Düşmekten yükselme doğar. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Sevgili S’e, Dağlı bir gerilla olmasam da dağlı kardelenlerin üşümüşlüğünde buz kesen gözlerimle görürüm aşka eşkıya çocukların güneş damlalı bakışlarını. Eski İskele’de çocukluğumun göklerine sapansız taşlar fırlatıp balıkçı barınaklarında soğuktan morarmış parmaklarımı soluğumla ısıtmaya çalıştığım bir kış gününe, acının, şehrimin kıyılarındaki şaşkın martı kanatlarından lime lime dökülmesini anlatsam anlar mısın, bilmiyorum. Dildeki hiçbir kurgunun acıyı anlatmaya yetmeyeceğini bilsem bile içime bütün ağırlığıyla oturan acının yaralayıcılığını bir şekilde ifade etmem gerektiğini düşünüyorum. Kendimi ifade ederken biliyorum ki ifade ettiğim şey, hayatın bende oluşturduğu tortuların çok azı olacak. Aşka eşkıya çocukların hayatla hiç örtüşmediği kadar sahici yarınsızlıklarına kırptığım ergen yıldızlardan dökülen sağanaksız pırıltıların, bıyıkları yeni terlemiş acemi çocukluğumun ergenlik sivilceleriyle cebelleşmesinden daha acıydı uzaklardan gelen ölüm haberleri. Ölüm “hoş gelip sefa” gelmiyor, hiç hazırlıklı olunmayan bir zamanda faşist kurşunlar şehri kana buluyordu. İnsandaki öldürme dürtüsünün yaşamak kadar doğal olduğuna inanmak istemiyordum hiç. Hayat, benim inanıp inanmamamın ötesinde kendi gerçekliğini çırılçıplak dayatmaktan geri kalmıyor ve insandaki yok etme dürtüsünün gerçekliğini gözüme gözüme sokmaktan büyük bir keyif alıyordu. Ölümün, sokaklardan çıkıp cami avlularına yuva yaptığı uzak bir kentten, Maraş’tan, hiç söz etmedim şimdiye kadar sana. Ölümle yaşam arasındaki ince çizginin bilinçle geçilerek Tanrı’nın alt edilip insanın varoluşunu gerçekleştirebileceği savını, hayatları kendilerinden menkul hiççi filozofların kitaplarındaki solgun sarı sayfalarda bırakmak ve kıyısından geçip gitmek zorunda kaldığımız hayata daha bir bilinçle ve onurla tutunmak gerektiğini, köylü aklımın bir köşesine not etmenin hesaplarını yapa yapa büyüyordum kentin martı hikâyeleriyle ıslanan tuz kokulu sokaklarında. Nurhak Dağı’ndaki ölü kardelenlerin ölülüklerinden habersiz, “hayat denilen kavganın içinde çelik adımlarla” olmasa da bir şekilde yürümeye çalışıyor ve ergenliğin bedenimde oluşturduğu tahribatı Tabakhane Deresi’nin geceyi kollayan kuytularında sağaltmaya çalışıyordum. Geceden durmadan kan akıyordu. Tabakhane Deresi niye bok kokuyordu anlamıyordum elbet. Ay ışığının, karanlığı bir tül gibi sardığı gecelerde, hazla korkunun buluşma noktasındaki belirsiz duyguya bir ad koymaktan aciz aklım, ne yapacağını şaşırmanın yağmurlarında ıslanmayı sürdürmekten başka bir şey yapamamanın ilik kuruttuğu toy rüyalarda “kocaman kalın dudaklı” esmer bir kızın ihtiraslı kalın dudaklarına kondurduğum acemi ilk öpüşün esrikleştirdiği şaşkınlıkla kendini inkârın en uç noktasından tepe üstü atlayıp atlamamakta tereddüt ediyor, ben hangi yöne gideceğimi bilemez bir halde aklımın kendisini nasıl sağaltacağını merakla beklemekten başka bir şey yapamıyordum. Giderilmemiş meraktan daha öldürücü başka şeylerin olduğunu bilmeyecek kadar kıyısındaydım hayatın. Bunun iyi mi kötü mü olduğu konusunda herhangi bir öngörümün olmaması da işin başka bir acıklı yanıydı. Maraş’ta insanlar öldürülürken ya da dünyanın herhangi bir başka yerinde insanlık dışı bir sürü şey olurken aklımın burgaçlarında boğulmaktan hep kıl payı kurtulduğumu düşünüyor, çisiltili üşümüşlüğümü martı hikâyeleriyle ısıtmaya çalışıyordum. Bununla birlikte hiç gitmediğim bu göçebe Anadolu şehrinin resmi tarihteki kahramanlığına hayran olan çocukluğumun dinlediği martı hikâyelerinde, bir doğu masalından düşen elmaların kimselerin başına düşmeden paramparça olması, masallardaki iyimserliğin tuzla buz olmasından beter bir dağılma etkisi yaratıyordu bende. Her şey karman çormandı. Hayat birbirinin içine girmiş önceliklerin öne çıkma yarışından çoktan çıkmış, acayip bir şey olmuştu. Sunulu bilgiyle gerçeklik, trajik parçalanmışlığıma yeni halkalar eklerken ben, seni parçalanmış yüreğimin dağınıklığı içinde azar azar biriktirdiğimin farkına varamıyordum hiç; ama sen bir şekilde birikiyordun. Gece durmadan kanıyor ve sen, her şeye karşın, kişiliğimin tarihindeki yerini almak için dünyanın başka bir yerinde bambaşka acıların kıyısında hayatı anlamaya çalışan esmer kız’ın çocukluğuna kaçıp kendini çoğaltıyordun. Perdeleri sıkı sıkıya kapatılmış bir evin sır vermezliğinin, meraklı birileri için çok değişik anlamlar ifade etmesinden daha doğal bir şey olamaz diye düşünmekten kendimi alamıyor, yüreğimin perdelerini sonuna kadar açıp kendimi hayatın ortasına çırılçıplak bırakmak istiyordum. “Merak, korkutucudur.” yargısının, çözümleyici bir düşüncenin oluşmasına ket vurmasındaki kaçınılmazlığın, elbet, herkes gibi ben de farkındaydım. “Farkında olmakla ifade etmek” arasındaki ayrımın ince çizgisinin, hangi noktada başladığını ya da bittiğini bilmek gibi bir zorunluluğun, insanı boğmaktan beter eden ustalığını, ancak yaşayarak öğrenebilmenin mümkün olduğunu anlamak için çok fazla bir şey bilmeye gerek yoktu yaşadığım yerde. Çünkü korku her yeri zapt etmişti ve hayat, hiç ummadığım kadar öğretici bir öğretmendi. Geceye sere serpe saçılan naftalin kokulu yalnızlığım, köylülükten kurtulmayı beceremese de, köylü halimle bile olup bitenlerden haberdar olduğumu; ama haberini alıp öğrendiğim hiçbir şeyi yeterince dile getiremediğimi söylerken bunun “korkmak”la ilişkisini sen de seziyorsundur kuşkusuz. Korkunun zapt ettiği bir coğrafyada içe kapanık, pısırık biri olmam, kimsenin dikkatini çekmiyordu. Perdelerini sıkı sıkıya kapattığım iç kalem’deki mazgallardan, sana olan aşkıma dair içli şarkıları, gecenin sarı hazan yaprağı kokan karanlığına, bakışlarımın sadece yıldızları gördüğü sıfır noktasında söylememe başka sebep arama olur mu? İstemekle yapmanın aynı şey olmadığını defalarca deneyimlemiş olan bedenimi, gergin bir yay gibiyken bile engellemek zorunda kalıyordum sık sık. Ancak arzu gerçekleşmediğinde duyulabilecek olan yakıcı bir acıda kendimi dağlamakla uğraşıyor olmasam, Maraş göklerindeki yıldızların martılara söylediklerini ne dinleyebilir ne de dinlediklerimi sana anlatabilirdim. Zaman, naklen yayınlanan dijital savaş oyunlarının icat edilmesi sürecinden geçmemişti daha ve ben acıya talimli bir yeniyetme olduğumun farkında bile olmadan sokağımızdaki yaşama telaşı içinde buluyordum kendimi. “Lazca şarkılar söyleyip Gürcüce küfürler ediyor”, aşkın dilsel değil duygusal ve bedensel bir edim olduğundan habersiz aşka giden yolu bulmanın hesaplarını yapıyordum. Şehirdeki yüzlerce yıllık Ermeni evlerinde Türklerin oturması alışılmış bir şeydi ve bunu yadırgayan tek bir Allah’ın kulu yoktu. Çünkü insanlık, var olduğundan bu yana istilayı onaylamış, güçlü olanın zayıf olan üzerindeki mutlak otoritesini bir ahlak kuralı olarak genlerine işlemişti. Her şey olağan seyrinin gerektiği gibi gelişiyor, geçim derdindeki insanların başkalarının ırkına, rengine, diline pek aldırdığı olmuyordu. Birileri bir şeyleri dürtüklemese her şey naif bir kendiliğindelikle devinimini sürdürürdü kuşkusuz. Kapitalist büyümenin doğal sonucu olarak göç bütün hızıyla devam ediyor, şehir kendi tarihini koynunda saklayarak yavaş yavaş büyümeyi sürdürüyordu. Ben de boş durmuyor, kendi kuytumda büyüme idmanları yapıyordum. Şehir büyüdükçe martı hikâyelerinin içeriği de değişiyordu. Acı daha da koyulaşıyor ve martılar kimselerin görmediği şeylerden söz edip yüreğimde açtıkları derin yaraları o güne kadar hiç görmediğim garip bir hüzünle izliyordu. “Baştan ayağa yâreyim” dile gelişinin somut bir anıtı gibiydim ıslak kayalıklarda denizi taşlarken. Takvimlerdeki “tarihte bugün” köşelerinden akan kanlarla “hayat”ın şimdiye dek çoktan boğulmuş olması gerektiğini düşünsem de, gecenin en yıldızsız karanlığında bile yeni doğmuş bir bebeğin çığlığının hayatı sahiplendiğini görüp hayretler içinde kalıyordum. Hayret etmekten gına gelmişti artık. Her şey günlük doğallığı içinde deviniyor görünürken ben niye bu kadar karmakarışık bir sürecin içinde buluyordum kendimi, anlamıyordum bir türlü. İnsanlığın, bitmemiş ve hiçbir zaman bitmeyecek bir şarkının ardına düştüğünü görebilecek kadar açık bir gözle izliyordum olup bitenleri. “Bitmemiş bir şarkı”nın ardında tüketilen bir şeydi ömür denilen hiçlik. Önemli olan, şarkıyı oluşturan notaları uygun yerlere dizebilmekti ve ben bunu beceremiyordum bir türlü. Oysa hayatın çok başındaydım daha, doğru notaları bulup doğru yerlere koyabilirdim. İyi ve kötü savaşında “iyi”den yana olduğumu düşünüp vicdanımı rahatlatmaya çalışsam da zaman zaman “iyi”nin gerçekten “iyi” olup olmadığı konusunda kuşkuya kapıldığım oluyor, “iyi”yi tarif etmekte çektiğim güçlüğün oluşturduğu ağırlığın altında ezileceğimden korkuyor ve notaları hep yanlış yerlere dizdiğimi sanıyordum. Senin çok uzaklarda bir yerde hayatı farklı bir biçimde biriktiriyor olmanın, benim açmazlarımın çoğalmasıyla ilgisini kurmak aklımın köşesinden bile geçmiyordu o günlerde. Aklım fikrim, insanların birbirlerinin hayatına müdahale etmelerindeki pervasızlığın aldığı devasa boyuttaydı. Herkes her şeye karışıyor, kendime giden yollar ( hiç bulamadığım ) bir bir kapanıyor ve ben ahlaksal ve siyasal bir kuşatmanın tam ortasında kendimi yapayalnız hissediyordum. Bir böcekten farksızdım. Kafka’nın Gregor Samsa’sı bile benden çok daha iyi durumdaydı. On beş yaşımın düşlerinde açması gereken güllerin açmamasındaki acayipliğin de nedenini çözemiyordum hiç. Bir yanda genç olmanın suç sayıldığı bir ülkede olmanın ağırlığı, bir yanda genç olmanın gereklerini sırf genel ahlaka aykırı diye yapamamanın yol açtığı kişilik bozukluğu, bir yandan da kurşun vızıltıları arasında da olsa hayatı inşa etmenin verdiği ağır yükle karşı karşıyaydım. Bütün bunlar bir araya geldiğinde düş büyütmenin abes bir fantezi olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kaldığımı düşünüyor ve kendimi bir böcek gibi hissetmem konusunda kendimi haklı buluyordum. Benim ve benim gibilerin içinde bulunduğu karmaşanın farkında olan; ama iktidar olma oyununda piyonların harcanmasında herhangi bir mahzur görmeyen iktidar sahipleri, cehalet ve fanatizmle soslanmış milliyetçi ve de mukaddesatçı ölüm mangalarını şu kadarcık vicdan azabı duymadan sokaklara salmış “ötekileştirdiği” insanları kadın, çoluk çocuk, yaşlı, genç demeden öldürtmüş, milliyet ve mukaddesat adına öldürtürken aynı ırktan fakat farklı inanan kadınların ve genç kızların ırzına geçilmesini de kıs kıs gülerek seyretmişti. Bunca insanın genel ahlaka ( devlet, ahlak kurallarının da belirleyicisidir ) aykırı olarak güvenlik güçlerinin gözleri önünde, hatta onların da katkılarıyla yok edilmesi çok anlaşılabilir bir şeydi. Ben ağlamaktan başka hiçbir şey yapmamış ve soluğu sulusepken karların ıslattığı kayalıklarda alarak martı hikâyelerine sığınmıştım. Martıların, yaşama dair anlatacaklarını umduğum iyimser hikâyeleri olabileceği düşüncesinin bir yanılgı olduğunu anlamakta gecikmedim. Kutsal kitapların “öldürmeyeceksin” buyruğunun arkasındaki alt metnin, öldürme ve ölüyken bile ırza geçmenin yasal zeminini oluşturduğunu bal gibi bilen ve kendi varlıklarının farkında olmayan cahil insanları yönetmenin bu bilgi dahilinde tanrısal bir hak olarak kendilerine verildiğini düşünen iktidar sahipleri, “öteki”nin yaşama hakkının olamayacağını, yarattıkları fanatik sürünün beyinlerine bütün iletişim olanaklarını kullanarak dikte etmekte bir beis görmezler. “Öteki”nin öldürülebilirliğinin legal bir hakkın kullanımı olarak sunulmasının “iktidarın dayanılmaz mecburiyeti” olduğunu asla düşünmeyen, düşünme yetisini yitirmiş yağız Anadolu erkekleri, üç hilal ve Allah Alah nidaları arasına sıkıştırdıkları aşağılık duygusunun verdiği cesaretin arkasına sığınıp iyi’ye ve güzel’e dair her şeyi yok etmenin hazzıyla salyalarını akıtırken benim de, tıpkı onlar gibi, insandaki “muktedir olma” dürtüsünün cazibesinden haberim yoktu.Ben o sıralarda senden ve rüzgârların kendilerini saklamak için çaba harcadığı ıssız bir kıyıda martılara genç kızlığının ilk kanamasındaki mahcubiyeti anlatan esmer bakışlı esmer kız’dan çok uzak bir dünyada, ölülere ağıt yakmanın ilk alıştırmalarını yapıyor ve ölümlerden yaşamı damıttığımı düşünüyordum en masumane duygularımla. Kimselere hissettirmeden hayatımın en gizli köşesine sakladığım “aşk” tarihçemin yanında muktedirlerin ipekli kumaşlara sarıp hayatın doğallığının bir parçası olarak sundukları “katliam” sözcüğünün hayata yakışmadığının farkında bile değildim. Yine de “ey faşizm lanet sana/ nasıl kıydın bunca cana/ koşun halkım, halk ölüyor/ Maraş’ta bir oyun dönüyor” dizeleriyle başlayan ağıt-marş karışımı ezginin yüreğimde tarifi imkânsız bir çaresizliği büyüttüğünü şimdi bile tüm ayrıntılarıyla yaşadığımı hissediyorum. Bir şey yapamamanın insanın boynunu nasıl büktüğünün en çıplak haliydim, gencecik yüreğimi martı hikâyelerinde sağaltmaya çalışmaktan başka bir şey yapamamanın ezikliğiyle büyümeyi sürdürüyordum. Kevork hâlâ ince kravatını takıp kendisini hiçleyen kalabalıkta kendini var etmeye çalışıyor, Maraş’taki alevi ve solcu katliamından sonra sıranın kendisine geleceğinden habersiz geleceğe ilişkin iyimser düşler biriktirerek hayata tutunmaya çalışıyordu. Martılar Eski İskele’ye konmayı her zamanki alışkanlıklarıyla sürdürüyordu. İnsanın içinde saklı bir canavar olduğunu ve çoğu zaman bu canavarın ışıl ışıl gülümseyen bakışların ardına gizlendiğini, bebek yüzlü katilleri anlatan filmlerden biliyor olsam da, sadece farklı bir ailede doğduğu için farklı bir inançta olan insanların farklı olmalarından dolayı öldürülmelerini anlamam mümkün olmuyordu. “Maraş’ta bir oyun dönüyor”du ve bu oyunda bir zamanlar “su gibi berrak akan*” Maraşlılar, figüran olduklarının farkına varmadan hayata dair her şeyi kurşunluyordu. Değişim, diyalektiğe aykırı olarak tersine gelişiyordu Maraş’ta. Ben seni her şeye karşın azar azar da olsa biriktirmeyi sürdürdüğümü kendime bile söylemiyordum. Sana uzun aralıklarla yazdığımın farkındasın. Bu aralıkların uzamasına sebep seni az düşünüyor olmam değil asla. Aralık ayının on dokuz’una yağan sulusepken bir acıdan yansa da kalbim; seni hep düşünüyorum, her yerde düşünüyorum. Ama zamanımın büyük bir bölümünü hayatın dayattığı başka şeylere ayırmak ve beni sensizliğin büyük acılarıyla kıvrandırıp sınayan bu hayatın senin olmadığın taraflarında bir şekilde bulunmak ve hayata dair öteki ilişkileri yürüterek yaşamak zorundayım. Katliamlara inat yaşıyor olmamın, bende hayatın ırzına geçmiş olmak gibi korkunç bir özgüven duygusu geliştirdiğini hayretle görüyorum. Bu da doğal olarak sana yazmamın sekteye uğramasına, gecikmiş mektupların çoğalmasına sebep oluyor. Seni az düşünmek ne haddime? Seni hep düşünmesem zaman zaman içinden çıkamayacağım bir mecburiyet olarak gördüğüm hayatı sürdürmemin herhangi bir anlamı olmaz. “Benim bu dünyada ne işim var?” sorusunun çengelinin acısını iliklerimde hissettiğim anlarda varlığınla doluyor dünya ve sorulan sorunun niteliği anında değişiveriyor ve iyimser bir yaşama tutkusu sarıyor her yanımı. İşte bu “iyimserlik”le hayatın senin olmadığın tarafında olduğum zamanlarda bile yaşamayı inatla sürdürüyorum. Yüreğindeki ışıktan öpüyorum sevgili s’e. Hayatın acemisi olan bu çocuğu dinlemeyi bırakma olur mu? Sevgimle… a.s. O GÜZEL İNSANLAR'dan sayfa 146-163 ( Kanguru Yayınları -Ankara 2008)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ayhan Sönmez, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |