Ben bir öğretmen değil, bir uyandırıcıyım. -Robert Frost |
|
||||||||||
|
Hava yumuşadı gibi. Tatlı tatlı esiyor arada. Ama hala sıcak. Atletle oturuyor, balkonun kuytusuna çektiği masasının başında. Saat gece yarısını geçeli çok oldu. Daha şimdiden şişenin dibini görmek üzere. Şu bir kaç yudumu da çekip diplemeli şişeyi. Sonra belki bir şişe daha açar... Yok yok mutlaka açar. Yarın cumartesi, sorun değil, öğleye kadar yatar. Zaten güneş bütün gün beynine işledi durdu. Ne keyifli şimdi, ne de tatsız. Aralarda bir yerde işte. Tam içecek kıvamda yani... Zaten içiyor da. Daha da içecek. Eli bir bardağına gidiyor, bir şişeye. Ne düşüneceğini, ne düşleyeceğini bilemiyor. Balkonun bir kuytusuna büzülmüş, yalnızca şarap içiyor. Düşünceler daldan dala geçiyor... Derken... Yoo... Hayır, diyor alçak sesle. Olmaz! Şimdi olmaz! Sağa sola bakınıyor. Balkonlarda ışık yok. Kendisini duyacak kimse yok. Zaten pek sarhoş da sayılmaz. Daha yalnızca bir şişe... Birden... Öfkeyle yumruğunu indiriveriyor plastik masaya. Tam düşecekken tutuyor bardağı, dikiyor kafasına. Şişede kalan iki parmak şarabı da koyup onu da içiyor. Biraz yatışana kadar sessiz ve hareketsiz oturuyor. Sonra yine sakin, kalkıyor plastik sandalyesinden. Mutfağa girip boş şişeyi çöpe yolluyor. Buzdolabından ikinci şişeyi alıp, karar değiştirmekten korkarak çabucak açıyor. Gelip yine yerleşiyor masasının başına. İlk bardağın yarısı bir yudumda mideye iniyor. Ardından arkasına yaslanıp gözlerini kapatıyor. Epeyce duruyor böyle. Gözlerini yeniden açtığında, direnmenin anlamsızlığını görüp koyveriyor kendini. Bu arada bakıyor ki, bardağın kalan yarısı da bitmiş. Ne zaman dolduruyor, ne zaman yarılıyor, ne zaman dipleyip yeniden dolduruyor bilmeden, dibinde iki parmak kalıyor yine şişenin. Bu arada Ebru'nun küçük ve oval yüzü çoktan gelip yerleşti zihninine, biraz belirsiz belki ama, ilgisiz bir haller var bugün onda. Yudumlar arasında hiç konuşmadan, kızın da konuşmasına izin vermeden bakıyordu yüzüne ya, bir iki dakikadır artık iyice içine bakıyor gözlerinin. Ebruuu... diye inliyor sonunda kendini tutamayarak. Nerelerdesin şimdi sen... uzaklardasın belli ki, beni hepten unuttun gittin. Neler çektiğimi bilmiyorsun hiç hayalinin karşısında. Kalp kalbe karşıdır derler ama, ben artık inanmıyorum. Her gece beliriyorsun da ay gibi, hiç konuşmuyorsun. Alçak sesle de olsa, Ebru'nun adını söylediğini biliyor da, ardından gelenleri mırıldandı mı, içinden mi geçirdi ayırdedemiyor. Yavaş yavaş herşey birbirine giriyor. Artık yelkenleri suya indirmiş... Sen benim çocukluk aşkımdın Ebru, nasıl unuturum ben seni. Şimdi belki Viyana'dasın... Belki NewYork'da. Ama hep kalbimdesin Ebru. Ne zaman içsem, aklıma düşüyorsun da... Kızın yüzü, biraz gülümsedi mi ne? Gülümsüyor evet, hem de kendisine... Ebruuu, diye inliyor yine. Kendi sesinin irkiltisiyle, sarsılıyor. Şak... diye açıveriyor gözlerini. Paniklemiş gibi şaşkın, kavuşturduğu kollarının üzerine yasladığı başını hafifçe kaldırırken anlıyor masada uyukladığını. Bir telaşla aynı konumu alıyor kafası, sımsıkı kapatıp uykuya zorluyor kendini. Kolayca da buluyor hemen. Ama bu kez Ebru yok. Gitmiş. Ebru... Ebruu... Ebruuu... Biri bana mı seslendi? Tanrım, Ebru bu senin sesin. Sonunda başardım. Önce gülümsedin ve şimdi de... Tanrım! Binlerce kez teşekkürler ediyorum sana. Ama görüntüsüz... bir Ebru'yu ben ne yapayım. Biraz daha şansını zorluyor. Onunla konuşmalı, onu hatta tutmalı... Bir yığın şey söylüyor, bir türlü anlamını yakalayamadığı sabuklamalar... Arada bir kaç sözcüğünü seçebilse de, Berlin...Amsterdam... daha çok kent adları... sonra yavaşça boşluğa doğru kayıyor hepsi... Ertesi gün... Öğle... Uyanınca uzun süre gözlerini kırpıştırıp birşeyler anımsamaya çalışıyor, ama boşuna. Anladığı tek şey, balkonda, masaya kadar ulaşan güneşin ısısı kolunu ve yüzünü kavururken uyandığı. Tabi yine de uzun sürmüyor dün geceyi anımsaması. Birden utanıyor, belli etmeden, sanki balkonun sağını solunu inceler gibi başı önüne eğilmiş, gözlerinin ucuyla çevrede kimse olup olmadığını öğrenmeye çalışıyor. Güneşin öfke saçtığı satte tabi ki kimseler yok. Daha erken saatlerde kahvaltısını balkonda yapanlar, başucunda şişesi ve bardağı ile horul horul uyurken ne gülmüşlerdir kimbilir. Şişeyi nasıl olup da devirmediğine şaşıyor ve kalkıp mutfağa giriyor. Kalan iki parmak şarabı lavaboya boşaltıp, boş şişeyi diğerinin yanına yolluyor. Esneyip gerinirken, bu saatte kahvaltı yapmanın anlamsızlığını düşünüp, sallana sallana banyoya gidiyor. Aynadaki yüzü görünce dehşete düşüyor. Su çarpıyor, hem de defalarca... Pek değişen bir şey yok. Neredeyse patlıcan moruna çalan gözaltları, yüzü biraz ışıyınca daha da belirginleşiyor. Bu halde yemeğe dışarı çıkmak hiç de akıl karı değil, diye düşünürken, aklına geçen yıl aldığı güneş gözlüğü geliyor. Güneşi, ışığı çok sevdiği için gözlüğü aslında laf olsun diye almıştı. Ama bugün bir işe yarayacak... Yüzüne defalarca su çarpıp odaya geçiyor ve bir an önce çıkmak için hızla giyiniyor. Ama gözlüğü aradığı hiçbir yerde bulamayınca, deli gibi evin altını üstüne getiriyor. Yok... bu halde imkansız çıkamaz! Ter içinde ve nefes nefese kalmış bir halde buluyor bir çekmecede. Gözlük elinde çıkıyor dışarı, küfürler ede ede, ne vardı bu kadar içecek diye... Merdivenleri paldır küldür iniyor. Alt kattaki dairenin önünden geçerken, her seferinde olduğu gibi hızlanıyor. Bir sonraki merdivene gelip bir kaç basamak inmişken, önünden hızla geçtiği kapının açıldığını duyuyor. Biraz yavaşlayıp daha sakin bir havada atıyor adımlarını, ama arkasından bir ses: - Fazıııl, deyince olduğu yerde kaskatı kalıyor. Dönüp de bakmadan önce, çok uzun sayılacak bir süre öyle duruyor, kımıldamadan. Telaşla elindeki gözlüğü takmak oluyor neden sonra ilk hareketi. Yavaşça dönüyor, şaşkınlığına sevinç görüntüsü vemeye çalışarak. - Ebru... sen! - Ben ya. Niye şaşırdın a deli çocuk? - Yok şaşırmadım. Be..ben çok sevindim. İnan ki... Kapının önüne, kızın yanına geliyor. Kekelemeden, sürçmeden konuşmak istiyor ama boşuna: - Ne..nereden çıktın sen ya? - Töbe töbe. Söylemeyeyim istersen. Bu, neredeyse artık her karşılaşmalarında rutin haline gelen kaba espiri karşısında, yine kızarmaya başladığını hissediyor. Ama espiriden ve bunu Ebru'nun ağzından duymaktan değil. Buna ve tüm o şakalarına alıştı çoktan. Aynı kuyuya tekrar tekrar düşerken ne kadar aptal gözüktüğünü bilmekten utanıyor. - Yok söyleme, diyor zorla gülmeye çalışarak. Sahi neden geldin? - Gideyim istersen. O gözlük neyin nesi öyle? - Şey ne zaman diyecektim...ha gözlük mü? Geçen sene almıştım hiç takmıyordum aslında. - Ne o dövdüler mi seni yoksa? Kahkahayı koyveriyor Ebru. Fazıl bozuluyor biraz. Çıkartmaktan başka çaresi olmadığını biliyor. Çıkartıyor. - Ya, biraz akşamdan kalmayım da... - İyi bari. Desene şarap benzetmiş seni. Yine gülüyor. Hep böyle, diyor içinden Fazıl. Dalgacı kız. Ah bir bilse bu hallerini bile ne sevdiğimi. Ah bir açılabilsem. Ama ürküyor adeta bu düşüncesinden. Asla, diyor. Ölürüm de...Asla! Üzerine yine her yaz giydiği o dar tişörtlerinden birini giymiş. Fıstıki yeşil, bütün hatlarını olanca rahatlığıyla... Sonra yine o rengi solmuş kotu. O da sarıyor tüm... - İçeri gelsene. - Yok bir şeyler yemem lazım, derken daha pişman oluyor. - İyi ya daha ben de yemedim. Gel sana bir menemen yapayım. Babamla birlikte yeriz. Bütün bu özgür ve rahat kız halleri... Sonra ardından hep kahakahalarla biten o yarı açık, anlamlı şakalar. Nasıl da kızmak istiyor ona ama, mümkün değil Ebru'ya kızması. Kızmak mı? Ölüyor onun bu hallerine. - İstersen sonra şey yapalım... - Sonra mı? Şey mi yapalım? Kahkahası sahanlıkta çınlıyor. Bir kez daha kızardığını hisseden Fazıl, tam lafı toparlamaya girişmek üzereyken: - Bak geldin geldin, yarın beni buralar da ara ki bulasın. Bir sevinç dalgası yükselir gibi oluyor Fazıl'ın içinden. Demek gidecek. - Ama ne çabuk, hem nereye böyle? Neredeyse sevinçten gözleri ışıldayacak ama, nasıl başarıyorsa, yüzünde hüzünlü bir ifade... - Biliyor musun, seni her gördüğümde beni daha da kaygılandırıyorsun Fazıl. Ayda bir kez, bir hafta sonu bizimkileri görmeye geldiğimi bilmezmiş gibi... Dün akşam geldim, yarın akşam dönüyorum yine. İşim gücüm var. - Sahi öyle ya. Hani geçen yıl bana, belki Avrupa'ya giderim demiştin, bir yıllığına. Patronun gönderecekti filan hani, ona gidiyor aklım. - E yuh yani. Daha geçen geldiğim de demedim mi sana, yattı o iş diye. Fazıl elini uzatıyor tokalaşmak için, gayri ihtiyari tutuyor uzanan eli Ebru. - Ne bu şimdi böyle? Avrupa hikayesinin sonunu duyan Fazıl yıkılmış gözükmek için çabalamıyor bile, zaten darmadağın... - Sahi ya, vedalaşır gibi oldu değil mi? Şey artık gitmem gerekiyor da. Görüşürüz. Yarın bir ara belki... Ebru'nun elini hiç bırakacak değil ona kalsa ama, kızın sıkıldığı belli, gevşiyor parmakları. Fazıl gözlüğü takıyor. - Amaan, diyor Ebru abartılı bir ses tonuyla, hiç değişmeyeceksin valla. Neyse hadi görüşürüz. Fazıl gözlükleriyle, hiç birşey söylemeyen tuhaf duruşuyla, hareketsiz ve konuşmadan dikilirken karşısında, kapıdan geçiyor ve dönüp bakıyor Ebru. Sanki her an kahakahalara boğulacak gibi bir hali var. Fazıl'ın son bir veda sözü arar gibi kararsız haline aldırmadan, parmaklarını boşlukta sallayıp: - Bayy, diyor. Kapıyı kapattı kapatacak ya, yapamıyor. Gitmeye yeltenmesini bekliyor Fazıl'ın. Sonunda: - Görüşürüz, deyip kararlı bir hareketle merdivene yönelince, kız da kapatıyor kapıyı. Kapatmasıyla da sarsıla sarsıla gülüyor, ama sessizce. Kedi gözünden bakıyor, gitti mi diye. Sol yanda bir an görünüyor Fazıl, dik, mağrur duruşu ve komik gözlükleriyle, sonra merdivende yitiyor. Kapıya yaslanan Ebru yüzünde sevecen bir gülümsemeyle kendi kendine mırıldanıyor: - Düpedüz deli bu ya. Sırılsıklam aşık bana. Ama açılamıyor işte. Bir başarsa... bir başarsa kedi olalı bir fare tutacak garibim. O zaman ona kesinlikle hayır demiyeceğim. Biraz daha oynayalım bu oyunu hele... Yine gece... Yine balkonda... Saat biri geçiyor. Fazıl da ilk şişeyi dün gecekilerin yanına yolluyor. İkinciyi açıp ağır hareketlerle, öğlenden bu yana hala yitirmediği mağrurluğuyla oturuyor plastik sandalyesine. Bütün günü sokakta sürterek geçirdi. Sıcaktan bunaldıkça klimalı marketlere, sinemaların giriş salonlarına, resim galerilerine, mağazalara attı kendini. Ama daha çok sokaklardaydı bugün. Ebru düştükçe aklına, gideceğini anımsayıp sevindi, çok da uzağa olmadığını anımsayıp hüzünlendi. Güneşte bir iyice kaldıktan sonra, şarabı da çekmeye başlayınca, zorla ayakta duran mağrurluk bir yana, devreler erimeye başlıyor yine. İkinci şişenin ikinci bardağına geçtiğinde, Ebru'nun cumartesi akşamını evde geçirmeyeceğini bildiğinden, eve dokuzdan önce gelmemek için sokaklarda sürtme durumunu uzatabilmek adına çektiği çileyi anımsıyor da, içinde ılık ılık bir şeyler akıyor, gizli bir hazla. Umarım geç kalmamıştır, derken, bir kedi gibi hızlı, çevik ve sessiz adımlarla kapısının önünden geçerken ki yürek atışlarını... hala zihninde tutuyor israrla. İçinde Ebru'nun potansiyel olarak bile olsa bulunduğu her an, hazzın doruk noktası adeta onun için. Birden saati düşününce, gelmiş olabilir kaygısına kapılıyor bu kez. Gelmişse bile uyumuştur çoktan, diyor. Bunu ve öncekileri içinden dediğini adı gibi biliyor, ama sonrakiler için bir garanti veremiyor kendine. Kalkıp balkonun, Ebru'nun odasının göründüğü yan tarafına gidiyor. Işık yok, ne odada, ne de evde. Gelmemiş de olabilir ama, derken bu kadar ince hesaplar içinde olamayı yakıştıramıyor coşkusuna. Sallana sallana gelip yine otururken, yıkılmaz mağrurluğu pılısını pırtısını toplayıp gitmiş çoktan. Bir yandan heyecanla titriyor, öte yandan... Bir şimşek gibi çakıveriyor zihninde, dün gecenin anısı. "Biri bana mı seslendi?" Sarhoşluğu kısacık bir kesintiye uğruyor, bu sözlerle. Ebru, zihninin Ebru'su sandığı o sesleniş, demek aşağıdan seslenen gerçeğiymiş, diyor. Çoğu dolu duran ikinci bardak bir dikişle iniyor mideye. Gün boyunca bir kez bile anımsamadığı bu ayrıntıyı, gerçek biçimiyle kavramak içini yakıyor birden. Ama belki de başarmıştım... Bunu anlamak istiyor ve kafasını kollarının yastığına gömüyor yine. Hızla, hiç zaman yitirmeden uykaya ve Ebru'nun görüntüsüne kavuşmak istiyor. Umduğundan da çabuk oluyor bu. Ebru'nun görüntüsü sisli bir uzaklıkta duruyor başlangıçta. Artık alıştığı bir tuhaflık bu, uykudayken, sürekli bir farkındalık. Yalnızca gecelerinin Ebru'su gibi, tuhaf ama artık olağanlaşmış bir durum bu onun için. Ama yaklaşmıyor bile gecenin Ebru'su, asıl kötü olansa konuşmuyor. Ebruu... Ebruuuu... Ses seda yok karşıdan. Görüntüsüyse hala sisli. Sonra bir mucize gerçekleşiyor, bu kez, üstelik adıyla sesleniyor ona: Fazıl... Sen misin? Fazııl... Faazıl... Hadi ama biliyorum, oradasın. Başardım sana bütünüyle ulaşmayı. Hem sesin... Hem kendin. Bırakmam seni gayrı sevdiğim. Aşağıda, balkonun ön tarafında karanlığa bürünmüş Ebru'nun silueti, içtiği bir kaç biranın da kışkırttığı hınzırlığıyla birlikte sızıyor Fazıl'ın düşünün içine, onun Ebru'sunun bedenine bürünüyor. Ben de seni bırakmam Fazıl... seviyorum seni şaşkınım. Sen şimdi nerelerdesin kimbilir Ebru? Hasret girmiş aramıza. Belki Cenevre'desin, belki Roma'da. Nerede olursan ol, n'olur beni unutma. Kıkırdıyor Ebru aşağıda, alçak sesle: - Ayy şiir gibi ya, diyor. Sonra yukarıya Fazıl'a: - Senin için Buenos Aires'e bile giderim Fazıl, yeter ki yakın olayım sana...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Haşmet Şenses, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |