Zaman dostluğu güçlendirir, aşkı zayıflatır. -La Bruyere |
|
||||||||||
|
Kimse bilmiyordu; Cennet zamanın içinde gizliydi. Oysa insanlar zamanı aç bir kutra benzetiyorlardı. Sürekli kendini yiyen… Peki ya insanlar; onlar sürekli tok mu geziyorlar, bir ömür? Zamana aç olan ve onu sürekli tüketen insanın ta kendisidir. Sadece yaşadıkları, tattıkları, hayal ettikleri güzellikleri zevk diye tutturdukları yalandan bir duyu üzerine konduruyorlar… Öldüklerinde ne mi oluyor? Önce hesap kesiliyor, Fatura ödeniyor, Masadan kalkılıyor… Tabaklara bakıp; “Ben mi yedim bunca zamanı? Ah be boşa harcamışım her şeyi, boşa harcamışım bir ömür zamanı… Elimin altındaki cenneti hor görmüşüm.” Cehennem keşkelerden ibaret… Belki! Belki cennete bir dönüş var… Daha fazla anlatmak işime gelmiyor. Benim zevkimde bu; gizem, merak. Ama korkuyorum, ya aşık olursam… YARALI BAYKUŞ’ UN DOĞUŞU: Yaralı baykuş’ tu onun adı. Kimse gerçek adını hatırlamıyordu. Ona sormaya cesaret edebilende yoktu. Bir gece vakti, yağmurlu bir İstanbul gecesinde, Kadıköy’ün arka sokaklarında ağlarken bulmuşlardı onu. Bir elinde sağ ayağı bezle sarılmış siyah kunduz vardı, onu bulduklarında. Elbisesi gayet güzeldi. Zaman öncesinde baya zenginmiş belli ki. Sokakta doğru dürüst aydınlatma yoktu. Üç arkadaş dertleşiyorlardı. Birde bunu eklersek, dört olacaktı. Eklenebilirdi elbet, ama bir şartla; onların varoş ortamına, yalandan hayallerine uyabilecekse. Nede olsa şimdilik yedekte fazladan bir biraları daha vardı. Aralarında en yaşlı olan liderliğini ortaya koyup konuştu. “Şşşt dostum o baykuş evcil mi?” Hep beraber güldüler. “…” “Şanslısın ama sen, onlar insana yaklaşmazlar” “Anlamadım!” “Dur kızma, öyle demek istemedim.” “Nasıl demek istemedin?” “Sen insansın dostum, işte bu yüzden derdin var. Derdine çare bira bizde var. Anlatırsan kulağımıza davet var…” Kafasını kaldırdı, boş gözlerle baktı karşısındaki ayyaşlara. En güzeli her şeyi unutmaktı, her şeye en baştan başlamak. Öyle de yapacaktı. “Bira versene.” Ve zaman başladığı vakit, o kuş, kara kunduz uçup gitmişti.Dört arkadaş olmuşlardı. Nereye gittiklerini bilmez bir halde sabaha dek gezdiler.Üçü birini dinledi, biri çok dertliydi. Yaralanmıştı o belki, ama sarhoşluğun etkisiyle diğer üçü sadece dinliyordu. Biraları bittikten sonra açık bir market bulup yenilerini aldılar. Bu zengin çocuğunun cebi doluydu. Sabah bir parkta uyandılar, yanlarındaki yeni çocuğu hayal meyal hatırlıyordu diğer üçü. Çok dertliydi, çok yaralıydı o. Akşam çok konuşmuş, çok şey anlatmıştı. Orhan adını sormuş ona, ama o cevap vermemişti. Uzunca bir bekleyişten sonra sessizliğini bozmamış olan yeni çocuğa yönelip konuştu Orhan; “Akşam cayır cayır konuştuktan sonra şimdi bize ismini dahi söylemek istemiyorsun ha?” “Ben hatırlamıyorum…” Güldüler. Orhan; “O zaman senin adın yaralı baykuş olsun dostum” Kabul edercesine kafasını aşağı yukarı salladı Yaralı baykuş. Bir solisti yoktu bu grubun, birde ismi. Gruba Sufi demişti. Kaç vakit geçtiğini bilmiyorlardı, zaman öncesi ve sonrası vardı onlar için. Almıştı mikrofonu eline, senelerdir çaldıkları bu köhne cafede. Mikrofonu eliyle kapatarak; “Böyle ayrılık olmaz, çalabilir misiniz?” Baterist Orhan; “Çalarız çalmasına da, okuyacak mısın?” O zaman Yaralı baykuş, iki gözünü kapatıp sol elini mikrofonun üzerinden çekmişti. Mikrofonu rapçiler gibi tersten tutmuştu… Koca bir çığlık atmıştı, tavana bakarak. Sonra masalardaki insanlara bakarak başlamıştı şarkısını söylemeye… “Kim derdi ki seninle, Bir gün ayrılacağız. Geçip giden yılların, Ardından bakacağız…” Orhan’ da çığlığını bastı ve çalmaya başladılar. Sahnenin önünde üç tane loca denebilecek masa vardı. O masalardan sonra eski püskü masalar düzensizce konmuştu. Fazla insan yoktu bugün, pek çok gün gibi… O üç loca hariç bütün herkes coşmuştu. Bar kısmında oturan iki konsomatris, pazarlamacı Sinan, arka masadaki Gülşen ve Turhan ve diğerleri… AZRAİL: Çok parası vardı onun, dedesi sağ olsun… Ama bu saatten sonra nasıl sağ olacaktı. Onun canını alan kendisi değil miydi? Dedesinin hastanede yattığı zamanlarda o uyurken, serumuna kezzap katan o değil miydi? Oydu tabi ki, şimdi de milyonlarca liralık servete konan. Olsun en azından ruhu şad olsun… Tüm yaptıklarını, yıllar önce üç beş züppe arkadaşı ile Kadıköy’de keşfettikleri bir rock cafede düşünmüş ve planlamıştı… Eski püskü yapay deriden koltuklarla kurulu üç locadan birinde üç sap, saman peşinde olmadan kafa dağıtmak için kafa dağıtıyorlardı. Acemi bir rock grubu vardı sahnede. Her şeyi başlatan, içini alevlendirende o solistin tavana bakıp haykırmasıydı. Yanındaki arkadaşına yönelip; “Ah be abi, bir gün dedem ölürse; bunlar gibi keşfedilmemiş grupları ünlü yapacağım.” O gün başlamıştı her şey Ali için. Ve zaman bu plak şirketini kurduğunda başlamıştı. Dedesinin ölümü bile zamanın öncesindeydi onun için… Hatırlayamıyordu, dedesi neden ölmüştü. Hatırlamak istemiyordu. Zaman akmaya başladı başlayalı nice şarkıcı, grup keşfetmişti. Ve nicesini ünlü etmişti. Şimdi her şeyden elini eteğini kesmiş, onları arıyordu. Bu işe el atmasına sebep olanları arıyordu. Kimileri ona katil diyordu, kimileri ise melek. Orta yolu bulan, tam karşılığını bulan olmamıştı henüz… ÖLÜM: Aslında tatil yapmaya gelmişlerdi Antalya’ ya. Ellerine üç kuruş para geçmişti. Biraz kafa dağıtmak için gelmişlerdi buraya. Ta ki bir gün otelden çıkıp, halkın denize girdiği bir yerde piknik yapmaya niyetlenene kadar. Wolkswagen Transporter’ da mangal vardı. Kemer’e giderken çamlık bir yer bulmuşlardı. Önce denize girmişlerdi, sonra hep berbaber güneşleniyorlardı, ki o adam çıkageldi. Onları gördüğünde çılgına dönmüştü nerdeyse. Ufak çaplı bir hayran kitleleri vardı elbet. Ama bu kadarını beklemiyorlardı. Sonra adam kendini toparladı… Evet bunlar onlardı, her şeyi başlatan grup. Yerde ararken gökte bulmuştu onları. İri yarı olan sol dirseğine dayanmıştı. Büyük kafası vardı. Ensesine kadar saçları. İri burnu, onlarla uyumlu iri dudakları vardı. Sonra uzun saçlı çocuk vardı, yirmi beş, otuz santimlik yarı kıvırcık saçlı çocuk. Ufak bir burnu vardı, üçgen ağzı. Bembeyaz teni vardı. Sağ kulağında bir sol kulağında iki piercing küpe vardı. Düzeltilmemişti belki ama ince kaşları vardı. Siyah gözlüydü ikisi de. Sonra o turuncu top sakallı bakışlarından espritüel birine benzeyen o adam. Saçları belli ki erken dökülmüştü, o da kazıtmıştı. Kaşları da turuncuydu. Gözleri kahve idi. Grupta tek kız vardı. Saçlıların en kısa saçlısı da o idi, kızıl saçları vardı. Kulağında nokta küpeler vardı, siyah siyah. Keskin hatlara sahip ufak bir burun ve ufak dudaklara sahipti. Yanakları elma elmaydı. Sakin bir tavır vardı üzerinde, birde siyah bikiniler. Diğerlerinde de siyah, gri, kızıl tonlarda şortlar vardı. Değişmişlerdi. Ama Ali onları tanımıştı işte. Evet bunlar onlardı… “Siz o rock grubusunuz?” Cümlesinde soru tadı vardı. Yaralı baykuş konuştu, sırıtma ile gülümseme arasında kalan mimiklerini toparlayıp: “Evet grubumuzun adı Sufi” Grubun adını söylerken vurgu yaptı. Adam: “Ünlü olmak istermisiniz?” Hepsi şaşırmıştı. Saf saf adama bakakalmışlardı. Ama kendini ilk toplayan yine Yaralı baykuş oldu. “Mutlaka ki istiyoruz.” “O zaman sizi bir kez daha dinlememe şans verin, yıllardır sizi arıyorum.” “Burada mı?” “Hayır, akşama bir barda. Hatta buraların en iyi ekipmanlı ve en büyük barında…” “Peki, hem sende bizlere bu konuda biraz düşünme süresi tanırsın.” “Anlaştık o zaman, barın sahibi arkadaşımla konuştuktan sonra tekrar gelirim yanınıza.” “Tamam.” Uzun uzun konuştular aralarında. Böyle bir şans geri tepilemezdi. Hem nereye kadar o paçavra barlarda çalacaklardı… Konser meydanları çok uzak görünmüyordu. Karar verdiler, adam geri gelmişti. Adam konuştu: “Şimdi tanışalım, ben Ali.” “Yaralı baykuş.” Adam güldü. “Ne?” “Evet Yaralı baykuş onun adı.”Dedi baterist Yunus. Adam utandı bir an, sonra kendini toparladı, bir kelime ile yeni sorusunu sordu. “Sİz?” “Ben Yunus, bateristim.” “Ben Sevinç bass gitar benim işim.” “Cengiz, elektro gitar.” Yaralı baykuş yeniden konuştu. “Ve ben solistim, bizi kandırdınız sayılır.” “O zaman akşama Joly Joker Pub XL’dayız!” … CENAZE: Akşam o bardalardı. Garip bir ortam vardı burada. Aslında iyi bir rock bar olurdu burası. Birkaç oynama lazımdı. Bu haliyle kötü değildi aslında. Geceye kendi şarkılarıyla başlamışlardı. “Aşka ateş, sevda kaderim değil Zamanı yiyip tüketişim Gözlerinde ateş, dönüşün değil Fotoğrafta bekleyişin…” Sonra coverlarla ve günün bilindik şarkıları ile geceyi sürdürmüşlerdi. Yaralı baykuş’un üzerinde bir ağırlık vardı. Sahneye çıkmadan önce barlardan birinde sarışın bir hatun görmüştü. İlk gördüğünde buranın fahişesi sanmıştı onu. Meğer değilmiş. Ve kadının anlattığına göre ‘Duman’ sık sık gelirmiş buraya. Sıkı bir hayran kitlesi varmış. Ve hayran kitlesinin çoğunluğu esrarkeşlerden oluşuyormuş. Şöyle konuşmuştu kadın: “Sen ne sanıyorsun, kimi zaman grubun elemanları bile esrar içer sahnede, onların konseri varsa burası dumanaltı olur.” Adamın dinleyip dinlemediğini yoklayan kadın devam etmişti… “Size de gelirlerse hiç şaşma.” “Sizin gibi güzel bir bayan bunları nerden biliyor, ve burada neden yalnızsınız.” Evet kadının söyledikleri şaşırtıcı olabilirdi. Ama artık ipleri ele almak lazımdı. Kadın göz kırpmıştı. Sonra kalkıp Yaralı baykuş’un dudaklarına sulu bir öpücük kondurup gitmişti. Ardında gitmemişti Yaralı baykuş,bu afetin… Sonuçta afetti, kimbilir nasıl bir belaydı. Şimdi sahnede şarkı söylerken bunları düşünüyordu. Üzerinde bir bitkinlik vardı. Hareketlerini hissetmese ölü derdi kendine. İzlendikleri hissi vardı üzerinde, altıncı his mekanizmasının işlediği beyninin paranoyak ücra köşesinde. Art niyetli birileri sanki gökte ararken yerde bulmuştu onları. Ali bey’i düşünemiyordu, o değildi çünkü: Barda konmuştu beynine bu his. Taa ki son şarkıya kadar sürdü. Üzerindeki bitkinlik sona erdi. Gökten, Allah’ tan enerji, nur mu düşmüştü üzerine… KUNDUZ POSTA (CAN HAVLİ) Bir kunduz kondu koca barın çatısına kimse görmemişti, ağaçların arsından çıkagelen bu kara kuşu. Ayağında tuttuğu bir parça kağıdı bıraktı çatıya. Koku alamaz hale gelmişti. Buradan sonra her şey çok karışık geldi kafasına. Sonra aklının ucuz köşelerinde avlanma hissi harekete geçti, tekrar ağaçlıklara yöneldi… CENAZE… Yaralı baykuş Yunus’a baktı. Yunus seyirciler duymayacak şekilde sordu: “Abi neyin var senin?” “Boş ver şimdi zıplayalım ha!” “…” “Haydi” dedi kısık sesle. “Böyle ayrılık olmaz” diye bağırdı sonra mikrofona. Ve o an barın karanlık bir köşesinde iki çift gözü fark etti. Özellikle ona bakan… Şarkıyı söylerken bütün gücü kuvveti yerine gelmişti. Ve bardaki herkes coşuyordu. Ara ara o gözleri süzüyordu… “Hani verdiğin sözler, Hani ellerin nerde? Hani huzur bulduğum, Deniz gözlerin nerde? Hani sen hep benimdin, Şimdi nerdesin nerde!” Şarkı bitince yine o gözlere baktı. Dudaklar hayal meyal görülebiliyordu. Ve o dudaklar hararetli hararetli bir şeyler konuşuyordu. Kulak kabartmak istedi. Ama uzaktı, duyamazdı bu kalabalıkta, bu mesafede… Sonra sahnede olduğunu fark etti ve arkadaşlarının yanına gitti. Ve soruları geldi arkadaşlarının. “Yaralı baykuş ne oldu?” “Neden böyle dalgınsın?” “Yoksa o sarışın baykuşa doktorluk mu yaptı?” CENNET YALAN MI?: “Kim derdi ki bir tanem, Gün gelir bıkacağız… Ben ve yenik yüreğim, Yalnız mı kalacağız? Böyle ayrılık olmaz, Böyle yalnız kalınmaz!” Azrail Ali onlardan pek çok şeyi almıştı. Her şeyden önce özgürlüklerini almıştı. Ve önlerine sahte bir özgürlük sunmuştu. İlk ünlü olduklarında; gazetelerde, internetteki kötü eleştiriler vardı. Kabir azabı gibiydi. Albümlerini piyasaya çıkaralı beş-altı ay olmuştu. Şimdiden bir sürü dost, düşman edinmişlerdi. Sıkı bir hayran kitleleri vardı. Ama artık her şeye doymuşlardı. Yaralı baykuş hariç hepsinin sevgilisi vardı. Artık her şey tıkırında gidiyordu. Tek sorun Yaralı baykuş’ tu aslında. O da sanki beklemeye çekilmişti, kıyamet gününü… Zevk aldığı tek şey vardı onun, bütün enerjisini harcadığı konserler… Tüm bunları Azrail Ali ile konuşurken Yunus Ali’ ye acımasızca konuştu. “Sana melek diyenler de yalan söylüyor, şeytan diyenlerde. Sen o kadar basit değilsin. Bir ömür tüketemeyeceğimiz pek çok şeyi bir anda tükettin. Daha şimdiden tükettiğimiz bu yalan cenneti bize sundun. Biz bu yalan cennetin zamanını henüz tüketmedik belki, ama tadına doyduk. İşte bu yüzden sana Azrail Ali diyoruz, sen bizim canımızı aldın. Kendi cenaze duamızı kendimize okuttun, sırtımızda ölümüzü taşıttın. Kuyumuzu biz kazdık, sonra ardımızdan sadece biz ağladık…” KIYAMET: İşte yine bir konserdeydiler, seyirci coşmuştu. Hiç bitmesini istemedikleri bir konserdi… Ta ki o ana kadar: Yaralı baykuş şarkının ritminden gözlerini kapamış, kafasını göğe kaldırmış bağırıyordu, şarkısını söylüyordu. Kafasını indirdi ve gözlerini açtı. Onbinlerce seyircinin arasında onu gördü. Onu bırakıp giden kızı… Doğal sarı uzun kıvırcık saçları, deniz gözleri dudakları ile beraber bağırıyordu. Makyaj yoktu yüzünde. Dudakları aşırı kandan en az rujlu dudaklar kadar kırmızıydı. Islaktı dudakları… Elini kolunu kaldırmış bağırıyordu. Selim ise donakalmış onu izliyordu. Bir zamanlar onu bırakıp giden kızı, sebepsizce bırakıp giden. Selim kıza kilitlenmişti gözleri faltaşı gibi açıktı. Çünkü; kız onun adını söylemişti. Duymamıştı belki. Ama dudaklarının hareketi gerçek adını hatırlattı Selim’ e. Aslında kızın sesini duyuyordu. Hatırlamıştı pamuk şeker sesini. Seyirci bağırıyordu… Herkes şaşmış kalmıştı. Şaşkınlığın mimarları ise sanki telepati kurmuşlardı aralarında. Bir süre sonra bütün konser alanı sustu. Bütün herkes Selim’in baktığı yere baktı. Ve kız bir kez daha avazı çıktığı kadar bağırdı. Bütün herkes onları izlerken… “SELİİM!” “SANA GELDİM SELİM!” Selim dizleri üstüne çöktü, ağlamaya başladı. Bir baykuş kondu dizlerinin önüne. Selim artık kızdan başkasını duymaz olmuştu. Arkasında arkadaşları bağırıyordu belki. Hatta bir ara omzunda el hissetti. Hissetmekle kaldı sadece. Baykuşun ayaklarında yırtık pırtık bir kağıt vardı. Kız ise güvenliklerden kurtulmuş sahneye koşuyordu. Sahnenin setinden atlarken son kez can havliyle bir kez daha bağırdı. Selim baykuşun ayağındaki kağıda uzanıyordu. İsmini bir kez daha duydu. Kağıdı almaktan vazgeçti. “SELİM!” … BN CN 02-15/05/2010 Hepimiz ergenlik döneminde büyümeyi çok önemseriz. Bir anda büyümeyi dileriz. Büyüklerimiz; gerek sevgiden, gerek korkutmak amacıyla büyüklerin dünyasını pek bir gizemli anlatırlar. Kurgu filmler favorimiz olunca, bizde o dönemde fena paranoyaklaşıyoruz. Büyümek çok ilgi çekici, çok güzel bir hayal dünyası oluveriyor bizim için… “Onsekizime hele bir basayım, neler yapacağım” dediğim günleri henüz unutmuş değilim. Onsekize bastığım anda süper güçlere sahip olacağım çünkü. Peki bu güçler nasıl süper güçler. Onsekizime bir basayım artık bana; “Sen küçüksün…” “Büyüyünce anlarsın...” diye başlayan kelimeler kuramayacaksınız. Görürsünüz… ERGENLİK PARANOYASI GÖLGE E-DERGİ'DE, YAKINDA… MARSLI
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bahattin Ceyhan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |