Düşünce dilden, dil düşünceden doğar. -Platon |
|
||||||||||
|
Çoktandır aynı şeyleri düşünüyorlardı. Fakirliklerini sona erdirmelerinin tek yolu buydu. Yarı aç yarı tok yaşadıkları bu çileli, sıkıntılı, başkalarının eline bakar durumdan kurtulmanın yolu buydu. Üç kardeş günlerce bunun planını yaptılar. Konuyu herkeslerden gizlediler. Yapacakları bu işin sonundan da çekiniyorlardı. Son bir hamle ile karar verdiler: gidecekler ve gerekeni yapacaklardı. Bunun için gerekli hazırlıları yaptılar. Aileleri ile vedalaştılar. Dağın zirvesindeki köylerinden eşekleri ile yola koyuldular. Ağır aksak ilerlediler. Nihayet gün batmak üzereydi ki misafir olacakları baba dostlarının evine ulaştılar. Utana sıkıla kapıyı çaldılar. Sadece bu gece kalacaklar ve güneş ile birlikte ayrılacaklardı. Babalarının dostu olan Ahmet dayı kapıyı açıp karşısında dostunun çocuklarını görünce: “oo! Yeğenlerim sizi hangi rüzgar attı böyle?”, diyerek içeri buyur etti. Çocuklar ellerini öptüler bir bir. Ağır bir ahır kokusu yayılan avludan ilerlediler. Tahta merdivenlerden yukarıya çıktılar. Misafir odasına geçtiler. Hanımına bağırdı: “Karı! Bak kimler gelmiş? Çocuklara yemek hazırla!” Nefes nefese içeri giren hanımı çocuklara yakın ilgi gösterdi. Rahatsızlığı her halinden belliydi. Geçmişi bir çırpıda hatırlaması sorduğu sorularda ortaya çıkıyordu. Hemen annelerini sordu. Durumunun babaları öldükten sonra pek iyi olmadığını söylediler. “Ananıza iyi bakın çocuklar, iyi bakın” dedi. Yemek hazırlamak bahanesiyle odadan çıktı. Çocuklar gördükleri yakın ilgiyle rahatlamışlar, üzerlerindeki çekingenliği atmışlardı. Çocuklar, köylerinden pek ayrılmamışlardı. İkisi sadece askerlik için köyden çıkmışlardı. İlçedeki babalarının arkadaşının evine gelirken bile sıkılıyorlardı. Ahmet dayı geçmişten bahsetti aralıksız. Kaç defa söyledim babanıza: “köyü bırak gel. İlçeye göç”, diye ama bana hiç kulak vermedi. “Gerçi benim durumu da çok iyi değil ama idare ediyorum. Köyde olsam ne yapacağım değil mi? Diye sordu. Babaları ile nasıl iyi dost olduklarını anlattı örnekleriyle. Akşam yemeğini yer sofrasında topluca yediler. Sonra çaylar geldi. Bu arada Ahmet dayı çocuklara durmadan sorular soruyordu. “Hayırdır! Bir işiniz mi vardı?” Büyük olan ağabey Mahmut cevapladı hiç renk vermeden. Zaten babalarının anlattığı kadarıyla Ahmet dayı hakkında bilgiye sahiptiler; çok sinsi… oldukça uyanık… çıkarı için her şeyi yapabilen… “Yok bir şey. Şöyle sizi bir ziyaret edelim. İlçeye çoktandır gelmiyoruz; gözümüz gönlümüz açılsın diye geldik. Ahmet dayı çok inandırıcı bulmadı söylediklerini. Sadece “iyi olmuş”, dedi. Eşeklerde sarılı olan kazma kürekler? Dedi bir şeylerin peşindeymiş gibi. Kardeşler birbirlerine baktılar yıldırım hızıyla. Yine söz büyüklerine düştü: “Giderken odun kesmek için getirdik”. Ahmet dayı tam “ya kürekler? Onunla da mı odun keseceksiniz” diyecekti ki aklına başka şeyler geldi ve sustu. Durumlarından şüphelenmişti. Daha önceki duydukları şeyler aklına geldi. Günlerce babalarının peşinden koşmuştu. Bir türlü onu ikna edememişti. Hatta günlerce köye taşınmıştı. Babaları her defasında reddetmişti. Bir ara bahsedilen şeyi çalmaya niyetlenmişti; yapamamıştı. Eski duyguları tekrar depreşti. Fazla konuşmadı. “Çocuklar! Yoldan geldiniz, yorulmuşsunuzdur; yatıp dinlenin”, diyerek yataklarını hazırladı. Çocuklar uymak için yattılar. Yatağın içinde durumlarını konuştular. En küçükleri: “Ahmet dayının son durumu değişti. Bizden şüphelendi herhalde”, dedi. Yine ağabeyleri sakinleştirdi. Diğeri söze karıştı. “Susun, kapıdan bizi dinliyor”, dedi. Hemen konuyu değiştirdiler. Dikkatlice kapıya baktılar. Bir müddet sonra yolculuğun etkisiyle hemen uyudular. Sabah erken vakitte uyandılar. Evin sahibi erkenden kahvaltıyı hazırlattı. Çocukların bu erken saatte köye dönmek istemelerine bir anlam veremedi. Şüphelendiği şey noktasında ne kadar haklı olduğunu düşündü. Çocuklara biraz daha kalıp ilçeyi dolaşmaları hususunda ısrar etti usulen. Hanımına çocuklara yolda yemeleri için yolluk hazırlamasını söyledi. Çocuklar Ahmet dayıya veda ederek evden ayrıldılar. Eşeklerinin yularından tutarak ilçeyi ortadan bölen ana yoldan yerleşim alanının dışına çıktılar. Dağ yoluna girip yukarıya doğru eğri büğrü kıvrılan, sadece eşeklerin geçebileceği patikadan devam ettiler. Ahmet dayıdan boşuna şüphelendiklerini düşündüler. Ağabeyleri: “Ne de olsa babamın arkadaşı. Bize çok iyi davrandı”. Bir diğeri söze karıştı: “Anlatıldığı gibi değilmiş”, dedi gülerek. Kavuşacakları zenginliğin hayaliyle dar ve geçilmez yolları aştılar hiç bıkkınlık duymadan. Şunun şurasında ne kalmıştı? Az sonra istedikleri her şey onların olabilecekti. Küçük kardeşleri: “Babamla geldiğimizde şu ağacın altında oturup dinlenmiştik. Bize söylediklerini hatırlıyor musunuz?”, dedi iç çekerek. Diğerleri hatırladıklarını ifade etmek için başlarını salladılar. Derinlere daldılar: babalarını düşündüler… kendileri için yaptıklarını… bu işin aslını bu ağacın dibinde anlatmıştı… “Çocuklar!” Diye başlamıştı. Sonra da gözleri parlamıştı babasını anlatırken. Eline aldığı haritaya benzeyen kağıdı göstererek: “Bu babamdan yani dedenizden bana emanet kaldı. Ona da babası yani benim dedemden kalmış. Bunu çok iyi korumamı tembihledi. Hiç kimseye vermememi, kimselere göstermememi istemişti. Gerçi o sıralarda böyle bir şeyin varlığı az çok biliniyordu ama korumam için bunları söylemişti. Bu haritanın işaret ettiği yeri, benim sizi getirdiğim gibi dedeniz beni getirip göstermişti. Çocukların bununla kurtulacaklar, hayatları sıkıntısız devam edecek, demişti. Ben de sizlere aynı şeyleri söylüyorum: “bunu iyi koruyun. Asla kimseye vermeyin. Kimseye söylemeyin. Çok zor durunda kalırsanız, kimseye göstermeden biraz sonra göstereceğim yeri kazın.” Babamın bana söylediğine göre bir metre derinlikte taşın dibinde altınlar gömülü. Ben birkaç kere kazmayı düşündüm; ama cesaret edemedim, daha doğrusu korktum. En küçük kardeş, heyecanla küçücük yaşına rağmen “haydi hemen kazalım, çıkaralım şu altınları da traktör alalım, dediğini hatırladı. Babasının defalarca “sakın hiç kimseye söyleme” uyarıları, yıllarca dilini tutmasını sağlamıştı. Sonra en büyük oğluna dönmüş şöyle söylemişti: “Adil! Sen bunların en büyüğüsün. Bir gün hak vâki olur ben aranızdan ayrılırsam; zaten yaşım epeyce ilerledi, sen beni aratmayacaksın. Adaletli olacaksın; hiçbir zaman haksızlık yapmayacaksın. Kardeşlerini görüp gözeteceksin. Bu hazineyi de beraber çıkaracak ve eşit paylaşacaksınız. Elinizden geldiği kadar ihtiyaç sahiplerini gözeteceksiniz…” “Allah rahmet eylesin”, sözleri döküldü ağızlarından. Gömüldükleri hayal aleminden geri döndüler. Bir an önce hayallerindeki hazineye kavuşmak için adımlarını sıklaştırdılar. Bir taraftan da etrafı, dağın eteklerini kolaçan ettiler. Ellerindeki haritanın işaret ettiği, daha önce babaları tarafından kendilerine gösterilen yere ulaştıklarında tüm yorgunluklarını unuttular. Hiç vakit geçirmeden kazma ve küreklere sarıldılar. Dağın zirvesine yakın bu yerde, rüzgar püfür püfürdü. İlçe ayaklarının altında kalmıştı sanki. Gök yüzünün maviliği ne kadar tatlıydı. Sanki daha önce gök yüzüne hiç bakmamışlardı. Ara ara görülen küçük bulutların beyazlığı gök mavisiyle birleşince ne kadar canlıydı. Bulutlar onların tepesinde mi, yoksa onlar bulutlarda mı uçuyorlardı?... Büyük arzularla yoğrulmuş duygularla durmadan kazmaları vurdular. Güneş tepelerinde yumurta pişirirken onlar bunun farkında bile olmadılar. Az sonra kavuşacakları sınırsız hazinenin hayaliyle etrafı bile kolaçan etmekten vazgeçtiler. Hepsi bir metreye yaklaşmış olan çukura sığınmışlardı. Her şeyleri orası olmuştu o anda. Tıpkı ölmüş birinin sahip olduğu bir metrelik çukur gibi. Ölenlerin sahip olduğu tek şey bu değil miydi? Diğer sahiplendiği şeyler nerede kalmıştı? Kendilerini gözetleyen bir çift gözden hiç haberleri olmamıştı. Bir çift göz; sinsice bakıyor, haince planlar yapıyordu. Babalarına yapamadığını bunlara yapacaktı. İlçeden ayrıldıklarında arkalarından hiç belli etmeden onları takip etmişti haince. Usta bir kamuflaj ustası gibi kendini saklamıştı. Çocukların çukur kazma ile meşgul oldukları bir anda iyice yaklaşmış, konuştuklarını duyacak kadar yakında çalılıkların arsına saklanmıştı. Az sonra düşündüğü şey gerçekleşirse ne yapması gerektiğini düşünüp planlar yapıyordu durmadan. Mal mülk işin içine girince baba dostluğu, yakınlık duygusu kendisinden iyice uzaklaşmıştı. Eğer beklediği, umut ettiği sonuç çıkmazsa hiç belli etmeden geri dönecekti. Hiç nefes almıyormuşçasına nefesini tuttuğu bu dönemde zaman geçmek bilmiyordu. Çocukların sevinç çığlıklarıyla irkildi. İyice kulak kabarttı. Çocuklar babalarının kendilerine anlattığı gibi kazmışlardı. Bir metre kadar kazdıklarında, büyükçe bir taş parçasını zorlanarak yerinden kaldırdıklarında gözlerine inanamadılar. Sarı sarı altınlar güneşle buluşmanın dayanılmaz coşkusunu parlayarak ışınları yansıtıyor; gözleri alıyordu. İşte bu anda, yıllarca özlem dolu bekleyişin kavuşmayla son bulan sevinç çığlıkları kapladı dağın bu ıssız yerinde. “Doğruymuş!” “Allah’ım sana şükürler olsun.” “Heeyyy!” … Ahmet dayı çalılıkların arasından daha iyi görebilmek için biraz daha araladı. Çocukların ellerindeki altınları görünce heyecanlandı. Biraz daha beklemesi gerektiğini düşündü. Elindeki tüfeğin fişeklerini tekrar kontrol etti. Derin nefeslerle heyecanını yatıştırmaya çalıştı. Çocuklar vakit geçirmeden oradan uzaklaşmak için altınları aceleci bir tavırla heybeye doldurdular. Her şey hazır olup dönmenin hesabıyla yola koyulacakları bir anda, çalılıkların arasından fırlayan Ahmet dayı: “Hiç kimse kıpırdamasın”, diye bağırdı. Elindeki tüfeği arkadaşının çocuklarının üzerine doğrulttu. Tekrar bağırdı, aşağılayıcı ve tehditkar bir tavırla: “Yanlış yaparsanız ateş ederim. Kenara çekilin şöyle.” Ağabey adil, Ahmet dayıyı yatıştırmak için konuştu: “Ama Ahmet dayı! Bunu bize nasıl yaparsın? Babamın arkadaşı değil miydin?” Ahmet dayı oldukça sert bir tavırla bağırdı: “Bırakın bu lafları. Hepinizi bu kazdığınız çukura gömerim, hiç kimsenin de haberi olmaz…” Çocuklar ne yapacaklarını şaşırdılar. Hesapta bu durum hiç yoktu. Çaresiz elleri yukarda kenara çekildiler. Gözlerinin önünde duran hazinenin gidişini çaresiz gözlerle izlemenin dayanılmaz ıstırabını yaşadılar. Bir ara üzerine atlayıp altınları vermemeyi düşünene Adil, can için değmeyeceğini düşündü. Birdenbire: “Bölüşelim”, dedi. “Olmaz”, diye kükredi Ahmet dayı. Tehditlerine devam etti: “Eğer bu olayı başkasına söylerseniz; sizi yaşatmam, bunu bilesiniz…” Altınların bulunduğu heybeyi sırtına vurdu. Tüfeği çocukların üzerinden ayırtmadan oradan uzaklaştı. Çocuklar arkasından bakakaldı. Dakikalarca çömeldikleri yerden kalkamadılar; sessiz, hissiz ve anlamsız… Nice bir zaman sonra, ağabey ayağa kalktı. Saatlerce uğraşıp sonuca ulaşmaya ramak kala, ellerinde bir şey kalmamasının sıkıntısı ile mırıldandı: “Allah’ından bul…” Kardeşlerine döndü: “Kalkın gidiyoruz. Bunda da vardır bir hayır”, dedi. Kardeşlerinin itiraz dolu cümleleriyle yola koyuldular. Sahip oldukları eşeklerinin dışımda yeni bir şeye sahip olmadan hayallerini, isteklerini dağın ıssız zirvesine gömerek, geldikleri gibi evlerinin yolunu tuttular. O günden sonra bu olaydan kimseye bahsetmediler, kimsenin yanında konuşmadılar. Bir ay sonrasıydı. Ahmet dayının derme çatma kerpiçten yapılmış evinin yanında betonarme bir bina yükselmeye başladı. Birkaç ay içerisinde altı dükkan tam dört kat bir binanın iskeleti dikilmişti. Bu işe herkes şaşırdı. “Çulsuz”, diye bilinen Ahmet dayıya ne olmuştu da birden bire en zengin insanın yaptıramadığı binayı dikmişti. Ahmet dayı kendine sorulan sorulara tepeden bakan tavırla cevaplar veriyordu. “Ahmet dayı nereden buldun bu parayı?” “Gömü falan mı buldun?”, sorularına cevap vermiyor, geçiştiriyordu. Bina tamamlandığında ilçenin en modern, alımlı binası olmuştu. “Ahmet ağanın apartmanı” diye civar köylere nam salmıştı. Sadece binanın güzelliğini görmek için köylerden gelenler oluyordu. Cıvıl cıvıl renklerle bezenmiş haliyle bir daha öylesini bu ilçede kimseler yaptıramaz düşüncesini yayıyordu sanki. Köyde kulaktan kulağa Ahmet dayının yaptırdığı apartman duyulunca, çocuklar çok üzüldü. Yaptığı haksızlığı hazmetmekte oldukça zorlandılar. Tekrar onu Allah’a havale ettiler. Ahmet dayı, ilçeye ilk defa “market” adını verdiği çok büyük bir dükkan açtı. Döner koltuğuna oturup keyfine bakıyordu. Dükkanın en seçkin yerine , “peşin satanla veresiye verenin halini anlatan resmin altına, “veresiyemiz yoktur” yazısını astı. Herkes Ahmet ağanın bu çıkışına inanamadı. Toplum içindeki ağırlığının arttığını düşündü. Bu saltanat ve debdebesi çok uzun sürmedi. Ahmet ağanın sağlığı bozuldu. Kilosu arttıkça arttı. Nefes almada zorlanmaya başladı. Hastalığı ilerledi. Varlık içindeki yaşantısı zevk vermemeye başladı. Her şeyin başının sağlık olduğunu anlaması çok uzun sürmedi. Defalarca, “sağlığım yerinde olsa da, param pulum olmasa”, dedi. Hastalığı iyice ilerledi. Apartmanın en üst katından durmadan; gece gündüz acıyla yayılan sesler duyuldu. Bir ay boyunca Ahmet ağanın çığlıkları hiç kesilmedi. Bu zaman da hiç kimsenin yanına çıkamadı. Hiçbir kimseyi de yanına kabul etmedi. Tüm komşuları bu sesin kesildiği gün Ahmet ağanın sonunu anladılar. Arkadaşının çocukları Ahmet ağanın durumunu duyunca, kendilerine yaptıkları haksızlığı hatırladılar üzüntüyle. Ahmet ağanın daha önce yaptıkları kulaktan kulağa duyuldu. Herkes: “yaptıklarının karşılığını çekti”, dediler.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Duran Çetin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |