Dünya hiçbir padişaha kalmadı, sana da kalmayacaktır. -Nizamî |
|
||||||||||
|
“Ahhh! Dönülmez akşamın ufkundayım vakit çok geç..” “Bestesi Münir Nurettin Selçuk’a, güftesi Yahya Kemal Beyatlı’ya ait segah makamındaki şarkıyı Müzeyyen Senar’dan dinlediniz.. Burası İzmir Radyosu. Programımız beraber ve solo türküler ile devam ediyor.” Paçalarına sarhoş bacağı yaptığı pantolonu yana bıraktı, lacivert iplik takılı iğneyi sırtını yasladığı yastığa iliştirdi, oturduğu divandan doğruldu, gerindi.. Kalktı, karşıda dolabın üzerinde duran Sierra marka kahve radyosunu kapattı. Balkonda oturan oğluna seslendi: “Eren, acıktın mı yavrum?” “Ne yiyeceğiz anne?” “Sabahtan beri pantolonları yetiştirmeye çalışıyorum. Şu divandan bir yere adım atamadım. Onbeş tane pantolon, dik dik bitmiyor. O yüzden yemek yapacak vaktim olmadı. Sana yumurta kırayım istersen. İçine biraz da peynir.. Mis gibi olur, ister misin?” “Olur anne.” “O zaman git bakkaldan sıcak ekmek al, gel..” “Tamam!” Mutfağa girdi, dolaptan sahan çıkardı, ocağa koydu. İki kilogramlık sarı teneke kutudan bir kaşık vita aldı, sahana koydu, kızdırmaya bıraktı. Yumurta kırdı sonra, iki dilim beyaz peyniri ekledi, karıştırdı. Yumurta pişince ocağı kapattı. Çiçek desenli muşamba masa örtüsünü kaldırdı, altlığı koydu, elini yakmamaya çalışarak sahanı üzerine yerleştirdi. Bir bardak su doldurdu sürahiden.. Yumurta kokusu dağılsın diye mutfak kapısını açtı, balkondaki çiçeklerin mis gibi kokusunu çekti içine. Bahardı yaşanan, kendisinin yaşayamadığı.. Balkona çıktı, oturdukları dört katlı evin- çatı katında kiracıydılar- önünden bir sokak geçiyordu. Bu sokak kentin sonu gibiydi, sokağın karşısında hiç ev yoktu. Aşağıdaki vadiden akan dereye doğru uzanan yamaç ve karşıdaki tepeler zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Vadinin alt ucunda oğlunun okuduğu ilkokulun iki katlı sarı boyalı binası, onun yanında içinde yaşı ilerlemiş bir çiftin yaşadığı kerpiçten yapılmış bir çiftlik evi vardı. Vadi yemyeşildi. Birkaç kez komşularla birlikte gitmişler, diz boyu otların, rengarenk çiçeklerin arasında piknik yapmışlardı. Burası mahalle çocuklarının oyun alanıydı aynı zamanda.. Şimdi oraya inmenin tam sırasıydı ama terzi kocasının geceleri eve getirdiği pantolonlardan vakit bulamıyordu ki.. Kapının zili çalınca düşüncelerinden sıyrıldı. Oğlu elinde gazete kağıdına sarılı sıcak bir ekmekle içeriye girdi. “Anne pişti mi yumurta? Arkadaşım Cengiz dışarıda.. Yemeğimi yedikten sonra ben de çıkabilir miyim? Derslerimi gelince yaparım. Ne olur anne hava çok güzel!” “Haydi, yumurtanı soğutma! Ye de çık ondan sonra. Geç kalma! Dükkana gideceksin, pantolonları götüreceksin. Dükkandan dönünce yaparsın derslerini. Nasıl olsa günler uzadı..” Yemeğini bitirip sokağa çıkmaya hazırlanan oğluna yeniden tembihledi: “Fazla uzaklaşmak, terlemek yok. Çağırdım mı geleceksin!” Yeniden divana oturdu, yarım bıraktığı son pantolonu çekti kucağına, paçasını dikmeye koyuldu. Düşünüyordu bir yandan.. “Daha beş pantolon var. Paçası, iliği, düğmesi, astarı… Yap yap bitmiyor. Ne çileli hayatım var benim.. Ortalığı topla, yemek hazırla, çocukların derdi ile uğraş, bir de bu pantolonlar.. Hepsinin üstesinden geliyorum ama bu pantolonlara tahammül edemiyorum. Karşılığında bir güleryüz olsa, gezmeye götürse beni, deniz kıyısına gitsek, piknik yapsak.. Nerede? Hapsetti beni bu eve.. Kendini gezdiriyor yalnızca. Şimdi dükkana gitsem eminim yine kağıt oynuyordur pasajdaki kahvede..” İğneye iplik takmaya hazırlanırken kapının zili çaldı yine.. “Kızım okuldan dönmüştür” diye düşündü. Kapıyı açtı. Alt kattaki ev sahibi Melahat hanımdı gelen.. “Kolay gelsin. Kahveni içmeye geldim. Laflayalım biraz..” “Melahat abla, nasıl olsun kahven?” İçinden, “Tam sırasıydı” dedi, “Zaten bütün sinirim üzerimde..” “Pantolon mu dikiyorsun yine? Bitmiyor hiç bu pantolonlar. Allah yardımcın olsun. Çok sabırlısın, şaşıyorum sana..! Konuşmuyor musun hiç kocanla? Çekilir mi bu, hergün pantolon? Otursun kendi diksin, yoksa bir kalfa tutsun ona diktirsin..” “Laf anlamıyor Melahat abla. Yılda birkaç ayını da pantolonlara ayırsan ne olacak diyor. Yaz bir an önce gelse de bağa gidip dinlensem diye düşünüyorum inan..” “Neyse, ben gideyim. Mahmut gelir birazdan, kahve için teşekkürler..” Ev sahibini uğurladı, divana oturdu, pantolonları saydı yeniden. “Ohh, şükür.!” dedi içinden. Sıra son pantolona gelmişti. Paçasını yaptı, iliğini açtı, düğmelerini dikti. Sonra bütün pantolonları ambalaj kağıdı ile paketleyip fileye yerleştirdi, balkona çıkıp oğluna seslendi: “Eren, neredesin? “Geliyorum anne!” “Haydi, babanın yanına gideceksin..” Fileyi verdi kapıdan, eline on kuruş tutuşturdu oğlunun, “Dönüşte baban versin, bende başka para kalmadı” dedi.. Sonra balkona çıktı, durağa yürüyen oğluna seslendi: “Yoruldum, baban bu akşam pantolon getirmesin başka, vallahi yapamam yarın..” Otobüs durağından ondört numaralı Esentepe-Konak otobüsüne bininceye kadar balkondan izledi Eren’i. Henüz içeriye girmemişti aşağıdan diğer otobüsün geldiğini gördü, bekledi. Kızı indi otobüsten, koşa koşa geldi... “Merhaba anne! Ne yapıyorsun?” “Daha bir işin ucundan tutamadım. Nerede kaldın sen? Baban duysa bu saatte geldiğini, benim başıma ekşir biliyorsun, söylemediğini bırakmaz. Bir daha geç kalma olur mu Zeynep?” “Bir arkadaşım Nazım Hikmet’in şiir kitabını verecekti. Onun evine uğradık. Gecikme nedenim bu. Sen yine de babama söz etme.” “Tamam! Dersin yoksa soyun gel de yemek hazırlayalım akşama..” İki oğlan, bir kız annesiydi. Büyük oğlu Murat tıp fakültesi son sınıfta, kızı Zeynep lisede, Eren ilkokulda okuyordu. Murat ailesinin karşı çıkmasına rağmen bir yıl önce nişanlanmış, nişanlısına yakın olsun diye, aynı semtte bulunan bir öğrenci yurduna yerleşmişti. Çamaşırları kirlendikçe, annesinin yemeklerini özledikçe geliyordu ziyaretlerine.. Zeynep ise, “Ne mükemmel bir kız yetiştirmişsin “ diyen yakınlarının her zaman övgüyle sözettiği uysal karakterli bir kızdı. Ağabeyi ile kardeşinin aksine Zeynep babasına benzerdi. Mavi gözlü beyaz tenliydi. “Tenin benzesin de karakterin benzemesin” derdi hep kızına.. Zeynep seslendi o sıra: “Hazırım anne, ne yapacaksak yapalım.” “Sen şu taze fasulyeleri ayıklayıver, ben şu makarnanın suyunu koyayım. Sonra domatesleri doğrarım. Dikkat et, fasulyelerde kılçık kalmasın!” Alüminyum tencereyi ocağa yerleştirdi, çeşmeden yarısına kadar su doldurup ocağa yerleştirdi. Sustular bir süre işlerini yaparlarken.. Makarna tenceresine tuz atarken Zeynep bozdu evin sessizliğini: “Anne, Eren nerede? Sokakta mı yine?” “Babana pantolon götürdü, gelir birazdan..” “Ne zaman kurtulacaksın sen bu pantolonlardan? İçin dışın pantolon oldu. Fırsatım olsa yardım edeceğim ama olmuyor biliyorsun..” “İnan, rüyalarıma giriyor geceleri. Nefret ediyorum artık. Yardım etmesen olmuyor. Babanın dükkanda çalıştığı bilsem hiç üzülmem seve seve yaparım. Ama ben bunlarla uğraşırken biliyorum ki baban kağıt oynuyor..” “Haklısın anne, ev işleri yetmiyormuş gibi seni dükkan için de çalıştırıyor. Haksızlık bu! Yıllarca ağabeyimle ben dükkana pantolon taşıdık. Şimdi sıra Eren’de. Anlayacağın bitmiyor çilemiz!” “Haydi karıştır biraz makarnayı. Top top olmasın! İyi bari, akşam yemeğini de hallettik..” Zeynep, bir şeyler atıştırıp ders çalışmak üzere misafir odasına kapanınca mutfakla bitişik salonda yalnız kaldı yine.. Sıkıldı, balkona çıktı, küçük divana oturdu.. Mayıs ikindisi buğulanıyordu körfezin üzerinde.. Yamanlar Dağı’na, puslar arasındaki 1. Kordon’a, Susuz Dede tepesine, troleybüs deposuna, inşaatı yeni biten Hatay Caddesi’nin üzerindeki çıplak tepelere, neşeyle uçuşan kırlangıçlara, martılara, iki kısa bir uzun düdükle birbirlerini selamlayan körfez vapurlarına baktı, düşündü.. “Tek şansım böyle bir çatı katında kiracı olmak. Hiç olmazsa gökyüzünü, denizi, bütün güzelliklerini böylesine cömertçe sergileyen dağları görebildiğim için mutluyum. Evlenip İzmir’e gelirken neler hayal etmiştim, yaşadığım şu hayata bak.” Kasabadaki annesi, babası, bekar kızkardeşi geldi aklına. Ne kadar özlemişti. Orada olsaydı şimdi, baba ocağında.. “Çiçeklerle ve ağaçlarla süslü avluyu seyretseydi oturma odasındaki küçük pencerelerden. Karşıdaki mutfaktan annesi seslenseydi. Samanlıktaki tavukları besleseydi. Ninesinden kalan konsolun aynasında saçlarını tarasaydı. Kardeşiyle birlikte, aynı sokakta oturan, birbirlerine komşu yaşayan akrabalarını ziyaret etselerdi birer birer. Babası sıcacık ekmek getirseydi Memiş Enişte’nin fırınından.. Çocuk muydu, hangi yıldı kimbilir. Bir kış günüydü. Kar tek katlı evlerinin pencerelerine kadar yükselmişti. Kar yığınlarının arasından takunyalarıyla fırına giden sarı saçlı küçük komşu kızını anımsadı. Anlamı olmayan bir şarkıyı söylüyordu neşe içinde: “Kokoçiya, kokoçiya. Çiya, çiya, çiya Allah!” Kendi kendine gülümsedi. “Yine dalmışsın anne, ne düşünüyorsun körfeze karşı?” “Turgutlu’yu, dedenleri özledim Zeynep. Ayda bir mektuplaşıyoruz, bu azaltmıyor özlemimi. Kaç aydır görüşmedik biliyorsun. En son bayramda gitmiştik. Okulların tatile girmesine çok az kaldı. Pantolonların da sonu gelirse eğer gidelim kasabaya kalalım biraz.. Sizin için de değişiklik olur, benim için de.. Kafamı dinlerim biraz..” Eren geldi o sırada, elleri boştu bu kez.. “Neredesin oğlum, neden geciktin bu kadar?” “Babamı yol parası versin diye bekledim.” “Parası mı yoktu?” “Bilmem. Pasajda arkadaşlarıyla kağıt oynuyordu. Sen dükkana git otur beni bekle dedi. Gazoz söyledi bana. Oturdum bir saat.. Sonra gönderdi beni. Yazın beni dükkana alacakmış, hayatı öğrenecekmişim. Öyle hazır yemek olmazmış.. Anne oynamak istiyorum ben, bağa gitmek istiyorum. Dükkana gitmem, söyle babama ne olur?” * * * * “Zekeriya, artık okullar tatil oldu, ben çocuklarla kasabaya gitsem diyorum. Hem hasret gideririm annemlerle, hem de dinlenirim biraz ne dersin?” “ İşler azaldı zaten. Madem çok istiyorsun olur.. Cumartesi sabahı garaja götürür, uğurlarım sizi..” Götürecekleri giysileri, çamaşırları hazırladılar ertesi gün. Zeynep kalburabastı pişirdi. Anne-kız daha önce yaptıkları vişne reçelinden- dede ile anneanne çok severdi- doldurdular kavanozlara.. Cumartesi erkenden kahvaltı masasında idiler. Çaylarını yudumlarken ön terastan Çatalkaya Dağları’nı, bu mevsimde mandalin çiçeklerinin mis gibi koktuğu İnciraltı Ovası’nı, Çakalburnu Dalyanı’nı, açıklarda kendini rüzgara bırakmış birkaç küçük yelkenliyi, Karaburun Dağları üzerinde biriken ak bulutları seyrettiler.. Zekeriya taksi getirmek için yürüyerek, mahalledeki tek taksi durağının bulunduğu Kennedy Meydanı’na gitti. Az sonra -1956 Buick- kırmızı renkli bir taksi ile döndü geriye.. Giysilerinin ve hediyeliklerin konulduğu iki çantayı bagaja yerleştirip yola çıktılar.. Basmane’deki garajda bir tatil sabahının olağan telaşı yaşanıyordu yine.. Ford’lar, Magirus’lar, Austin’ler, Mercedes’ler küçücük garajda karmakarışıktı. Hamallar, gelip-giden otobüsler, seyyar satıcılar, çığırtkanlar, muavinler, başörtülü kadınlar, bir gün önceden İzmir’e alışverişe gelmiş poşulu köylü erkekler, yaşlılar ve gençlerle bir kentin kalbi gibiydi burası.. Her yöne otobüs vardı. İllerin, ilçelerin isimleri karışıyordu birbirlerine.. “Haydi İsparta-Keçiborlu..” “Salihli - Güven, Salihli - Güven..” “Kasaba… Kasaba… Gidiyor…” Ön alınlığında Acemoğlu yazılı, geniş ve uzun burunlu, beyaz boyasının üzerine yeşil kuşak çekilmiş Chevrolet marka Turgutlu otobüsünün hareket etmeye çalıştığı hangara girdiler. Muavin tanıdıktı, hatırlarını sordu, sonra hemen koşup biletlerini aldı, giderken özellikle uyardılar, “Ön koltuklarda yer varsa daha iyi olur” dediler. Otobüse binmeden önce Zekeriya, “Güle güle gidin. İyi eğlenin, dinlenin” dedi.. Otobüs yola çıkıncaya kadar peronun kenarında bekledi.. Son yolcuların çantalarını otobüsün üzerindeki bagaja yerleştiren muavin, işini bitirince şoför motoru çalıştırdı. “Yol tutmasına, mide bulantısına birebir, nane şeker” diyen satıcı da iyi yolculuklar dileyip aceleyle indi arka kapıdan.. Gazi Bulvarı’ndan Basmane’ye, oradan Gaziler Caddesi’ne yöneldi otobüs, Altındağ’ı, eskiden deve kervanlarının mola verdiği Pınarbaşı’nı geçti. Yarım saat sonra Kavaklıdere Köyü’nü de geride bırakmışlar, Belkahve rampalarını aşıyorlardı. Yorgun otobüs daracık asfalt yolda çam ormanının arasından zirveye ulaştığında Kemalpaşa’ya yaklaştıklarına sevindiler. O rampayı hem birlikte tırmanıp yorulmuş gibi, “Geçmiş olsun” dediler birbirlerine.. Gülistan’ın içi içine sığmıyordu, bir ara elinde taşıdığı torbadan börek çıkardı birer parça Zeynep’e ile Eren’e uzattı: “Alın çocuklar... Yolculuk acıktırır insanı..” “Anneciğim kalsın şimdi.. Mola vereceğiz ya orada yerim” dedi Zeynep, Eren hayır demedi. Şoför radyoyu açtı bir ara, tavandaki küçük hoparlörlerden Zeki Müren’in sesi geliyordu: “Gözlerinin içine başka hayal girmesin Bana ait çizgiler dikkat et silinmesin..” Belkahve geçilince iki bin nüfuslu, köy-kasaba görünümündeki Kemalpaşa’ya yöneldi otobüs.. Turgutlu’dan İzmir’e gelen bir otobüsle karşılaşılırsa eğer, sürücü hemen klaksona basıp selamlıyordu diğerini.. İlçenin parke taşı kaplı caddesinde, ilk mola yerlerine doğru ilerlerlerken, dükkanların önlerinde, kahvehanelerde otobüsü ve yolcuları izleyen meraklı gözler, sanki yıllar sonra karşılarına çıkacak bir tanıdığı arıyor gibiydi. Mola zamanıydı.. Asırlık çınarların gölgelediği eski kahvehanede birer çay içmek için yalnızca on dakikalık vakitleri vardı. Bu sırada Kemalpaşa’dan Salihli, Alaşehir yönüne gidecek yolcular, Turgutlu’daki Çardak Kahve’de inmek üzere otobüsteki boş koltuklara yerleştiler. Sonra bir ağaç denizinin ortasında yola koyuldu otobüs… Şeftaliler, elmalar, armutlar, kavak ve incir ağaçları üzüm bağlarını gölgeliyordu… Armutlu’yu, Ören’i, Parsa’yı geride bıraktılar bazen bir kamyonla, bazen bir otobüsle selamlaşarak.. Fırınların, vitrinlerine şurup şişeleri dizilmiş eczanelerin, kapısına birer takım elbise asılmış terzihanelerin, kasap dükkanlarının, çevreye mis gibi kokuların yayıldığı çorbacıların, fırınların sıralandığı caddelerden gürültülerle geçtiler. Armutlu’da uçları dantel işlemeli beyaz patiskadan perdeleri iki yana gerilmiş, önünde beyonga, sandunya saksıları dizili pencerelerden birinde çarşaf silkeleyen bir kız merakla baktı geçen otobüse.. Kaç virajdan oluştuğu bilinmeyen Kızılyokuş’tan nefes nefese inen otobüsün soluklandığı düzlükte, kışın akıntısının yarattığı uğultudan kasabalının uyku uyuyamadığı Irlamaz Çayı, tüm sakinliği ile karşıladı yolcuları.. Otobüs köprüyü geçip Çardak Kahve’de ilk yolcularını indirdikten sonra çarşıya gitmek üzere kasabanın ana caddesi Atatürk Bulvarı’na yöneldiğinde yürümek istedi canı. Eren, muavine seslendi: “Parkın önünde inecek var.!” Kalpuzkaldıran Parkı’nın önünde indiler. İki yanında geniş, gölgeleri serin dut ağaçlarının ve çoğu bahçeli tek katlı evlerin sıralandığı bulvarda yürümek yerine, heykelin bulunduğu meydanı geçip Baltacı Mahmut Yolu’na saptı çocuklarıyla birlikte. Yolun en sonunda Menekşe Sokak ile kesiştiği köşede oturuyordu ailesi.. Babasıyla amcasının ortaklaşa kullandığı yapı, duvarları kerpiç-ahşap karışımı iki katlı bir evdi. Geniş avlusu olan evi adam boyunda bir duvar ikiye ayırıyor, iki aileye birer oda, birer mutfak ve ahır kalıyordu günlük yaşam için.. Evlerin giriş kapıları ayrı ayrıydı. Babalarının evine Baltacı Mahmut Yolu’ndan, amcasının evine Menekşe Sokak’taki çift kanatlı büyük kapıdan giriliyordu. Çocukluğu ile gençlik yıllarını yaşadığı oda ile mutfağın unutulmaz izleri vardı yaşamında. Başka bir odaları olmadığı için misafir odası olarak da kullanılan oturma odası üç metreye-dört metre genişliğinde, duvarları kil ve samanla sıvalı, açık mavi boyalıydı. Odanın iki penceresi Baltacı Mahmut Yolu’na, iki penceresi toprak zeminli, ağaçları ve çiçekleriyle avludan daha çok küçük bir bahçeye benzeyen ve bu haliyle insana huzur veren avluya bakardı. Zemini ince bir beton tabakasıyla kaplı oturma odasının zemini hasır döşeliydi, üzerinde ise annesiyle babasının kaç yıllık olduğunu artık hatırlayamadığı kırmızı-bordo çiçekli kalın bir halı seriliydi. Odanın iki duvarı boylu boyunca sedirdi. Tahta sedirin örtüsü ve saman yastıkların üzeri her zaman özenle ütülenmiş, uçları dantel işlemeli sakız gibi örtülerle örtülmüş olurdu. Yere kadar örtülü bu sedirlerin altı çamaşırlar, temizlik malzemeleri,bakliyat torbaları ve yayıntıları gizlemek üzere kullanılırdı. Odanın pirinç mandalla açılan tek kapısının yanında ceviz ağacından yapılma, hangi aile büyüğünden kaldığı belli olmayan aynalı, iki yanında üçer çekmece olan bir konsol duruyordu. İzmir’e gelin gidinceye kadar bu konsolda, kendisinin de sabah-akşam özenle düzenlediği, içine süs eşyalarını, bazı takılarını ve hatıra defterini koyduğu bir çekmecesi vardı.. Kızkardeşinin de kendisinin de en değerli eşyaları bu çekmecelerdi. Odanın geri kalanı, babası hariç evdeki herkesin ortak kullanım alanıydı. Babaları mutfakta uyurdu. Sabah, öğle ve akşam yemekleri dışında bu oda hem oturma odası, hem gelen konukların ağırlandığı bir yer hem de yatak odasıydı. O yüzden bir duvarında kılıfı içinde kuran, bir duvarında camekan içinde Serkisof marka saatin, kapı girişinde ise kırmızı ışıklı küçük gece lambasının asılı olduğu oda her zaman tertemiz ve bakımlıydı. Baltacı Mahmut Yolu’na bakan ve zaman zaman gelen geçenle sohbet edilen boyasız, alçak ahşap pencereler ile avluya bakan iki pencerenin içine konulan begonya, fesleğen, sardunya ve fulya çiçeği saksıları odayı güzelleştirmek içindi. Yer yatağında yattığı gecelerin sabahlarında pencere dibinden geçen simitçinin sesiyle nasıl uyandığını ve bundan büyük mutluluk duyduğunu anımsadı o an. “Haydi çocuklar” dedi, “Biraz daha hızlı yürüyelim. Yoksa siz özlemediniz mi anneannenizi?” Eş-dost, ahbap-tanıdık selamlaşarak, hal-hatır sorarak yürüdüler eve kadar.. Zeynep mandalı kaldırıp tahta kapıyı iteledi yavaşça, içeriye seslendi sonra: “Kimse yok mu, teyze biz geldik!” Kapıların açık bırakılması şaşırtıcı değildi kasabada. Çünkü şimdiye kadar herhangi bir evden bir toplu iğne bile çalındığı görülmediği için kimse kapısını kilitlemeye gerek duymazdı. Güvenirdi herkes birbirine.. “Neredeler anne?” “Git amcanların kapısını çal, onlar evde mi bakalım..” O sırada komşulardan biri uzandı pencereden, seslendi: “Gülistan abla, hoş geldiniz. Ama onlar dün eşyaları yükleyip hep beraber ovaya gittiler..” “Biraz erken değil mi?” “Bilirsin Kemal amca sıcağı sevmez.. Bu yaz da kasaba oldukça sıcak.. nefes alınmıyor baksana! Bunalıyor insan. Alacalı tımarı hiç olmazsa daha serin kasabadan.. Biz de gideceğiz önümüzdeki hafta. Onbeş gün sonra bakarsın kimse kalmaz bu sokakta..” “Ne yapalım, payton tutup gidelim biz de.. İzmir’e dönecek halimiz yok ya! Buraya niye geldik?” Fırına uğrayıp eniştelerinin hatırını sordular, halalarına selam gönderdiler.. Payton pazarına yürüdüler oradan. “Çakalazmağı’na gideceğiz, kaça götürürsün?” “Üç liraya olur yenge..” Az sonra mezarlığı geçip ortasında ayrık otları bitmiş, çukuru tümseği bol toprak yoldan ovaya girdiler. Bögürtlen, kızılcık, hayıt ve sazların arasından sallana sallana ilerleyen çift atlı payton yarım saat sonra incir ağacının dibindeki küçük havuzun yanından dönüp, tozları havalandırarak bağ yoluna yöneldi. Eren, sevinçle bağırdı o anda, “Anne, oradalar, oradalar!” Paytondan atlayıp koşmaya başladı. Gülistan keyifle gülümsedi.. Damın önünde durdu payton, çantalarıyla indiler. Eren ayağındaki ayakkabıları fırlatıp atmıştı bile. “Anneanne, dede, teyze biz geldik..!” Nihal’di onları ilk karşılayan. “Aman da aman, kimler gelmiş, kimler gelmiş! Hoş geldiniz, burnumuzda tütüyordunuz, hissetmiştik geleceğinizi, annem rüyasında görmüş sizi dün gece.” Bağ damının önünde bayram havasıydı yaşanan. Amcaları Adem, eşi Ayşe, çocukları Cevdet ile Vecdet de katıldı bu coşkuya.. “Hoş geldiniz, ne iyi ettiniz de geldiniz!” Sohbet edip dinlendiler bir süre.. Kemal Bey, Nazile Hanım’ı uyardı: “ Bizimkiler yol yorgunu. Haydi bir çay demleyip kahvaltı hazırlayın da karınlarını doyursunlar. Akşam yemeğine daha çok var..” Zeynep ile Eren amcaoğullarının peşine takılıp diğer dama gittiler. Gülistan, söğüt ağacının altına serili kırmızı renkli kilimin üzerine oturdu, sırtını ağaca dayadı. Kızkardeşi de geldi yanına ilişti.. “Ne o abla, senin canın mı sıkkın?” “Galiba Zuhal, pek keyfim yok..” “Sebep, eniştem mi?” “Evet, son zamanlarda canımdan bezdir beni. Hep aynı hayatı yaşamaktan bıktım, bunaldım artık. Evlenirken hayal ettiklerimin hiçbiri gerçekleşmedi.. Yaşadığım hep hayal kırıklığı oldu evlendiğimden beri.. Üç çocuk büyüttüm, ömrümü tükettim. Gün yüzü görmedim, hizmetçi oldum şimdiye kadar.. Saçımı süpürge ettim. Geriye benden bir şey kalmadı. Hala sabahtan akşama kadar pantolon dik, yemek hazırla, evi temizle, tabiatı uzaktan seyret, ev sahibinde sohbet et. Zaman zaman birkaç akraban ziyaretine gelsin, haline acısın.. İşte hayatım bu. Kasabada daha mutluydum ben. Zekeriya’ya evet demeseydim belki öğretmenlik yapıyor olacaktım şimdi.. Aptallık benimkisi.. Buraya aslında iyice düşünüp bir karar vermeye geldim. Nasıl mutlu olabilirim bundan sonra, onu düşüneceğim. Çocuklar nasıl olsa büyüdüler, Murat’ın yardıma ihtiyacı yok artık, çamaşırlarını müstakbel kayınvalidesine yıkatsın. Zeynep seneye liseyi bitirecek, üniversiteye giderse o da İzmir’de öğrenci yurdunda kalır.. Eren’i de yanıma alırım, burada okusun.. Nasıl olsa bir iş bulabilirim kendime. Olmadı dikiş dikerim bakarım başımın çaresine. Geçinebilirim senin anlayacağın..” “Sen bilirsin abla. Mutsuzsun anladım. Neler yaşadığını senden daha iyi kim bilebilir? Hayat senin hayatın. Kendinle ilgili en doğru kararı sen vereceksin. Peki çocuklara nasıl anlatacaksın bunu? Anlamaları, kabul etmeleri zor olacak. Kaç yıldır kurulu bir düzen var İzmir’de..” * * * * Biryantinli kızıl saçları her zaman geriye doğru özenle taralı, sarı suratlı işportacı, sesi yettiğince bağırıyordu İkinci Beyler’in girişinde: “Haydi, tarak yirmibeş, tarak yirmibeş!” İşportacıların sesleri birbirine karışıyordu. “Çakmaklara taş,benzin, çakmaklara taş, benzin!” “Gel, gel gömleğe gel, bu fiyata böyle gömlek olur mu deme.. Ucuz değil bu gömlekler bedava, gel vatandaş..!” “Milli Piyango, büyük ikramiye elli bin lira. Kazan hayatın değişsin, fırsatı kaçırmayın..!” Zekeriya bir insan seline kapılmış Kestane Pazarı’na doğru ilerlemeye çalışıyordu Kemeraltı Çarşısı’nda, bir yandan düşünüyordu: “Dükkan bitmiş pantolon, ceket dolu.. Cebimde beş kuruş para yok.. Kim dedi sana evlen Allahın aptalı.. Böyle beş parasız dolaşır, eşten-dosttan boş para dilenirsin. Niye dinlemedim Ömer’i, niye gülüp geçtim Veysel’in söylediklerine. Sen akıllı değilsin oğlum, akıllı adam evlenmez derdi, ver dizginleri gör gününü!” Baharatçı arkadaşına gidiyordu borç para istemeye. Sıkıştı mı, en zor anında imdadına yetişirdi her zaman.. “Hayırlı işler İsmail” “Hoş geldin Zekeriya, buyur, seni görmek ne güzel, ne içersin?” “Çay, zahmet olmazsa” “Ne var, ne yok, nasıl işler?” “Nasıl olsun be İsmail? Politikada teklifleri elimizin tersiyle ittik, şimdi terzilikle sürünüyoruz. İşler açılsın diye kasabayı bırakıp İzmir’e taşındık.. Piyasa berbat.. Değişen hiçbirşey olmadı. Fazladan bir de ev kirası, dükkan kirası ödüyoruz şimdi. Turgutlu’da hiç olmazsa babamlarla birlikte oturuyorduk, kira derdimiz yoktu. Dükkan iş dolu, para gelmiyor bir türlü, kalfalara tıkır tıkır ödüyoruz ama bizim cebimiz bir türlü para görmüyor. Kasaba daha güzeldi, galiba daha iyi idi işler orada.. Bir de alacaktım bankadan torpilli krediyi, sırtım yere gelmeyecekti. Partidekiler çok ısrar ettiler ama kabul etmedim. Aptallık benimkisi.. Okuyan üç çocuk, kiralar, evin masrafları, dükkanın giderleri, bitmek tükenmek bilmeyen istekler, bunalıyorum bazen.. Kendi başıma yaşamak istiyorum artık. Gerçekten bunalıyorum. Bazen ne diye yaşadığımı soruyorum kendime, ot gibi bir hayat.. Birkaç samimi arkadaşım olmasa hiç çekilmez inan..” “Hayatını değiştirmek için biraz geç kalmadın mı? Senin üniversitede okuyan oğlun yok mu? Bunca yıllık evlilikten sonra ne derler adama, kırkından sonra azanı…” “Bırak şakayı İsmail.. Ben çok ciddiyim. Yeter onlar için yaşadığım, biraz da kendimi düşünmek istiyorum artık..” “Bence geçici bir bunalım Zekeriya.. Bu yaştaki erkeklerin sık sık yaşadıklarından.. Bir süre sonra geçer, sıkılma bu kadar. Kendin için küçük değişiklikler yap. Monotonluktan kurtul biraz.. Evliliğinden fazla uzaklaşma, sonra ararsın sıcak yuvanı. Pişman olursun, benden söylemesi…” “Sen de iyi moral verdin İsmail. Sağolasın.. Çay için teşekkürler. Ben gideyim. Seni de meşgul ettim. Şey, aklıma gelmişken yanında paran varsa bir onluk verir misin? Haftaya geri öderim.. Bankaya iş teslim edeceğim de..” Çıktı arkadaşının dükkanından, vitrinlere baka baka Hisar Camii’nin avlusuna kadar, ne yapacağını bilemeden, amaçsızca yürüdü.. “Ne o Zekeriya, nereye gidiyorsun?” Tanıdık bir sesti, geriye döndü. “Ziyacığım, nasılsın?” “ Sana geliyordum ben de, iyi ki karşılaştık yolda. Yürü gidelim dükkana. Anlatacaklarım var sana.. İki dul hatun buldum. Fıstık gibi ikisi de.. Gel haftasonu Antalya’ya gidelim. Var mı engelin?” “Yok, ne engelim olacak? Değişiklik olur benim için de, gideriz.. Ama biraz daha para bulmam lazım..” “Boşver parayı, benden, sıkma canını.. Haydi pasajda elliiki oynayalım, hem konuşuruz bir yandan..” Gülistan ile çocuklar kasabadaydı ne zamandır, “Bekarlık gibisi var mı” diye düşündü kendi kendine, gülümsedi.. Akşam yemeğinde sebze çorbası içtiler, karnıyarık ve pilav yediler. Meyve olarak üzüm ve karpuz vardı.. Kemal Bey, onlardan önce bitirdi yemeğini, yanıbaşında duran transistörlü radyosunu aldı, “Ben birazdan yatarım çocuklar, siz keyfinize bakın” dedi torunlarını öptü, odasına çekildi. Karşıda, amcalarının bağ damında asılı lüks lambası, sırı sarı ışıldıyordu. Zuhal, “Ayşe abla ile çocuklar birazdan gelir. Adem Amca da uyumaya hazırlanıyordur. Serginin yanında oturur sohbet ederiz. Bir de çay demledik mi ocakta, birer de sigara tüttürürüz babam görmeden..” “İyi olur Zuhal. Ne kadar özlemiştim sergide oturup dolunayı, ovayı, gelip geçen trenleri seyretmeyi, gecenin sessizliği ile baş başa olmayı, sizinle sohbet etmeyi. İzmir’de insanlara hasret kaldım biliyor musun? Hiç mutlu değilim orada olmaktan. Şehrin adı batsın, büyük kentler bana göre değil, ben kasabalıyım, kasabada doğdum kasabada ölmek istiyorum..” Zeynep’e seslendi: “Kızım haydi Ayşe teyzenleri çağır. Çayı demledik bekliyoruz de. Geç kalmasınlar..” Zeynep çocukluğundan kalma bir alışkanlıkla koşarak asmaların arasında kayboldu, Eren de koştu ablasının arkasından.. Dolunay karşı dağın yamaçlarında, ovaya armağan edilmiş sedef kaplı bir tepsi gibi yükseldi az sonra, buharlı Afyon treni geçti aydınlık geceye bembeyaz dumanlar bırakarak, çocuklar serginin dibinde kurumuş asma çubuğu ve çalılarla ateş yaktılar- onların en büyük eğlencesiydi bu- alevler çatırtılarla yükseldi. Zeynep ile teyzesi çaydanlığı, şeker kasesini ve bardakları taşıdılar.. Çaylarını yudumlayıp, dolunaya karşı birer sigara yaktılar, hala büyüklerinden gizli sigara içiyor olmanın heyecanıyla.. Sonra türküler söylediler birlikte, sesleri ovada yankılandı: “Derdim çoktur hangisine yanayım Yine tazelendi yürek yaresi Ben bu derde nerden derman bulayım Meğer dost elinden ola çaresi..” Bağ komşuları da katıldı bu küçük eğlenceye. Hep birlikte tadını çıkardılar ılık ve aydınlık gecenin. Ova, türküler, köze dönüşen ateş ve tam tepede parıldayan dolunay öyle güzeldi ki uyumak istemedi hiçbiri… En mutluluları Gülistan’dı belki, çocukluğundaki gibiydi her şey. Ve o gece en unutulmaz anıları arasında yerini aldı.. Ertesi sabah erkenden uyandılar. Nazile hanımın söğüt ağacının altına hazırladığı kahvaltı sofrasında yumurta, tereyağ, ince yeşil biber, domates, vişne reçeli, sıcak ekmek ve ılık süt vardı. Kahvaltıyı bitirince damın arkasındaki küçük bahçeden öğle yemeği için taze fasulye, bamya, domates, salatalık ve kaynatmak üzere mısır topladılar. Zeynep inekten süt sağmayı denedi beceremedi… Nazile hanım kerpiç fırında ekmek pişirdi, kete (pişi) yaptı torunlarına. Salkım salkım üzüm kopardı çocuklar, hendekteki ördekleri kovaladılar, kargılara binip toprak yollarda toz kaldırdılar, çamurdan ev yapmayı denediler, bağın üzerinde dolaşan leylekleri, ibibik kuşlarını seyrettiler neşeyle… Gülistan kızkardeşiyle bağ komşularını ziyaret etti, Kemal Bey atına binip kasabaya gitti alışverişe.. Kasabalı için sıradan, ovanın konukları için her zaman sürprizler ve güzelliklerle dolu bir zaman süreciydi yaşanan… Gülistan, “İnanır mısın, çok mutluyum burada, İzmir’e hiç gidesim yok” dedi kızkardeşine.. Sultaniye üzümlerin iyice olgunlaştığı günlerden birinde pekmez hazırladılar hep birlikte.. Çiğneme teknesine çuvallar içinde taze üzüm doldurup sırayla çiğnediler, Kemal Bey’in kasabadan alıp getirdiği pekmez toprağını döktüler şıranın içine.. Daha sonra şırayı ağırlaşıncaya kadar kaynattılar. Mis gibi kokan, bir yudumu bile insanın genzini yakan pekmezi dört kulplu toprak küplere doldurup, küplerin ağızlarını kapattılar.. Ova sakinlerinin her zamanki kış hazırlıklarıydı bunlar… Bir başka gün- kuzey rüzgarlarıyla serinledikleri bir öğle sonrasıydı- üzüm köftesi hazırladılar iki kardeş.. Şıra kaynattılar önce.. İçine buğday nişaştası karıştırdılar.. Pelte haline gelene kadar pişirdiler odun ateşinde.. Nazile Hanım iki tepsi hazırladı. Pelteyi tepsilere döküp soğumasını beklediler. Baklava gibi dilim dilim kestiler.. Çarşafa serip kuruttular sonra.. Eren ilk kez görüyordu üzüm köftesini, sordu: “Köfte diyorsunuz ama bu tatlı!” “Kışın yiyeceğiz” dedi annesi, “Kuru üzümle, cevizle.. Tadına doyamazsın..” Ağustos ayının ortalarına doğru, bağlarda iyice olgunlaşan üzümlerin kesilmesine yakın, kış hazırlıkları başlardı. Nişasta, yufka, şeftali, incir ve kızılcık reçelleri, pekmez, erişte, üzüm köftesi ve tarhana bağ komşularının imecesiyle yapılırdı. Her hafta bir başka komşuda bir araya gelinir, herkes yapılacak işin bir ucundan tutar, bu hazırlık birlikte söylenen şarkılar ve türkülerle süslenerek ayrı bir tad ve komşular arasında kaynaşma fırsatı haline getirilirdi. Bir akşamüzeri bağ komşuları Karabiber Mehmet’in eşi Fatma geldi çay içmeye. Nazile Hanım’ın özenle pişirdiği Florina’ya özgü kıymalı böreklerden yediler. Fatma hanım, Gülistan ile Zuhal’i evlerine davet etti: “Yarın bizde toplanalım. Tarhana yapalım birlikte. Sizin tarhanayı da çıkarırız aradan, ne dersiniz?” Ertesi sabah böğürtlenlerin, ayrıkotlarının, sazlıkların çiğ ile kaplandığı saatlerde uyandılar. Güneşin ilk ışıkları Derbent kasabasının sırtlarından ovayı ısıtmaya başladığı vakitler çiğler buhara dönüşür, ortalığı pus kaplar, söğütler, serviler ve tarlaların yanıbaşındaki hendeklerde sıralanan kavaklar ovayı derinleştiren sülietler haline gelirdi. Güneş yükseldikçe sülietler kaybolur, ova giderek bir cennet bahçesine dönüşürdü. Babalarının alacakaranlıkta kasabadan alıp getirdiği simitlerle kahvaltılarını yaparken birlikte bu eşsiz ova manzarasının tadını çıkardılar. “Bugün tarhana günü” dedi Gülistan, “Tarhanayı da hazırlarsak kışa hazırız demektir. Nasıl özledim kışı.. Ovada bile olsak hiç sevmiyorum yaz mevsimlerini..” Fatma Hanım’lara giderken kendi tarhanalık malzemelerini de götürdüler. Gülistan: “ Fatma abla, kırmızı biber, kuru soğan, domates, tarhana otu ve yoğurt getirdik. Eksiğimiz var mı?” Önce doğradıkları kırmızı biber, domates ve kuru soğanları tarhana otu ile birlikte büyük bir tencerede kaynattılar. İçindeki otu çıkardılar daha sonra.. Pişen karışımı yoğurt ile karıştırıp hamur haline getirdiler. Akşamüzeriydi kollarını kaldıracak halde değildiler yorgunluktan.. Zuhal sordu: “Fatma abla bitti mi işimiz?” “Eh, bugünlük bitti. Nasıl, yoruyormuş değil mi insanı?.. Annen yaparken sen seyrediyordun.. Bu işin en kolay yanı ne biliyor musunuz? Tabağa konulan tarhanayı iştahla kaşıklamak.. Hamur hazır ama daha on gün yoğrulacak. Sonra parçalara ayırıp çarşaf üzerinde birkaç gün daha elden geçirilecek. Kurumaya başlayınca tarhana eleğinde elenip çarşafa yayılacak yeniden. Tamamen kuruyunca da bez torbalara konulacak. Cana can katar tarhana. Ama hazırlanması çileli iştir. Bugünlük gücüm var ama birkaç yıl sonra ne yaparım bilmiyorum..” * * * * Üzümlerin kesilmeye başlandığı gündü. Kemal Beyin birkaç gün önce sıkı pazarlık yaparak anlaştığı Musulcalılı tarım işçileri gün doğarken bağa gelmiş çalışmaya başlamıştı. Kesilip kelterlere konulan kehribar renkli üzümler büyük varilin içindeki potasaya bandırıldıktan sonra kil ve samanla sertleştirilmiş sergiye seriliyor, kurumaya bırakılıyordu. Öğle sonrasıydı, onüç dönümlük bağın yarısında üzümleri kesen işçiler, şimdi ağaçların gölgelerine çekilmiş Nazile hanımın hazırladığı kuru fasulyeyi kaşıklıyordu.. Bağ yolunda ilerilerden, havuzun oralardandan nal sesleri duyuldu o sırada, hayıtların arkasından tozlar havalandı, bir payton geldi damın önünde durdu. Çocuklar oyunlarını bırakıp paytona doğru koştular merakla. Paytondan Zekeriya indi. Eren, “Anne, babam geldi” diye sevinçle bağırdı, elinden tuttu babasının, dama doğru birlikte geldiler. Zekeriya’nın elinde kahverengi kalın ambalaj kağıdıyla kaplanmış büyük bir paket, bir de içinde öteberi olan file vardı. Gülistan, duygularını dışa vuran soğuk bir sesle, “Hoş geldin” dedi, elindekileri aldı, dama taşıdı. Zekeriya, Kemal Bey’i, Nazile Hhanım’ı ellerinden öptü, Zuhal’a, Zeynep’e sarıldı, çocuklara hal-hatır sordu. Kemal bey, “Hayrola Zekeriya. Kızımı almaya gelmedin umarım. Daha yeni alıştı buranın havasına.. Tadını çıkaramadı. Kış hazırlıklarıyla telef oldular kaç gündür. Şu üzümleri de kurutup toplayalım. Ben getiririm onu İzmir’e..” “Merak etme baba, Gülistan’ı almaya gelmedim. Bilirim burada çok mutlu.. Kalsın canının istediği kadar. Evde her gece yumurta, makarna yemekten bıktım ama ne yapalım biraz daha katlanırız bekarlığa.. Sultanlık diyorlar ama bekarlık hiç de öyle değil,, Neyse.. Biraz pantolon getirdim, burada vakit buldukça işlesin, oyalansın.. Siparişler biraz arttı. Nasılsa siz onbeş güne kadar kasabaya dönersiniz. Gelirken getirirsiniz artık..” O ana kadar hiç konuşmayan, işlerle oyalanır görünüp sadece dinlemekle yetinen Gülistan, dayanamadı, patladı. Ses tonunu yükselterek çıkıştı kocasına: “Ben kafamı dinleyeyim diyorum, buraya geliyorum, pantolonlardan kaçıyorum aslında. Gelip burada da buluyorlar beni.. Artık pantolon dikmek istemiyorum. Eğer engel olmasaydın emekliliğine az kalmış bir enstitü öğretmeni olacaktım ben.. Al bu pantolonları götür.. Kim yaparsa yapsın! Sakın ısrar etme! Bundan sonra pantolon dikmek yok.. Kahve köşelerinde kağıt oynayıp, arkadaşlarınla eğlencelere gideceğine otur, gece gündüz çalış kendin dik! Yok diyorsan, sen bilirsin.. Bir daha İzmir’e dönmem. Pantolonlar mı önemli yoksa ben mi? “Ne diyorsun Gülistan?” “Ne dediğimi çok iyi anladın Zekeriya! İzmir’e dönmek istemiyorum artık. Ben burada, kasabada çocuklarla kalmak istiyorum. İzmir beni hiç mutlu etmedi. Yıllarca bir şeyler düzelecek diye bekledim, sıkıntılara katlandım. Sabrettim. Artık tahammülüm kalmadı.. Beni rahat bırak.. Pantolonları da al götür, diktirecek bir kadını nasıl olsa bulursun. Bundan hiç şüphem yok..” “Bu mu son sözün!” “Ne dememi bekliyordun? Şimdiye kadar hep sustum, olan bana oldu. Biraz da sen düşün şimdi.. İstiyorsan burada çocuklarla oturabilirsin. Ben amcamların damına gidiyorum..” Zekeriya bir şey söyleyemedi, asmaların arasında uzaklaşan Gülistan’ın arkasından bakarken, “Bunca yıl sonra olur mu Gülistan, ne yaptım ben sana?” dedi usulca.. Yalnızca kendisi duydu söylediklerini.. Kemal Bey’in, Nazile Hhanım’ın ısrarına rağmen kalmak istemedi, çocuklarına sarıldı vedalaştı, “Ben gideyim” dedi, “Gülistan, dinlensin, sakinleşsin. Haftaya yine gelirim..” Kemal Bey, kasabaya doğru giden bir at arabasını durdurdu, damadını bindirip uğurladı.. Uzaktan bir kırlangıç sürücü geçti bağırışarak.. At arabası gerisinde bir toz bulutu bırakıp uzaklaşırken, Kemal Bey gökyüzüne baktı bir süre, erkenci yıldızları aradı, bulamadı. Nazile Hanım’a seslendi sonra: “Haydi, çağır çocukları da sofraya oturalım. Sıkma canını, her şeyde bir hayır vardır..” Ovada sıcak, sessiz ve huzurlu bir akşam daha başlıyordu..
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Engin Yavuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |