Öyle yaşamalısın ki ölünce mezarcı bile üzülsün. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Birkaç kişinin yardımıyla trene bindi. Tren oldukça kalabalıktı. Kompartımanın bölmeleri dolu olmamasına rağmen, içerideki birkaç kişi tarafından kilitlenmiş; kapatılmıştı. Binen her yolcunun gözleri kompartıman kapılarına kilitleniyor; boş oda arıyordu. İki kompartımanın birleştiği gürültülü, soğuk ve kalabalık olan ara yerde kalması olmazdı. Yanındakine utangaç, ezik bir sesle : -Kardeş ! Beni içeriye taşır mısın? Dedi. İri yapılı adam, kollarına aldığı gibi kompartımanın koridoruna daldı. Birkaç odanın kapısını yokladı; kapılar duvar olmuştu. Sinirli, titreyen bir sesle: -Adamlara bak! Odalar boş. İki kişi girmiş, kapıyı kilitlemiş; sanki babasının malı, dedi. Yapacak bir şeyi yoktu. Çaresizlik içerisinde oracığa bıraktı. Yanına dikildi. Acıma duygusunun verdiği burukluk yüzüne yansıdı. Yüreği sızladı; vücudunun farklı yerlerinde karıncalanma hissetti. Tüyleri diken diken oldu. Gelip geçenlerin ayakları altında olması, kızgınlığını artırdı. Hışımla bir kez daha baktı oda kapılarına. Koridor hınca hınç dolu. Balık istifi gibi kalabalıktan yükselen uğultu kapladı boşluğu. Gecenin ıslak soğuğu açık olan pencerelerden içeri dalıp yüzlere yapıştı. Bir de sigara dumanının verdiği sıkıntı... Bir süre geçti. Gece derinliğine uzadı. Zamanla rayların tıkırtısı galebe çaldı koridora. Kompartımanın koridorunda oturan, saçları yanlardan hafif kırarmış, kırk yaşlarındaki bu adamın yanına çömelen birisi: -Abi! Sen yemek vagonuna git. Orada oturacak yer var, dedi. - Çok sevindi yürüyemeyen adam: -Çok iyi olur, dedi parlayan gözleriyle; yardım eder misin? -Elbette, diyerek kollarına aldı. Ağır aksak ilerlediler. Yemek vagonuna ulaştıklarında, karşılarında vagon görevlisi olduğu kıyafetinden anlaşılan adamın gür sesiyle durdular: -Hop, hooop! Nereye hemşehrim! Diyerek, girmelerini istemez bir tavırla azarladı. -Çay içmek istiyoruz, diyen sesi çatallaştı. Kendisinin dilenci yerine koyulduğunu görünce bir kez daha yıkıldı, içi burkuldu. Kabullenmiş olduğu bu durumunu bir kez daha düşündü. Simsiyah gözlerinde hüzün fırtınaları esti. Kırarmış sakallarının çevrelediği yüzünü bıkkınlığın, yılgınlığın karşılığı olan bir ifade kapladı. Uçuruma yuvarlanan bir arabanın hurdaya dönmüş hali gibiydi. Bîtap, yorgun ve halsiz hissetti. Azarlanmasına tahammül edemiyordu. Ayakları üzerinde duramaması onun suçu mu? Ya da bu durum suç mu ki, insanlar tarafından horlanıp hakir görülüyordu. Görevlinin şimşekler çakan gözlerindeki aşağılayıcı, hırçın ve şeytani bakışlarının altında, iki kişinin bulunduğu masaya karşılıklı oturdular. Vagondaki diğer insanlar da görevlinin bu hareketinden rahatsızlık duyduklarını davranışlarıyla ifade ediyor, tavır koyuyorlardı. Masadakilerle tanıştı. Çaylar geldi. Yudumlarken konuşup, kaynaştılar. Kucağında taşıyan kişi, adının Hüseyin olduğunu söyledi. Kendinden; yaptığı işten bahsetti. Teşekkür ederek başladı, ayaklarını kullanamayan adam: -Adım Recep, dedi. Bana çok yardımcı oldun. Tren de bir hayli kalabalık. Zor oldu benim için. Allah senden razı olsun. -Bir şey değil. Kim olsa aynısını yapardı. -Ben her gün aynı sıkıntıları yaşıyorum. Yardım edenler var. Ama aşağılayan, bizim gibileri fazlalık görenler de... Karanlık tünelde kalan birisinin, bir ışık ararcasına gözleri daldı gitti. Çok az kullanabildiği elini hafifçe geri çekti. Ağzından şu sözler döküldü: Hayatın toz pembe gönlün hoş gibi, Ahiret denince kalbin taş gibi. Kalkarsın koşarsın uçar kuş gibi, Ağırlıklar biner dalına bir gün. Masadakiler daha dikkatli dinlemeye başladılar. Karşısındaki insanın ağzı iyi laf yapıyor; her haliyle kültürlü birisi olduğu belli oluyordu. Söylediği sözler de bile içinde bulunduğu durumdan sıkıntı duyduğu belli oluyordu. Yürümeye olan özlemi açığa çıkıyordu. Karşısında oturan Hüseyin: -Özür dilerim. Kendinden bahsetmende bir sakınca yoksa, dinlemek isterim, dedi. -Sıkılmazsan anlatırım. -Yok. Çok sevinirim. Hüseyin, Recep’in konuşmalarından çok etkilenmiş; yan tarafta oturanlar da kulak kabartmıştı. - Hayatım bir roman gibi, dedi. Derince birkaç nefes aldı. Yılgın gözleri, şahin çabukluğuyla derinlere daldı: - Babamın on yıl çocuğu olmamış. Çok istemişler; yalvarmışlar Allah’a. Sıkıntı çekmişler; üzülmüşler. Köyde çocuğu olmamak bir başka zor. “Falanların çocuğu olmadı”, demelerine çok içerlemişler. Bir gün, annem yolda yürürken, önünde yürüyen adamın: “Ey Allahım! Bana bir çocuk nasip et. Eli ayağı olmasın. Kerim ağanın çocuğu var desinler”, diye sesli sesli dua ettiğini duymuş. Kendi kendine: “Sakat çocuğu ne yapacak”, diye mırıldanmış. Neyse, uzatmayayım. Allah nasip etmiş, peşpeşe üç erkek çocukları olmuş. Çok sevinmişler. “Artık sırtınız yere gelmez”, sözleriyle gururlanmış; gelecek için ümitlenmişler. İçin için sevinip, sıkıntılı geçen yılların acısını unutmaya çalışmışlar. Vagon görevlisi sert bir ifadeyle: -Ne içersiniz? Sorusu konuşmanın kesilmesine sebep oldu. Yan tarafta oturanlardan birinin çıkışması, görevlinin tavrını değiştirdi. - Peki beyefendi, diyerek geri çekildi. Bu kaba davranışının sebebi Recepti. Recep’i bir dilenci gibi algılamasıydı. Kapkara, iri gözlerini kocaman açarak: - Görüyorsunuz işte, dedi. Toplumun bir kesimi bizi hor görüyor. Adam yerine koymuyor. Sırtlarında bir kamburmuşuz gibi davranıyor. Bu, bizi oldukça üzüyor. Şu anda, bu halimle “ben buyum” diyorum. Kabullendim; Allah’tan gelen bir imtihandır, diye düşünüyorum. Benden daha kötülerinin olabileceğini biliyorum; halime şükrediyorum. Görevliye kızdığını gösterircesine, gözüyle işaret ederek: -Bu adamın kaza veya herhangi bir sebeple benim gibi, yada benden daha kötü bir duruma gelmeyeceğini kim garanti edebilir? O zaman bana yaptığı davranış, kendisine yapılırsa neler düşünür acaba? “Doğru” dedi yanda oturanlardan biri: - Bizim de başımıza gelebilir. Çok doğru söylüyorsun, diyerek biraz daha yakınlaştı. Recep, kendisine gösterilen ilgiden mutlu olduğunu belli eden bir tavırla konuşmasına devam etti: -İlkokul çağlarında başlamış hastalığım. Lise yıllarında birinin yardımıyla yürüyebiliyordum. Köydeki hayat zordu, iki karış toprak; tüm aile için yeterli değildi. “Okuyacağım” dedim. Babam, yatılı olarak okumamı sağladı. Annem, “acaba sözlerimle Allah’a asi oldum da, başımıza bunlar geldi” diye üzülür; tevbe ederdi. Masadakiler soluksuzca dinlemeye devam etti: - Okul yılları zordu, çok zor. Her an birine ihtiyaç duyarak yaşamak, üzüyordu. Sıkıntıya düşüp, çıkmazlara girdiğim oluyordu. Gençlik duygusu ile ilk zamanlarda kabullenemedim. Yolda yürürken sık sık düşerdim. Düştüğüm zaman, dünyam yıkılırdı. Etrafıma bakardım; görenler var mı diye. Yerden bir şey alırmış gibi yapardım. Başkalarının bana acıma duygusu ile bakmasına tahammül edemiyordum. İç dünyamda kasırgalar esiyor; dinmez fırtınalarla sakinleşmesi mümkün olmayan dalgalar, beni oradan oraya savuruyordu. Şiir yazmaya başladım. Rahatlamanın yolu olarak düşündüm. İlk şiir kitabımı lise son sınıftayken çıkardım. -Hüseyin, “ben almıştım” der gibi baktı: -Şiir kitabi ha! Belliydi zaten. Hâlâ yazıyor musunuz? - İki tane daha çıkardım. -Zor olmuyor mu? - Zor, ama bir şeyler yapmak zorundayım. - Allah kolaylık versin. Recep, hikayesine devam etti: -Okul bitti; görev aldım. Evlenme zamanım gelmişti. Durumum iyiye gitmiyordu. Daha da ilerlemesinden korkuyordum. Birisinin de benim yüzümden mağdur olmasını istemedim. Evlenmek için özürlü birisini aradım. Evlenince, çocuklarımın da özürlü olmasından korktum. Allah’a şükür hepsi sağlıklı oldu. Karşıma çok merhametli insanlar çıktı. Hep yardımcı oldular. Allah’a olan güvenim tamdı. Tevekkül edeni, Allah çıkmaz sokakta bırakmaz, diyerek önündeki çaydan bir yudum daha çekti. Sonra da, malûlen emekli oldum. Küçük bir dükkanım var. Bütün zorluğa rağmen çalışıyorum. Birilerinin yardımıyla dükkanımı düzenliyorum. Kendi işimi kendim yapmaya çalışıyorum. Allah’a şükür geçinip gidiyorum. Halkın özürlüye bakış açısını değişmesi gerektiğine inanıyorum. Recep oturduğu yerden hafifçe öne doğru yaslandı. Örme takkesini zor hareket eden eliyle sıvazlar gibi yaptı. Gözündeki derinlikte sevgi dalgacıkları oluştu; karşısındakilerin gönlüne ulaştı. Dalgalı denizden sağ olarak kıyıya çıkmanın verdiği sükunetle: “Recep der, derdimin işte özeti: Zehirlerde arıyorum lezzeti. Toprak su vermedi, hava azotu. Tomurcuğum açamadı o yüzden” Dörtlüğünü söyledi. Konuşmalarıyla dinleyenleri mest etmişti. Konuşmasına devam etmesini istercesine baktılar masadakiler. Recep, vaktin geç olduğunun farkındaydı. İnsanların sıkılmalarına sebep olmamak için: -Vakit bir hayli ilerledi, dedi. Kalkmaya hazırlananlar Recep’e: -Görevli seni zorlarsa sakın kalkma! Diyerek tembihlediler. İyi dileklerle oradan ayrılıp kompartımanlarına gittiler. Recep, orada kalıp sonuna kadar direnmeye niyetliydi. Görevli kısa aralıklarla gelip: -Ne içersin? Diye rahatsız ediyor, sinsice sırıtıyordu. Vagonda hâlâ oturanlar olmasın rağmen, her defasında Recep’in yanına, yalı kazığı gibi dikilip: -Burayı terket. Yorgunum; uyuyacağım, diyordu. Recep’in sabır sınırını zorladı. Sonunda dayanamadı ve sert bir ifadeyle bağırdı: -Benimle niye uğraşıyorsun? Sana bir zararım var mı? Suçum, özürlü olmak mı? Görevlinin bocalaması kısa sürdü. Kendisini toparladı ağzını bile açmadan, geri döndü. Giderken, arkasından Recep’in sözleri yetişti: -Herkesi çıkarıncaya kadar, ben de burdayım. Recep, yufka yüreğinde bir kıpırdama hissetti; pişmanlık dugusu sarmaladı düşüncesini. “Yanlış mı yaptım? Bağırmasam iyi olurdu”, fikri ön plana çıktı. Kendisini dilenci yerine koyup, azarlayan, aşağılayan birisine bile, dediği haklı sözlerinden pişmanlık duyarak, üzülmesine sebep olmaktan korkacak kadar, insan sevgisiyle dolu olan Recep, zorunlu olarak içmekte olduğu çayı bitirdi. Bu arada vagonda oturanlardan birkaç kişi daha kalkmıştı. Yanından geçenlerin birisinden yardım istedi. -Affedersiniz! Bana yardım edebilir misiniz? Vagondan çıkmak istiyorum. - Elbette, dedi sevecen bir tavırla. Adam, Recep’i kucaklayıp; iki vagonun birleştiği yer olan aralığa bıraktı. Recep, kendisi için burayı daha uygun bulmuştu. Vagonların koridorları çok kalabalık; iğne atsan yere düşmeyecek şekilde tıklım tıklımdı. Aşırı gürültülü olsa da, gecenin ayazı boşlukta cirit atsa da burası daha rahattı. Ceketinin yakasını boynuna sardı. Bağdaş kurarak oturmuş olduğu yerde, yıkanınca çekilen çamaşırlar gibi büzüldü. Gecenin karanlığında, ayazın verdiği ürperti, kulaklarında raylardan yükselen gürültü, düşüncesinde özürlülere yapılan kötü davranışların özetiyle daldı gitti. Titreyen dudaklarından dökülen sözleriyle teselli buldu: Dert etme olanı, eyleme tasa, Suç mudur eldeki o iki asa. Böyle emreylemiş ilahi yasa, Kaderi rüzgara salıver gitsin. Köşedeki kedi, kapıdaki tazı, Görürsün hepsi kul, kadere razı. İnsanlar; kırarsa, küsersen bazı, Ruhunla baş başa kalıver gitsin. İnsan bu, hayırla şerden yoğrulmuş, Kimi hep sürünür, kimi doğrulmuş. O böyle düşünür, böyle kurulmuş. Sen bundan bir ibret alıver gitsin. ........ ........ Yolculuk devam etti... Soğuktu, gürültü sınırsızdı ve yol uzundu...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Duran Çetin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |