Bu kitap çok gerekli bir açığı dolduruyor. -Moses Hadas |
|
||||||||||
|
Tozdan beton rengine bürünmüş saçlarıyla Merve ‘burdayım abi’ dedi. Üzerinde sarı kısa kollu bir tişört vardı. Yüzü gözü toza bulanmıştı. Aradan geçen zamanda en az dört büyük sallantı olmasına rağmen, iki tonoz arasında omuzlarından sıkışmış olarak aynı yerde duruyordu. Sabahın ilk saatleri… Bu şehirdeki herkes ya ölmüş, ya da ağır yaralanmıştı. Bazıları da bu felaketten kurtulmayı başarmış, yarı çıplak bedenleriyle kaldırımlarda, parklarda korku dolu gözleriyle dışarıda bekliyorlardı. İzmit’te neler olduğunu, depremin yarattığı sarsıntının boyutunun ne olduğunu bilmiyorduk. Televizyon, radyo, ya da cep telefonu; hiç biri burada çalışmıyordu. Tam bu sırada aklıma Türkiye’nin diğer kısmının o saatte ne yaptığını düşünmeye başladım. Yani 17 Ağustos’un gündüz gözüyle görülebilen ilk sabahını… Acaba Kocaeli dışında hangi iller bu depremi hissetmişti. İstanbul, Bursa ya da Trakya’da depremin hissedildiğine emindim. Ankara, İzmir, Antalya, Trabzon, Erzurum, Konya, Diyarbakır… Onlar belki de sarsıntıyı yaşamamışlardır diye düşündüm. Oralarda olmak istedim. Sabah kalktığımda yıkılmamış bir ev içinde, yaz günlerinden birinde, pencereleri aralayıp çayımı yudumlarken, bir günü daha huzurlu geçirmeyi arzu ettim! Ama sonra… Bir felaket yaşanmıştı ve o felaketin kurbanları olmalıydı diye düşündüm. Felaketin bu sefer ki kurbanları biz olmuştuk. Deprem 03.02’de meydana gelmişti. Aradan üç saat geçti; 06:02 Ömrümde ilk defa ezansız bir sabahı karşılıyordum. Minareler suskundu, camiler boş, savrulan ceset kokuları kentin atmosferine yayılıyordu. Yüzüm kapkara, kirli ve kokuyorum. Pili bitmek üzere olan telsizimdeki anonslar artarak devam ediyor. Omzumda asılı basın çantamda duran fotoğraf makinesini boşta kalan omzuma asıp kalkıyorum yerimden. Çaresizlik tam olarak böyle bir şeydi. Farkında olup da, hiçbir şey yapamamak! Görüp de, göz göre göre buna katlanabilmek. Gazetede depreme yakalanan arkadaşlarım aklıma yeni geliyor. Merve’yi, yeniden dönmek üzere oradaki birkaç ‘şaşkın göz’e emanet edip İzmit Çarşı Polis Karakolu’nun da bulunduğu Acısu Parkı’na doğru yürüyorum. Parkın hemen karşısındaki apartmanın yol ile paralel zemin katında tozlar hala uçuşuyor. Etrafındaki apartmanların birçoğu akordeon gibi birbirine girmiş. Sarsıntıdan kurtulanlar park alanında toplanmış, titrek bir ifade ile birbirlerine sarılarak teselli vermeye çalışıyorlar. Gözlerim, o sırada gazetede olan Hakan ve Şenol’u arıyor. Bu sahne bana bir yerden tanıdık geliyordu ama bir türlü çıkaramıyordum. Sözler mi, ayetlerden mi, bir yerden Buldum işte; Parkta yarı çıplak toplanmış insanlar o ayeti hatırlatmıştı! “…Gurup gurup toplayacağımız mahşer gününde, artık onlar bir arada tutulup (hesap yerine) sevk edilirler” (Kuran-ı Kerim 84/20) Gazetenin olduğu binanın yanına yaklaşıyor içeriye bakıyorum. Bina tam olarak yıkılmamıştı. Başımı uzatıp içeriye bakıyorum. Ama kimseleri göremiyor gözlerim. Umarım kurtulmuşlardır diyerek insanların toplandığı parka yürüyorum. Hemen yan taraftaki parkta onlarca insan… İşte orada… Şenol… Hakan’a sarılmış çocuk gibi bekliyorlar. Çaresiz bakışlarıyla etrafı yokluyor. Onları görmenin kısmi rahatlığıyla dışarıda bulunanlardan birkaç kare fotoğraf çekmeye başlıyorum. Yerden oturanlardan bir adam, ‘Deli misin sen ya! İnsanlar ne halde görmüyor musun? Bu halde fotoğraf mı çekilir’ diyor. Her büyük olay için aynı tepkileri veriyorlardı insanlar. “Bu halde fotoğraf çekilmeyecek de hangi halde çekilecek” diye kendi kendime “devam et” diyorum. Adam daha da sinirli bir biçimde “Kardeşim çekme diyoruz yaaa” Şenol yanıma yaklaşıyor, “Neden çekiyorsun, artık gazete yokki” “Kıyamet bile kopsa, onun kopacağını ilk önce muhabir verir diyen kimdi diyorum. Öyle ya, biz normal zamanlarda hep benzer kalıp ifadelerle görevimizin kutsallığından bahseder dururduk. Bu bir içgüdüsel eylemdi. Ben bile buna engel olamıyordum. Bildiğim tek gerçek, bu manzaraların kayıt altına alınması gerçeğiydi. Ancak onları nerede yayınlayacağımı hiç düşünmemiştim. İzmit Büyükşehir Belediyesi’nin arkasındaki binaya doğru yürümeye başladım. Arasında sadece üç sokak bulunan enkaza giderken etrafımda koşuşturan insanlar batmak üzere olan bir gemiden ganimetleri kurtarmak için çırpınan tayfalar gibi koşuşturuyordu. Nedendir bilemedim, aynı anda “Allah” adını başka hiçbir zaman da duyamayacaktı kulaklarım. Tam geldim dediğim anda bir sarsıntı daha meydana geldi. Elimde fotoğraf makinesi ile yarısını kaybettiğim gazetecilik refleksimi uyandırmaya çalışıyorken çığlık sesleri yeniden yükseldi. “Hayır, hayır hayır” Merve hala orada, kurtarılmayı bekliyordu. Omuzlarından geçen iki tonoz ancak bir vinçle kaldırılabilirdi. Tabi hala o küçük omuzlarıyla birleşmemişse… Minnacık bedeni o dev ağırlık altında kalmadıysa… Ben Acısu Parkı’na çıkarken Merve’ye bakanlar sadece teselli ile acısını dindirmeye çalışıyorlardı. Koşmaya başladım. Her adımımda çantamın içerisinde bulunan malzemelerin birbirine vurmasıyla, geçen zaman da kaç kişinin daha yaşamını yitirmiş olabileceğini düşünüyorum. “Biraz daha hızlan Orhan” Koşuyorum. Merve’nin çakır gözleri düşüyor önüme, “Kurtar beni abi” diyordu. “Yaşayacak daha çok günün var tatlım, dayan az daha” Koşuyorum, daha sıkı, daha sıkı… Köşeden döndüğümde toz bulutu karşılıyor sabırsız gözlerimi… Az önce meydana gelen sarsıntıyla tam olarak yıkılmayan o kat, artık bir alttaki daire ile bütünleşmişti. Ne polis ne itfaiye… Kimseler yok! Elinde ışıldakla bekleyen bir adam! “Ne oldu?” diye soruyorum. Adam “Bilmiyorum” diye yanıtlıyor. İçeri doğru ilerliyorum “Sesimi duyan var mıııı” Ses yok! Bir daha bağırıyorum, “Sesimi duyan var mıııı” Ses yok! Bu lafı o kadar tekrar etmiştim ki, her söylediğimde ağlarken boğazımda oluşan yırtılmanın verdiği acıyı tadıyordum. Haykırışlarım artık ağlayışlarım olmuştu. Moloz yığınına dönen binanın önünde bir sarsıntı daha oluyor. Kımıldamıyorum bile, artık içimdeki korku teslimiyete daha yakın bir ruh haline bürüyor beni. Molozun içine doğru ilerliyorum. Taş toprağı kaldırarak, yukarıdaki parka gitmeden önce, en son aklımda kalan yerinde arıyorum onu… “Sesimi duyan var mıııı”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Orhan TURAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |