Her gün yeniden doğmalı. -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
Güneş bir hayli yükselmişti. Bekçi dayıda bir sıkıntı olduğu davranışlarından belliydi. Yoğurduğu hamurdan, dışarıdaki fırında ekmek yapan hanımına arada bir bağırıp duruyordu: -Haydi be! Acıktık; bir şeyler getir de yiyelim. Bazen cevap alamıyor, bazen de belli belirsiz bir sesle hanımının yarım ağızla verdiği cevabı anlayamıyordu. Odanın içinde ayağa kalkıyor, bir o yana bir bu yana gidip geliyordu. Kendi kendine “bu gün bir şey olacak. Kötü bir şey olmasa bari. Canım hiç bu kadar sıkılmamıştı”, diye söyleniyordu. Arada bir oflayıp pufluyordu. Duramadı; fırının bulunduğu avluya açılan pencereden yine bağırdı: -Karı! Haydi çabuk ol. Odaya gideceğim. -Tamam, geliyorum, cevabıyla azıcık rahatladı. Gerilen yüzü küçük su dalgacıkları gibi açıldı. Her zamanki yerine oturdu. Hiç siyahı kalmamış saçlarını elleriyle taradı. Sonrada tekrar komşuları Musa’nın hac hediyesi olarak getirdiği takkeyi giydi. Hanımı elinde sini odaya girdi. Oturdular: -Çocuklar? Dedi. –Onlar gitti. Sıcacık tandır yiyesin, diye uğraştım. Çok sabırsızsın. –Bilmiyorum. Bugün içimde bir sıkıntı var. Huysuzlaşmam belki ondandır. –Sen her zaman böylesin zaten. –Değil karı. Vallahi değil. Önden dökülen dişlerin boşluğu çektiği sıkıntının ispatı gibi duruyordu. Fakirlik sebebiyle taktıramadığı belliydi. Yoklukla yoğrulan hayatın sıkıntıları yüzündeki kırışık sayısını katlamıştı. Yamalı şalvarı rengarenkti. Gözlerinin feri gitmiş; sönmüştü. Her gülüşünde yılların alıp götürdüklerinden bir kaçını kısa süreli geri getiriyordu. Dişlerinin yokluğunu açığa çıkarıyordu. Yemekten sonra herkes kendi işine: hanımı temizlik işlerine başladı. Bekçi dayı da muhtar odasının yolunu tuttu. Mavzeri astığı yerden her zamanki gibi aldı. Sağına soluna şöyle bir baktı. Aldığı bezle tüfeği sildi. Fişekliği kontrol etti. Mermileri saydı tek tek. Başındaki takkeyi çıkarıp, duvarda asılı bekçi şapkasını giydi. Lastik ayakkabılarını ayağına geçirdi. Çok işi vardı: koruluk dolaşılacak... muhtar heyeti çağrılacak... odanın işleri yapılacak... Kapıdan çıkarken mavzeri omzuna vurdu. Kendine has yürüyüşüyle odanın yolunu tuttu. Yolda karşılaştığı Avrupalı Memedali, bekçi dayıya takıldı: -Duydun mu lan bekçi? –Neyi? –Lan senin de hiçbir şeyden haberin yok! –Öyle! –Bu gün ay tutulacakmış! –Hadi lan Avrupalı! Kim demiş onu; ne bilirlermiş? –Ajanstan duydum. –Allah’ın işine ne karışıyor bunlar? –Lan bunda ne var? Adamlar ellerindeki aletlerle biliyorlar. Teknoloji var adamlarda teknoloji! –Hadi canım sen de! –Gerçi senin kafan bunlara basmaz. Sen anlamazsın bu işlerden. –Daha önce görmüştüm; ortalılık güpegündüz de karanlık oluyordu. -Hem de saati belli. -Deme! Kaçta? –On ikideymiş. Avrupalı Memedali bu işleri ajanstan dinlediği için bilirdi. Zaten birkaç kişide radyo vardı. Gördüklerine bilgiçlik taslar; üstünlüğünü göstermeye çalışırdı. Kıyafeti ve konuşmasıyla diğer köylülerden farklıydı. Ee, ne de olsa Avrupa görmüş adamdı. Bekçi dayı gibileri bulunca konuştukça konuşurdu. Bekçi dayı Avrupalı Memadali’nin dediklerini ilgiyle dinledi. Ay tutulunca ne olacağını düşündü, heyecanlandı. Yeleğinin cebindeki babasından yadigâr köstekli saatini sık sık çıkarıp on ikiye ne kadar kaldığını kontrol etti. Kimi gördüyse Avrupalıdan duyduklarını, bazen kendisine mal ederek anlattı. Anlattı. Bir şeyler bilip başkalarına anlatmanın zevkini yaşadı. Telaşlı bir bekleyiş sanki zamanın akışını durdurmuştu. Bekledi merakla. Saat on ikiyi gösteriyordu. Muhtar odasının önünde birikmiş insanlar da beklemekteydi. Nihayet o an gelmişti: gündüzün aydınlığını bir anda gölgelenmiş, kapalı, gri, kurşuni bir siyahlık kapladı. Güneşin yokluğu insanın içini karartıyordu. O anda atalarından önceden duyduğunu uygulamaya koydu. Birisi boynuna teneke takıp çalmaya, bir diğeri bağırıp çağırmaya başladı. Bekçi dayı da iki adımla merdivenleri çıktı. Muhtar odasına daldı. Duvarda asılı mavzeri ve fişekliği kaptı. Yaşına inat aynı hızla aşağıya indi. Yanındakilere eliyle işaret ederek: -Şöyle açılın, açılın bakalım, diyerek mavzerin tetiğine peş peşe dokundu. Kararmış gündüzde, mavzerin sesi giderek derinleşen bir uğultu ile yayıldı; genişledi ve kayboldu. Çocuklar mavzerden çıkan boş kovanları toplamak için yarıştı. Bekçi dayı kovanları çocuklara vermemek için bağırdı durdu. Bir süre sonra ay tutulması sona erdi. Günlük hayat devam etti. İkindi ezanları okunmuş, cemaat camiden çıkmıştı. Camiden çıkan bu gurup köy odasının önüne geldi. Köyün meydanında olan oda, işi olmayanların, gezmek isteyenlerin ilk uğrak yeriydi. Köylüler orada toplanır, çocuklar orada oynardı. Odanın önündeki oturaklara oturdular. Ava meraklı olan Dursun dayı: -Ava gideceğim, arkadaş arıyorum, dedi. Hiç kimse cevap vermedi. Dursun dayı kafaya koymuştu gidecekti. Alışkanlıkları bırakmak zordu elbette. Duramadı ve Bekçi dayıya seslendi: -Bekçi! Haydi beraber gidelim. Mavzerini de al, şöyle bir dolaşıp geliriz. –Mavzeri ne yapacaksın? Mermisi kalmadı ki! –Ne yaptın mermileri? –Biraz önce ay tutulmuştu ya! –Hee! –Mermilerin tamamını Allah rızası için boşalttım. Muzipliği seven birkaç kişinin gözü, oturanlar arasında bulunan köyün imamına kaydı. İçlerinden birisi: -Allah rızası için ha, diyerek gülümsedi. Köyün imamı söze karıştı: -Ay ve güneş tutulması, Allah’ın işidir. Onun kurduğu kainat düzeninin bir parçasıdır. Ay Allah'ın ayetlerindendir. Ay tutulduğu zaman kılınan bir namaz var. Bu konuda ilmihal kitaplarında şuna benzer bilgiler var: Husûf (Ay Tutulması) Namazı: Ay tutulduğu zaman Müslümanların evlerinde teker teker kıldıkları bir namazdır. Küsûf(Güneş tutulması) namazında olduğu gibi, gizli veya âşikâr bir kırâetle(okuyuş) iki veya dört rekat olarak kılınır. İmam-ı A'zam'a göre bu namazın camide cemaatla kılınması sünnet değildir. Fakat kılındığı takdirde de bir beis yoktur, câizdir. Bir diğeri söze karıştı: -Yani hocam! Bekçi dayının yaptığı gibi yapmak, yok. Köy imamı: -Asla! Bu davranışlar doğru değil. Duyulan yalan yanlış şeyleri yapmamak lazım. Bu durumda Allah’ın gücünün büyüklüğünü düşünüp, dua etmek en doğrusudur, diyerek cevapladı. Oturan herkes soluksuzca dinledi. Bekçi dayı yutkundu; kızardı; renkten renge girdi. Dayanamadı ve imama döndü: -Hocam biz ne bilelim. Atalarımızdan böyle duyduk. Böyle yapanları da gördük. Ben de onun için silah attım, teneke çaldırdım. İmam devam etti: -Bekçi dayı duydun işte! Bundan sonra yapmazsın. –Tövbe, tövbe. Bir daha asla! Cahillik işte, dedi. Gülüşmeler oldu. Muzipliği sevenler için, günlerce belki de yıllarca anlatıp gülecekleri bir olay yaşandı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Duran Çetin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |