların, havuzda şarıldayan suyun, demli çayların, haşlama gazozların, dallarda demlenen kumruların, gece serinliklerinin bir anlamı vardı o günlerde. Mektuplar gelir giderdi sevgi sözcükleriyle dolu.. Talat mektuplarının çoğunu Karpuzkaldıran Parkı’nda yazardı sabah çayını yudumlarken.. Kimsecikler olmazdı o saatlerde. Kuşlar cıvıldaşırdı çamların dallarında, O Perihan’ı düşünürdü. ++++ “Çok güzeldi birlikteliğimiz. İçim içime sığmıyordu. Anneme arkadaşıma gideceğimi söyleyip geceleri gizli gizli Talat ile buluşuyordum. Görecekler diye korkuyordum ama tutkunduk birbirimize. Sık sık ilçenin diğer ucundaki istasyon kahvesine giderdik. İki yanı dut ağacı sıralı İstasyon Caddesi’nde el ele yürürdük. Burası gözden ıraktı, bir arada olduğum zamanlar hiç durmadan konuşurduk, konuşacak ne çok şey vardı tanrım, birbirimizi yakından tanımaktı belki amacımız, gençtik, hayallerimiz sınırsızdı. Talat okulunu bitirecekti, ben üniversiteye başlayacaktım. Öğretmen olmaktı amacım. Bir yıl sonra yaprakların döküldüğü mevsimde nişanlanacaktık, Talat diplomasını alıp askerlik görevine gidecekti. Ben mezun olduktan sonra evlenecektik. İzmir’e yerleşecektik. Küçük bir evimiz olacaktı. Azla yetinecektik. Doğa ile iç içe olacaktık hafta sonları, o bir köşede ben bir köşede kitap okuyacaktık. O kadar mutluydum ki. Yakışıklı, esmer, uzun boylu-hep hayal ittiğim gibi- bir gençle evlenecektim, şehirde yaşayacaktım, bu yüzden kendimi ona vermekte hiç tereddüt etmedim. Dayanamadım bir gün yakın arkadaşlarıma anlattım Talat’ı.. O da ailesine, Karpuzkaldıran Parkı’nda buluştuğu mahalle arkadaşlarına benden sözetmiş. Bu kadar kararlıydık yani. Hiç ayrılmayacaktık birbirimizden. Ama kasaba yaşantısına tersti böyle ilişkiler. Değil el ele tutuşmak, bir erkekle samimi görünmek bile kabullenilmezdi, ayıplanırdı. Ama ben sevdiğim genç için ailemle ters düşmeyi bile göze almıştım..” “O yaz rüya gibi geçti, nasıl Eylül oldu anlamadık” dedi genç kadın, sokağa baktı- ya da Rifat öyle sanmıştı- düşündü, birer çay daha istedi, sonra sürdürdü konuşmasını: “Dünyanın merkezinin ikimiz olmadığını Eylül’de anladık. İlk yağmurlar düşüyordu Karpuzkaldıran Parkı’na. Sert rüzgarlar, parkın yanıbaşındaki çınarların sarı yapraklarını savuruyordu. Geceleri renkli ampuller yanmıyordu artık. Masalarda oturanlar azalıyordu yavaş yavaş.. Okullar yakında açılıyordu. Koca bir yaz doyamamıştık birbirimize. Ama ayrılık vakti gelmişti. Talat üniversiteyi bitirmek üzere İzmir’e geri dönmek zorundaydı. Hafta sonları gelirim, görüşürüz, sen fırsat buldukça gelirsin. Bir dönem böyle yaşamak zorundayız. Ama merak etme gönlüm hep seninle olacak, sen benim biricik aşkımsın, senden hiç ayrılmayacağım, artık birbirimizin olduk diyordu. Sonra okullar açıldı. Birkaç hafta sonu kasabada görüştük. Ama benim derslerim, onun sınavları.. Giderek birbirimize daha az zaman ayırmak zorunda kaldığımızı fark ediyorduk. Ne kadar istesek olmuyordu. Kendi kendime sabretmeliyim diyordum. İlk biz miyiz bu günleri yaşayan. Bunlar da geçecek. Ne hayal ettiysek gerçek olacak. Hep böyle gidecek değil ya.. Kış ortasıydı. Karşıyaka’da buluşmuştuk. Ben okula ara verip askere gitmeye karar verdiğini, eğitimini terhis olduktan sonra sürdürmek istediğini, o zaman hem çalışıp hem de okuyabileceğini, artık ailesine yük olmak istemediğini anlattı. Bu kararı vermek için çok zorlandığını ama başka çaresi olmadığını söyledi. Çok üzülmüş, çok şaşırmıştım. Biz ne olacağız dedim. Beni çok sevdiğini, evlilik konusunu askerlik sonrası düşüneceğini söyledi. Bekleyip bekleyemeyeceğimi sordu. Tabii beklerim dedim. Biz birbirimize söz vermemiş miydik?” Gözleri doluyordu bazen, o günleri yeniden yaşıyordu besbelli. Anlattığı sıradan bir aşk hiyakesiydi oysa. Rifat, “İnsanlar ne aşklar yaşıyor. Bu da zamanla unutulacak bir gençlik macerası işte. Belli ki çocuk sözünde durmamış, terk edip gitmiş. Hayat sorumluluğunu yükleninceye kadar ne tortular kalıyor yüreğinde..” diye düşündü. Gençlik günlerini anımsadı. Arkadaşlarıyla birlikte Atatürk Bulvarı’nda bir aşağı bir yukarı yürüdükleri akşamüzerlerini, Karpuzkaldıran Parkı’nda tadına doyulmaz yaz gecelerini, dostluklarını, akrabalarını, Baltacı Mahmut Yolu’ndaki komşularını, dedesinin evinin önünde, dut ağacının dibine kim tarafından konulduğunu kimsenin bilmediği kaya parçasını, ovada geçen çocukluğunu.. “Ben de kasabalıyım” dedi genç kadına, “Ama sizi hatırlayamadım..” Şaşırmadı genç kadın, kımıldamadı bile, hiçbir tepki göstermedi, oturduğu koltukta hafifçe sallanarak gözlerini pencereye dikti. Duymuyor gibiydi, hep aynı noktaya bakıyordu. Bunu şimdiye kadar niye fark edemediğine şaşırdı Rifat. Yerinden kalktı, genç kadına yaklaştı, ellerini uzattı gözlerine doğru ama o bir çift okyanus mavisi gözün bir işe yaramadığını fark etti. Susmuştu şimdi, bir sessizlik çöktü loş odaya, bulutların arasından kendi bir anlığına kendini gösteren güneşin ışıkları, koltuklara, duvardaki, tablolara, halılara, havada uçuşan tozlara yansıyıp geçti. Soludukça toz kokusu geliyordu burnuna.. O sırada yaşlı kadın kapıdan başını uzattı. Rifat’ın ne söyleyeceğini bilemediği en çaresiz anında ansızın ortaya çıkıvermişti. Başörtüsünü düzeltti, sessizce yürüdü, karşısındaki diğer koltuğa oturdu Rifat’ın.. “Buyrun evladım. Sohbetiniz yarım kaldı.. Bazen böyle suskunluğa bürünür kızım, uzaklara dalar gider, ne düşünür bilmem. Ben annesiyim benimle bile çok nadir konuşur. Belki 20 yıldır böyleyiz. Alıştım artık. Ne kulakları duyar, ne gözleri görür. O konuşursa dinlerim.. Bu hikayenin sonunu ben anlatayım isterseniz. Aslında hatırlamak bile istemiyorum ama kasabalıyım dediğini duydum. Bilmem kimlerdensin ama ne önemi var, farklı iki mahallesinde bile olsa kasabada herkes dosttur, ahbaptır birbirine. Ne de olsa yıllar önce göçtüğümüz yer aynı. Rumeliliyiz hepimiz..” Talat, Perihan ile son kez Karşıyaka’da buluşmuş, birkaç gün sonra da genç kızın yakın arkadaşlarından birine telefon ederek, “Ben askerlik işlemlerimi tamamladım. Hafta sonuna kadar teslim oluyorum. Mektupta daha detaylı yazarım. Kendisine söylersin” demişti. O mektubu günlerce beklemişti Perihan, Talat sır olmuştu. Askerlik görevine gidip gitmediği bile belirsizdi. İnsan bütün bir yaz boyunca dolu dolu yaşanmış bir aşkın hatırına birkaç satır olsun yazmaz mıydı, yazmamıştı. Aylar sonra Talat’ın ailesine ulaşmayı denemişti Perihan, İstanbul’a taşındıklarını öğrenmişti. “ İlk olarak o günlerde bana açıldı kızım. Aldatılmış olmanın acısını benimle de paylaşmak istemişti. Yaşadığı her şeyi anlattı bana. Kendisine bu beraberliği güzel yanlarıyla hatırlaması gerektiğini anlatmaya çalıştım. Ama bir türlü kabullenemiyordu. O zaman yaşadığı ilişkinin sıradan bir aşkın çok ötesinde olduğunu hissettim ama sormadım hiçbir zaman. Kendisini daha suçlu hissedebilirdi. Bunalım derinleşebilirdi. Babasına da hiçbir şey söylemedik. Ama Perihan’ın durgunluğu gözünden kaçmıyordu, ‘Bir sıkıntın mı var kızım, anlat bana, gel para vereyim, çarşıya gidin annenle kıyafet alın biraz’ diyor kızının içindeki bulutları dağıtmaya çalışıyordu.” ++++ Dört yıl geçmişti aradan. Perihan okulu bitirmiş öğretmenliğe hak kazanmıştı. Turgutlu Lisesi’ne resim öğretmeni olarak atanmış, göreve başlamak için okulların açılmasını bekliyordu. Günler yine evde, arkadaş ziyaretlerinde, akşamüzerleri ve geceleri Karpuzkaldıran Parkı’nda geçiyordu. Vakit yine sonbahara yakındı. Kasaba dışında okuyanlar birer birer veda edip ayrılıyorlardı. Tatil için gelenler de geri dönüyordu artık. Bu yüzden park tenhalaşmıştı. Perihan hemen hemen her gün arkadaşlarıyla buluşuyor, havuzun kenarındaki masalardan birinde mutlaka bir yer buluyordu kendine. Park anılarla yüklüydü. Nereye baksa Talat’ı görüyor, ondan bir iz buluyordu.. O kadar zaman geçtiği halde unutamamıştı. Parkın kapısındaydı hep gözleri. “Hep şu kapıdan girecekmiş gibi..” diyordu. “Aman Perihan, unut artık şunu. Seni ortada bırakıp gidiverdi. Bir kez olsun aramadı bunca yıl. Hala onunlasın.. Hayalleri bırak artık gerçeklere bak. Hayat devam ediyor. Kendine bu kadar acı vermenin bir anlamı yok artık. Çevreden dolaşan bir sürü yakışıklı var. Öğretmen de oldun. Evlen artık, yuvanı kur, yolunu çiz, böyle daha ne kadar yaşayabilirsin..” Haklıydılar. Yeni bir adım atmanın zamanı gelmişti artık. Kimseyi mutsuz etmeye hakkı yoktu. İki hafta sonraydı. Hava daha erken kararıyordu artık. Yağmur az önce dinmiş kasabanın bütün tozlarını yıkamıştı. Parke kaplı bulvar, ağaçlardaki son yapraklar pırıl pırıl parlıyordu. Parkta iki-üç masa doluyordu. Eski neşesinden eser yoktu. Suskunluk vardı. Hoparlörden Ajda Pekkan’ın bir şarkısı bozuyordu parkın sessizliğini. “Uykusuz her gece, yorgun ölesiye, sabahlarınm bazen ben, rüyalarıma girme diye..” Yıllardır unutulmamış bir aşkı özetliyordu bu şarkı. Perihan, iki şeker attı, yudumlamak üzere çay bardağını kaldırdı, ağzına götürdü, öylece kalakaldı. Parkın kapısında Talat duruyordu. Bir yandan bakınıyor, bir yandan elini sıkı sıkı tutan kadına - Ya sevgilisi ya da eşiydi- bir şeyler anlatıyordu. Arkadaşı, “Perihan bak kim geldi, gördün mü” diye koluna dokundu. Aç karnına içilmiş birkaç kadeh içkinin sarhoşluğu vardı Perihan’da. Hissetmiyordu, kolunu oynatamıyordu, başını çeviremiyordu, gözleri Talat’a kilitlenmişti. Birkaç saniye sürdü ama saatler gibi geldi Perihan’a. Talat ile yanındaki kadın bulvardan istasyona doğru el ele yürüyüp gittiler. Belki her zamanki şakalarından birini yapan Talat’a sıcacık gülüyordu kadın. Yağmurun yeniden başladığını, yüzüne iri bir damla çarptığı zaman fark etti Perihan. Hiç konuşmadılar, hesabı ödeyip, hızlı adımlarla çıktılar parktan. Elinde sıkı sıkı tuttuğu kasabalı şairin kitabından bir dize beyninin içinde dolanıp duruyordu Perihan’ın: “Hepsi budur şarkılar, aşkların özeti olarak kalır..” ++++ Hüzünlü bir öykü” dedi Rifat yaşlı kadına, ekledi: “Peki Perihan hanımın gözlerine ne oldu?” “Talat’ın başka bir kadınla evlendiğini öğrenince umudunu yitirdi kızım. Okul başladı zaten. Öğrencilerine ayırdı zamanının çoğunu. Belki unutmadı ama unutur göründü. Çok isteyen oldu, hiçbirini kabul etmedi. Evlenmeyeceğim dedi. Her şey yoluna giriyordu yavaş yavaş. Hiç olmazsa zaman zaman yüzü gülüyordu. Kızımız mutlu oldukça biz de hüznümüzü unuttuk. Ama huzurlu günlerimiz fazla sürmedi. Sanırım bir yıl sonraydı. Kızım arkadaşlarıyla birlikte İstanbul’a giderken trafik kazası geçirdi. En samimi arkadaşı öldü. Kendisi de gözlerinden oldu. Bu olay onu tamamen yıktı. Hastanede yatarken karar verdik İzmir’e yerleşmeye. Okula gitme şansı da yoktu artık. Tedavi imkansızdı çünkü. Taşınıp buraya gelmemiz onbeş günün içinde oldu.. Kötü günleri kasabada bıraktık.. Yaşayıp gidiyoruz işte…” Parkı anımsadı Rifat. “Bu aylarda Karpuzkaldıran ne güzeldir kimbilir?” dedi kendi kendine. Çürümüş yaprak, kömür dumanı ve kara fırın ekmeğinin kokusunu ne kadar özlemişti..
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Engin Yavuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |