Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığmızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır. -Arthur C. Clarke |
|
||||||||||
|
Ben de çok isterdim içinde “acı” geçmeyen yazılar yazmayı. Suya-sabuna dokunmadan… Ezilenlerin feryadını duymadan… Komşusu açken uyuyabilen… Vurdumduymaz bir hayat yaşamayı ben de denemek isterdim. Söylenenlere aldırmadan yazılar yazmayı hem çok isterdim, lakin gördüğün/gördüğünüz gibi beceremiyorum. Geçenlerde, Malatya’nın yetiştirdiği ilim adamlarından Ramazan Keskin Hoca ile Adıyaman’a bir seyahatim oldu. Yol boyunca bagajları yükle dolu/haddinden fazla yüklerle işçi taşıyan transit minibüslerle karşılaştık. Adıyaman’dan Malatya’ya kayısı bahçelerinde çalışmak üzere katar katar yollara düşmüş ırgatlar gördüm. “Adıyamanlılar olarak Vali ve Emniyet Müdürü hariç hepimiz kayısı toplamaya gidiyoruz” şeklinde bir espriye -şahsen- gülmedim ama çok manidar buldum. Sonra Adıyaman Belediye Başkan yardımcılarından biriyle yaptığımız görüşmede; “...yaklaşık 50 bin insanımız bu mevsimde Malatya’da kayısı bahçelerinde çalışıyor” verisi yukarıdaki espriyi doğrulamış olduğunu gördüm. Diyebilirsiniz ki (bel ki diyebilirsiniz) bütün bunları neden anlatıyorsun… Sahi bütün bunları neden anlatıyorum? Yazacağım onca konular varken… Ama şu bir gerçek ki, nerede sırtı açık, karnı aç, gözü yaşlı bir insan görürsem herkesten önce benim yüreğim kanar. Adıyaman yolculuğumda da, yol boyunca istif istif minibüslere doldurulan ırgatlardan biri değildim elbet. Lakin onlardan biriymişim gibi aynı acıyı hissettim. “Adam bana ne onlardan” deyip geçmedim. Empatinin ötesi sempatiyle selamladım onları… O gün ikindi namazı sonrası Adıyaman Merkez Camiinde cenaze namazını kıldığımız cenazenin yerine kendimi koyduğum gibi… O gün ikindi nazmımızı Adıyaman Merkez Camiinde kılmıştık. Çıkışta bir tabut gördüm. (Cenaze namazını kıldırmak için getirmişler camiye.) Tüm cami cemaati gibi biz de safa geçerek yerimizi aldık. Tabutun üstündeki yırtık ceket yalnız benim değil Hoca efendinin de dikkatini çekmiş… Tabutun üstündeki o eski ceket her şeyini ifade ediyordu o mevtanın… Kimsesizliğini, garibanlığını, yöreye has kişiliğini ele veriyordu… Kim olduğunu bilmediğim bu insana da “adam bana ne” diyemedim ve biraz da onun için ağladım kimseciklere göstermeden gözyaşlarımı… Aslında anlatmak istediklerimi Mehmet Akif daha güzel bir dille anlatmış… “Kenâr-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer'den onu! Bir ihtiyar kan bî-kes kalır, Ömer mes'ûl! Yetîmin, girye-i hüsrân alır, Ömer mes'ûl!”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şevket Başıbüyük, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |