Yaşamdan korkmayın çocuklar. İyi, doğru bir şey yaptınız mı yaşam öyle güzel ki. - Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Bir yok’muş; yokluğun yeri sanılandan uzakmış. Yürümüş, yürümüş.... Günler günlerin sırtından atlamış, kuraklık çoğaldıkça çoğalmış. Susuzluk, gırtlağından benliğine dayanmış... Adımları yavaşlamış, bedeni çökmüş, göz altındaki halkalar derinleşmiş... Bakışları anlamsızlaşmış, gelecek kaygısı tükenmiş, yarına dair hayallerini kuraklığın bir köşesinde unutup gitmiş ama kuraklık gitmemiş bir türlü yakasından. Yakasından boğazına yapışmış. Genç adam, nefes alamamaya başlamış. Kuraklık daha sıkı abanmış boğazına, sarsmış, sallamış; genç feleğini şaşırmış. Gözleri bilye gibi dışarıya fırlamış. Bu boğuşma bir süre daha sürmüş... * - “Bir cinayet daha mı!” - Ne oldu Doğanur? - Yine birisi öldü... - Nasıl anladın? - Nasıl anlamayım. Her ölenin ardından bir ölüm kokusu yayılıyor bu köyün üzerine. Neredeyse köyün adı değişecek “Dağlar Köyü” değil “Ölü Köy” olacak burası. - Neden benim burnuma gelmiyor! - Ne bileyim. Neden senin burnuna gelmiyor Halûk? Sustular... Sus’amaya kalkmadılar... Sus’ayan, Su’s Yolu’nu tutup geri dönemiyordu çünkü. Halûk, Doğanur’un komşu köyden yeğeniydi. Ölüm kokusu konusu açılınca ikisinin de keyfi kaçtı. Bahçede oturmayı bırakıp eve girdiler... * Ertesi gün haber bütün köye yayıldı. Doğanur’un burnuna gelen ölüm kokusuydu. -Ölüm kokusu, ölenin hemen ardından yayılmaya başlıyormuş havaya. Bütün köyü sarıyormuş. Komşu köylere gitmiyormuş oysa bu koku. Köylülerin düşüncesine göre yolculuğa çıkanlar köyün güneyinde yaşamlarını yitiriyor, esen rüzgâr Dağlar Köyü’ne ulaşıyor ama Kızan Dağı’nı aşıp diğer köylere ulaşamıyormuş.- Ölen gencin ardından ailesi feryat figanlarla ağlaşıyor, fakat gidip cesedini almaya cesaret edemiyorlardı. Ölenin adı Adem’di. Arkadaşı Esat, tanıdığı Nusret ve tanımadığı üç kişi, daha önce bu yola çıkmış, fakat geri dönen olmamıştı. İşin korkunç tarafı, ilk üç ölen gencin yakınları gençlerin cesetlerini almak için yola çıkmışlar ama daha ilk adımdan boğazlarına bir düğüm oturunca nefessiz kalıp geri dönmüşlerdi. Gidip dönmeyenin ardından yapılan cenaze değil ağıt töreniydi artık. * Akşam olmuştu... Güneş yıldızların saklambaç oyununa katılıp saklanmıştı dağ eteklerinin arkasına. Sabaha kadar sürecekti bu oyun. Dağlar o kadar güzeldi ki. Dağların arasında kalan bir köydü “Dağlar Köyü”. Bu nedenle bu isim verilmişti köye. Köyün doğusunda güneşin doğduğu en yüksek dağ heybetli bir şekilde dimdik dururdu. Güneş zorlansa da, sabahları, dağı ikiye bölüp ulaşırdı tepeye. Sabahlar, doğudaki Doğ Dağı yüzünden geç gelirdi Dağlar Köyü’ne. Köyün batısında ise Tepe Dağı vardı. Kısacık boyuyla güneşin batmasına bir türlü izin vermezdi. Köyün güneyindeki Gün Dağı da Tepe Dağı’yla hemen hemen aynı yükseklikteydi. Kuzeydeki Kızan Dağı ise Doğ Dağı gibi koskocaman bir set gibi kapatırdı Dağlar Köyü’nü. Diğer köylerin çoğu Kızan Dağı’nın ardında kalırdı. Dağlar Köyü’nün bir başka özelliği de, köyün tam ortasında Doğ Dağı’nın yüksek tepelerinden akıp köye ulaşan dereydi.. Köylüler su geçimini bu dereden sağlamakla kalmıyor, dere komşu köylere de derman oluyordu. Bu dereye rağmen köyün gençlerinin nedensiz yere susuzluğa kapılıp güney yoluna çıkmaları bir muammaydı. Yolculuğa çıkan gençlerin tümü yirmi bir yaşındaydı. -Gençler, “Doğ Dağı’nın suyu kötü... Gün Dağı’nın ardında çok daha güzel bir dere var. Ben onu bulacağım.” deyip o dönülmez yolculuğa çıkıyorlardı. Ecelleri sanki bu alçak dağın ardında onları bekliyordu.- Köydeki ölümlerin artması köylüleri endişelendiriyordu. İnsanlar oğullarının yirmi birinci yaşını büyük bir korku içinde bekliyorlardı. Her genç çıkmıyordu bu yolculuğa. Yine de sayıdaki çoğalma endişeleri artırıyordu. * Doğanur, ölümün kokusunu duymanın verdiği garip bir duygu içindeydi. Anlam veremediği bir hareketlilik vardı yüreğinde. Ayşe anne Doğanur’un gergin hallerini görünce sordu: - Ne oldu kızım? - Bilmiyorum anacığım. Bu ölümler büyük soru işaretleri bırakıyor bende. Neden ölüyor bu gençler? Gün Dağı’nın ardında gerçekten bir dere olabilir mi? Doğ Dağı’ndaki su da gün geçtikçe azalıyor. Bu su kaynağı tükenirse hem biz hem de komşu köyler ne yaparız? - Aman kızım, ne diyorsun sen! Deredeki suyun bittiği yok, sana öyle geliyor. Ben doğmadan öncelere dayandığı kadar benden sonraki nice nesillere de derman olacak bu dere. - Niye korkuyorsun anam? Bu yolculuğa çıkanlar yirmi birinci yaş günlerinde gidiyorlar, üstelik de hepsi erkek. Ben hem kızım hem de daha on dokuz yaşındayım. Ayşe annenin alnından bir anda terler boşandı. Doğanur on dokuz yaşında görünüyordu ama annesi onu doğum kütüğüne iki sene geç yazdırmıştı. Üç gün sonra Doğanur yirmi bir yaşını dolduracaktı. Ayşe anne odasına gitti, usul usul duasını yaptı. Kızının gidenlerden değil gitmeyenlerden olması için kurban keseceğini fısıldadı. Ne de olsa yüreği deli dolu bir ateş parçası olan Doğanur ilk giden kız olabilirdi! Doğanur gülümseyerek evin balkonuna çıktı. Evini, en çok da bahçesini severdi buranın. İçinde mandalinası, portakalı, limon ağacı olan rengarenk çiçeklerle bezenmiş bir cennet parçasıydı evin bahçesi. Balkonu ise genişti ve köyün yolunun hemen karşısındaydı. Doğanur, burada oturduğu zaman hem doğayla başbaşa kalıyor hem de gelen geçeni rahatlıkla görebiliyordu. Derken evin önündeki bu yoldan yürüyerek geçen biri takıldı gözüne... Gözlerini bir an bile bu yüz’den ayırmadı. -İri, sürmeli ve yemyeşil gözleri, buğday teni, upuzun ve endamlı boyuyla sanki kitaplardan çıkmış bir roman kahramanıydı.- Kalbi durdu mu yoksa deli gibi mi çarpıyor hiç anlamadı, tek bildiği kalbi artık bedeninin sol köşesinde değildi. Bir an göz göze geldiler: - Merhaba Doğanur... - Merhaba Günesay... - Nasılsın bakalım? - Ne olsun. İyi diyelim iyi olalım. - Hep iyi ol köylü kızı. Haydi görüşmek üzere... - ... Köyün en yakışıklı ve havalı delikanlısıydı Günesay. Köydeki, hatta komşu köylerdeki tüm kızlar ona hayrandı. Ama Doğanur onu yakışıklı olduğu için değil, yardımseverliği, güleryüzü ve neşesiyle tanıyıp sevmişti ta evvelinden. O güldüğünde dünya da ışıl ışıl oluyordu sanki, bir yaşlının elinden tutup ona yardım ettiğinde evren kötülükten kurtulup dört bir taraf sevgiye bulanıyordu. Hani kötülükleri kovan ve dünyayı kurtaran insanlar vardı ya Doğanur’un gözünde de Günesay öyle bir kahramandı işte. Balkona oturmadı, aşağıya bahçeye indi. Çiçeklerin, ağaçların arasında gezindi. Limon ağaçlarının mandalinaların arasında derin derin nefes aldı, çiçeklerin yanına yanaşıp okşadı, sevdi, onlarla hoş beş etti. Derken burnuna yine o sevmediği koku gelmeye başladı. Ürperdi, gün yerini akşama bırakırken köyü, bu cennet kokularından cehennem kokusuna soyunması Doğanur’u inanılmaz etkiliyordu. Az sonra Günesay evin bahçesinin kapısında göründü: - Senin de burnuna geliyor mu bu koku? - Evet. - Anlamıyorum. Nasıl olur bu? Neden bu kadar genç ölümün peşinden gidiyor böyle? - Sen gitmeyeceksin, değil mi? - Benim oralarda işim yok. Belki yaşım 21 ama benim aradığım bir şey yok. Köyün suyu da çok iyi Allah’a şükür. İnsan sadece bu gençleri öldüren şeyi merak ediyor. - Haklısın, ben de Ayşe annemle konuşuyordum bu konuyu az önce. Merak ediyorum, onların ölümüne sebep olan şey ne? - Neyse... Köy kahvesine gidip arkadaşlarıma bakayım. Birkaç gündür kimse yolculuğa çıkmıyordu. Ölen kim merak ettim. - Görüşürüz Günesay. - Görüşürüz Doğanur. Haydi kal sağlıcakla... Vakit ilerledikçe ölüm kokusu daha bir yayıldı etrafa. Komşuların dediğine göre, köyün sonunda kalan yaşlı Aksun teyzenin tek oğlu sabahın erken saatlerinde köyden güneye doğru yola çıkmış, annesine de hiçbir şey söylememişti. Akşamına ise bu ölüm kokusu yayılmıştı köye. Aksun teyzeye gizliden gizliye başın sağolsuna gitti herkes. Kimse bir şey söylemiyor ama herkes neden orada bulunduklarını biliyordu. Aksun teyze hiç konuşmuyor, gözlerinden sadece durmadan yaşlar akıyordu. * Ertesi gün köye güneyden bir at arabası geldi ve aksun teyzenin evinin önünde durdu.. Bembeyaz atlar ve süslü bir arabadan çok şık bir bayan indi ve Aksun teyzenin evine girdi. O mahallede oynarken bu olayı gören çocuklar, birkaç dakika içine köye bu yeni gelen misafirin haberini yaymışlardı bile. Herkes güneyden gelen bu misafiri merak etmişti. Ölen gençlerin hepsi güney yolculuğunda yitirmişlerdi hayatlarını. Komşular yine Aksun teyzenin evinde toplandılar. Erkekler ise büyük bir merakla kahvehanede buluşmuş, gelecek haberleri bekliyorlardı. Bu kez üzüntünün yerini merak ve korku almıştı. Bu genç kız nasıl olmuştu da güneyden gelebilmişti buralara, hem de tek başına. Sapsarı saçları, kahve gözleri ve uzun, narin boyuyla bir prenses gibiydi sanki. Adı, Ayber’di. Ayber, Gün Dağı’nın içinden değil doğusundan geldiğini, gelirken Aksun teyzenin oğlu Dumar’la karşılaştığını, gencin annesine bir mesaj bırakıp oradan kaçtığını söylüyordu. Dumar, “Anneciğim, çok üzgünüm, böyle olsun istemezdim ama kendime engel olamıyorum.” diye haber yollamış ve ortadan kaybolmuştu. Ayber, Dumar’ı bir daha görmemişti. Köylüler, “Burnuna bir koku gelmedi mi hiç?” diye sorduklarında ise Ayber’den “Hayır” yanıtını aldılar. Oraya gelmiş ve her şeyi dinlemiş olan Doğanur’a göre, bu köyde doğup büyümemiş olanlar bu kokuyu alamıyorlardı. Ayber o gece Dağlar Köyü’nde kalıp dinlenecek ve ertesi gün geldiği yoldan; Gün Dağı’nın içinden yol alıp yine dağın doğusundaki köyüne gidecekti. Haber kahvehanede oturanlara hemen ulaşmıştı. Köyün gençleri bu genç kızı çok merak ediyorlardı. Merak edenler arasında Günesay da vardı. Günesay, daha fazla dayanamacağına karar verdi ve oturduğu yerden kalktı. Gidip sarı saçlı güzeli görecek ve Dumar’la tam olarak neler konuştuklarını öğrenecekti. Kimse onu engelleyemedi. Günesay, dediğini yapan bir delikanlıydı. Aksun teyzenin evine geldiğinde çok yanaşamadı, orası kadınlar hamamına dönmüştü. Sadece bir ara upuzun sarı saçlarıyla fark etti Ayber’i. Uzaktan çok güzel görünüyordu. Hem güzelliğinin hem de Dumar’la konuştuklarının merağından dolayı ertesi gün Ayber’le konuşmaya karar verdi. Bir süre daha Ayber’i izledikten sonra geri döndü. * Sabahın erken saatlerinde uyandı. Kalktı, en güzel kıyafetlerini giydi. İçi kıpır kıpırdı. Sarı saçlı güzelle konuşacaktı. Aynanın karşısına geçti, traş oldu, şöyle bir baktı, hani az yakışıklı değildi. Kendi kendine gülümsedi. Evden çıkarken annesiyle karşılaştı, annesinin elinde kahvaltılıklar... Annesinin elinden bir peynir ve bir dilim ekmek aldı, annesinin yanağına bir buse kondurdu ve ıslık çalarak dışarı çıktı. Doğanurların evinden geçerken genç kızı bahçedeki otları temizlerken gördü. Çiçeklere zarar vermemek için büyük bir itina ve özenle çıkarıyordu otları, sonra da çiçekleri okşayıp şarkılar söylüyordu. Çok tatlı görünüyordu, keyfini bozmamak için ona seslenmedi. Evin önünden geçip gitti, giderken Doğanur Günesay’ı fark etti. Nasıl oldu da kendisine seslenmemişti. Hemen ayağa kalktı, Günesay’ın arkasından baktı. Genç adam hızlı adımlarla uzaklaşıyordu. Saatler geçti, Günesay bir türlü geriye dönmedi. Doğanur çok korkmuştu. Güneye doğru yol almıştı Günesay. Acaba o da mı gitmişti! Gidip dönmeyenlerden mi olmuştu! Oysa gitmeyeceğini söylemişti! Bütün işlerini bıraktı, artık daha fazla bekleyemeyecekti. Annesine bir şey demeden evden çıktı, ahıra gidip güneş atını aldı, eğerlerini taktıktan sonra ata bindiği gibi hızla güneye doğru yol almaya başladı. Güneye giderken görünen son ev Aksun teyzenin eviydi. Eve baktığında Ayber’in at arabasını göremedi. Belki de Ayber, giderken Günesay’ı da almıştı. Aksun teyzenin evine geldiğinde durdu, kadına seslendi. Aksun teyze dışarıya çıktı. Ayber’i sordu Doğanur, sonra da Günesay’ın buradan geçip geçmediğini. Aksun teyze: - Kızım birkaç saat önce Günesay geldi, Ayber de gitmeye hazırlanıyordu. Birlikte dışarıya çıktılar, saatlerce yürüdüler, konuştular.. Günesay, canım oğlum Dumarımla ilgili pek çok soru sordu Ayber’e. Ayber bildiği kadarıyla her şeyi anlattı oğlana. Sonra öğlen oldu, oturup birlikte yemek yedik. Günesay bana Ayber’le gideceğini, bu gençlere ne olduğuna bakacağını söyledi. Doğanur’un nutku tutulmuştu. Günesay’ın ölümünden, onu kaybetmekten çok korkuyordu. - Ne zaman yola çıktılar Aksun teyze? - Yarım saat ya olmuş ya olmamıştır. Ayber’in hazırlanmasını bekledi Günesay. Benimle de epey sohbet ettiler. Sonra da vedalaşıp gittiler. - Teşekkürler Aksun teyze. Bak şimdi ben de peşlerinden gidiyorum. Anneme iyi olduğumu, beni merak etmemesini ve birkaç güne kadar döneceğimi söyler misin? - Tabii kızım. * Hava iyice kararmıştı. Kurt ulumaları, rüzgârın dallarda bıraktığı ses Doğanur’un içini ürpertiyordu. Normalde böyle şeylerden korkmayan genç kız artık her şeyden korkuyordu, en çok da Günesay’ı kaybetmekten... Atıyla giderken bir an duraksadı: “Ne yapıyorum ben? Belki de Günesay, Ayber’le gidebilmek için Aksun teyzeye bahane uydurdu.” İçi titredi. “Ya gerçekten öyleyse, ya Günesay gençlerin hallerini öğrenmek için değil de Ayber’in gönlünü kazanmak için onunla çıkmışsa bu yola.” Geriye dönmesinden başka çare yoktu. Onun yüreğini zorla kazanamazdı. Sevgi biraz da fedakârlıktı Doğanur için. Bencil bir sevdayla sevemezdi onun narin yüreği. Atından indi, saatlerce dört nala koşan at yorulmuştu. Onu yakınındaki bir ağaca bağladı. Doğanur da başka bir ağacın dibine oturdu. Çok yorulmuştu. Kendini kaybedercesine derin bir uykuya daldı. * Günesay’la Ayber birbirlerine çarçabuk ısınmışlardı. Günesay’ın havalı, ağır tavırları Ayber’i etkilemişti. Günesay’ın da kendisinden hoşlandığının farkındaydı. Bu yolculuğa birlikte çıkmaya karar verdiklerinde Ayber, Günesay’a yarı yola kadar eşlik edecek, daha sonra kendi köyüne doğru yol alacaktı. Her ikisi de at arabasının önüne oturdular, Günesay eğerleri eline aldı, dönüp Aksun teyzeye el salladılar ve yola koyuldular. Çok hızlı gitmiyorlardı. Sordukları sorularla birbirlerini daha yakından tanımaya çalışıyorlardı. Ayber, güzel ve alımlı olduğu kadar zeki bir kızdı. Kısa sürede bu çalışkan, dürüst ve yakışıklı gencin kendisine âşık olduğunu anladı. Kendisi de bu gençten çok hoşlanmıştı. Onunla mutlu ve başarılı bir ömrü birlikte geçirebilirdi. - Nereden aklınıza geldi böyle bir yolculuğa çıkmak? - Sizin sayenizde oldu bu. - Nasıl? - Dumar’ı gördüğünüz yeri bana gösterebileceğinizi ve olayı çözmemde büyük bir yol kat ettirebileceğinizi düşündüm. - Ama oraya geldiğimizde yola yalnız devam etmek zorunda kalacaksınız. - Olabilir. Oraya kadar sizinle gitmek de benim için bir zevk. (Her ne kadar Ayber’den çok etkilenmiş olsa da köyünün gençlerinin neden öldüğünü bulması gerekiyordu. Ayber’le vakit geçirmek için çıktığı bu yolculuk vakit ilerledikçe gerçek maksadına ulaşıyordu. Günesay, delikanlıydı ama içindeki bu duygunun bedensel bir heves olduğunun farkındaydı. Ona göre gerçek aşk bu kadar basit değildi.) - Demek beni yalnız bırakacaksınız? - Nasıl yani? - Yani, beni bu yolculuğumda yalnız bırakacaksınız. Benimle birlikte köyüme gelmeyeceksiniz. Günesay duraksadı. At arabası da onun bir el hareketiyle durdu. Ayber’in yüzüne baktı. Gerçekten çok güzel bir kızdı, hatta bugüne kadar gördüğü en güzel kızdı. Alımlı ve zekiydi. Üstelik zengin olduğu da giyiminden ve at arabasından anlaşılıyordu. Onunla gitse hayatı o küçücük köyün dışına taşacak, bambaşka bir yerde yeni bir hayata başlayacaktı; hem de bu prensesler kadar güzel kızla. Ayber dönüp Günesay’ın gözlerinin içine baktı. Günesay ne olduğunu anlamadan kendini Ayber’in dudaklarında buldu. İçinden bir şeyler akıp gitti. Hava iyice kararmıştı. Geceyi orada geçirip sabahleyin Dumar’ın göründüğü yere gitmeye karar verdiler. Günesay birkaç odun bulup ateş yaktı. Atları at arabasından kurtarıp bir ağaca bağladılar. İkisi de tatlı birer uykuya daldılar. * Doğanur irkilerek uyandı. Hava yeni aydınlanıyordu. Hemen atını eğerledi. Günesay’a ulaşması gerekirken burada uyuyup kalmıştı. Kendi kendini içerledi. “Ben tam bir aptalım! Ne için yola çıktım ne için durdum. Olacak iş mi bu!” Atının eğerini taktı, atına atladığı gibi dört yola doğru yol aldı. Aslında tam olarak ne tarafa doğru gideceğini bilmiyordu. Tek bildiği Ayber’in dağ yolunun ortasına kadar dümdüz gittiği ve daha sonra doğuya doğru saptığıydı. Yola çıkalı yarım saati geçmeden sönük bir kömür parçası buldu Doğanur. Atından indi, kömürlere baktı, söndürüleli çok olmamıştı. “Evet, doğru yoldayım. Onlara yetişmeme az kaldı.” diye düşündü. Peki onları bulduğunda ne yapacaktı, onlara ne diyecekti? Kendisi de bilmiyordu. Ama Günesay’ın yaşadığına dair bir ipucu bulmak Doğanur’u gerçekten mutlu etmişti. * - Yoruldunuz mu? - Hayır. Sadece biraz başım ağrıyor. - Neden? Hasta mı oluyorsunuz? - Sanırım gece dışarıda uyumak pek iyi gelmedi. - Yapabileceğim bir şey var mı Ayber Hanım? - Yo, teşekkür ederim. Varlığınız ilaç vazifesi görüyor zaten. Günesay gayriihtiyari gülümsedi. Ayber, Günesay’ın koluna sarıldı ve başını omzuna dayadı. Günesay, ne yapacağını bilmez bir ruh hali içerisinde girmeye başlamıştı. Ayber’e karşı bedensel bir çekim, tensel bir aşk duyuyor ve buna engel olamıyor, bu tutku arttıkça susuzluğu da artıyordu. - Hava ne kadar sıcak. Yine susadım. - Evet, sıcak ama bu kadar susamanız biraz garip değil mi? - Nasıl yani? - Bir rahatsızlığınız mı var acaba? Neredeyse litrelerce su içtiniz yol boyunca. - Yo, bir rahatsızlığım yok ama yol beni susatıyor. Nedenini bilmiyorum. Günesay, anlam veremediği bir susuzlukla boğuşmaya başladığını, boğazının yağmurun dokunmadığı kurak bir toprağa döndüğünü hissediyordu. Ayber’in güzelliği ise onu deli ediyordu artık. - Günesay, beş dakika sonra Dumar’ı gördüğüm yere gelmiş olacağız. - Tamam. - Onun nereye gittiğini bilmiyorum. Onu bulamayacağını da biliyorum Günesay. (Ayber, ilk defa Günesay’a “Sen” diye hitap etmişti. Günesay’ın içi titredi.) O yüzden sana bir kere daha söylemek istiyorum. Benimle gel, benim dünyama gel. Birlikte yaşayalım. İnan yanımda çok mutlu olacaksın. Günesay’ın başı dönmeye başlamıştı. Ayber’in söylediklerini yarı rüya yarı gerçek gibi dinliyordu. Buna rağmen son bir çırpınışla direndi. - Teşekkür ederim Ayber. Sen çok güzel bir kızsın. Eminim seninle çok güzel şeyler yaşardık ama benim bulmam gereken bir gerçek var. Gözleri biraz aralanır gibi oldu. Bunları söylemek Günesay’a iyi gelmişti. Ayber son kez Günesay’ın yüzüne baktı. Ellerini tuttu ve eğeri çekerek at arabasını durdurdu. Günesay’a doğru uzandı. Gözlerinin içine bakarak: - Benimle gel, pişman olmayacaksın. dedi. Ayber’in soluğunu soluğunda hissetmek neredeyse Günesay’ı kendinden geçirecekti. Ama direndi ve bir çırpıda at arabasından yere fırladı. - Teşekkür ederim Ayber. Gitmek zorundayım. Belki bir gün çıkar gelirim, kimbilir. - Kimbilir. Belki gelirsin bir gün. At arabası hızla Günesay’ın yanından uzaklaştı. Günesay biraz daha ayakta durduktan sonra yere yığıldı. Ayber’e iyi olmadığını göstermemek için doğa üstü bir çaba göstermiş ve başarılı olmuştu. Aksi takdirde genç kızla gidecek ve köyün gençlerine ne olduğunu asla öğrenemeyecekti. Sürünerek az ilerideki bir ağacın gövdesine yaslandı. Kendinden geçmişti. * Doğanur, ateş küllerini bulduğu andan itibaren yerdeki tekerlek izlerini takip etmeye başlamıştı. Gittikçe onlara yaklaştığından emindi. Yüreği sanki yerinden çıkacak gibiydi. Onlarla karşılaştığı zaman “Burada ne arıyorsun?” diye sorarlarsa, ölen gençlerin ölüm sebeplerini bulmak için bu yolculuğa çıktını söyleyecekti. Gerçeği saklayabilecek böyle bir yalan bulduğu için çok mutluydu. Oysa yüreğinin bir yarısı, içindeki aşkı Günesay’ın görmesi için yanıp tutuşuyordu. Atıyla yol alırken ağaçlık alandan düz bir alana çıktı. Birkaç kilometre ileride yine ağaçlık alan başlıyordu. İleriye baktı. At arabasını görür gibi oldu, ama bu görüş birkaç saniye sürdü. At arabası saniyeler sonra sola doğru saptı ve ortadan kayboldu. Doğanur, onlara yetişemeyeceğini düşünüp korkuya kapıldı. Atını daha hızlı sürmeye başladı. Bu sırada bir rüzgâr çıktı, rüzgâr gittikçe şiddetleniyor, âdeta Doğanur’un atıyla ilerlemesini engelliyordu. Biraz sonra gökyüzü kararmaya, boş arazide bir kasırga oluşmaya başladı. Doğanur gözlerine inanamıyordu. Göz göre göre Günesay’ı kaybediyordu. Kasırga gittikçe büyüyor ve kocaman bir hortuma dönüşüyordu. Bu dev gibi hortum Doğanur’u içine almaya çalışıyor. Doğanur, birkaç dakika hortumla boğuştuktan sonra hortumun dışına çıkmayı başardı. Genç kız bu kez hortumu takip etmeye başladı. Hortum hem büyüyüp güçleniyor hem de at arabasının kaybolduğu yere doğru gidiyordu. Doğanur, dikkatle baktığında hortum içinde bir şey olduğunu fark etti, fakat ne olduğunu bir türlü kestiremiyordu. Birden bir gök gürültüsü duyuldu. Gökyüzünde şimşekler çakıyor, sanki garip bir yaratık kulağının dibinde inleyerek bağırıyordu. Çakan şimşeklerden biri gelip hortuma vurdu. Yeryüzünde bir patlama oldu. Doğanur atından savrularak yere yuvarlandı. Başını kaldırdığında hayatının en büyük yaratığını gördü. Bu yaratık dev bir boğaydı. Boğa onu fark etse unufak edecek, öldürecekti. İlk defa ölümden korktu. Evet, buraya ölüm için gelmişti. Diğer gençler gibi o da ölüp gidecekti. Demek ki gençlerin ölüm nedeni bu boğaydı. Dev boğa, burnundan dumanlar çıkararak ayağını toprağa sürüdü. Gök gürlemeye ve şimşekler uzaktan uzağa çakmaya devam ediyordu. Sadece hortum ve kasırga, yerini bu koca boğaya bırakıp sönüp gitmişti. Boğa kızgın ve sinirli bir şekilde ağaçlara doğru yürüdü. Doğanur, yerde sürünerek boğaya doğru gitti, ağaçların bulunduğu yönde bir insan hayali görür gibi oldu. Toz dumanın arasından o gölgeyi görebilmek için ayağa kalkmaktan başka çaresi yoktu. Ayağa kalktığında gözlerine inanamadı. Günesay, bir ağaç gövdesine yaslanmış, baygın bir halde yatıyor, dev boğa ise tam karşısında duruyordu. Boğa uzanıp boynuzuyla vurduğu gibi Günesay’ı sırtına attı. Doğanur çığlık çığlığa koşmaya başladı. Boğa geriye dönüp Doğanur’a baktı. Bu sırada kasırga tekrar çıkmış, ardından da yine o korkunç hortum oluşmuştu. Hortum genç kızın arkasından ona doğru yaklaşmaktaydı. Boğa kızgın bir ayak vuruşla toprakları alt üst edercesine Doğanur’un üstüne koşmaya başladı. Doğanur, artık yaşamın sona erdiğini düşünerek arkadasındaki hortum ve boğanın arasında kalakaldı. Boğa genç kıza vuracağı anda sıçradı ve genç kızın arkasından gelmekte olan hortumun içine girdi. Hortum genç kıza bir şamar vurarak onu metrelerce öteye fırlattı, sonra da ağaçları yara yara kayboldu. Kasırga dinmişti... * Genç kız, yüzünde bir yumuşaklık ve sıcacık bir nefes hissetti. Gözlerini açtığında güneş atı yüzünü okşuyordu. Yavaş yavaş kalktı, atına yaslandı. Gördüklerinin bir rüya olduğuna kanaat getireceği sırada ilerideki kırık ağaçları gördü. Yüreğinden bir şeyler kopup gitti. Günesay’a ne olmuştu? O dev boğa onu öldürmüş müydü? O boğanın gittiği yeri nasıl bulacaktı. Birkaç dakika daha dinlendi. Sonra usulca atına bindi. Yapacağı en mantıklı şey boğanın kırdığı ağaçları takip etmek olacaktı. Atıyla kırık ağaçların arasından geçmeye başladı. -Yürünen bir yol mu, sırat mı; varılan cehennem mi, sevgili mi; yaşanan bir macera mı, sınav mı?- Bir an gözlerinin dolduğunu hissetti. Ta küçüklükten yüreğine serpilen bu aşk tohumu genç kızla birlikte büyüyüp gelişmiş, bütün benliğine yayılmıştı. Oysa Günesay için hep köylü kızı kalmıştı Doğanur. “Olsun” dedi genç kız. “Beni sevmese de olur, yeter ki iyi olsun, yaşasın. Varsın bana ait olmasın.” Aşk, bencillik değildi genç kız için; fedakârlıkların en büyüğüydü. Kırık ağaçlar bitmek bilmiyordu. Dev boğa ve hortum neredeyse koskoca ormanı ortadan ikiye bölmüştü. “Acaba ölen gençler neredeler?” diye geçirdi aklından. “Yine bu dev boğa mı aldı onları da? Umarım geç kalmam, Günesay ölmeden yetişirim.” Genç oğlanı boğadan nasıl kurtaracağı ise meçhuldü. Kasırgadan eser kalmamıştı; tabii kırık ağaçları ve bölünen ormanı saymazsak. Etrafı bir sessizlik almıştı, gün yavaş yavaş kararmaya yüz tutmuştu. Doğanur, aslında çok yorgun ve açtı. İki gündür ağzına bir lokma bile girmemişti. Az ileride bir yemiş ağacı gördü. Oraya doğru ilerledi. Bu küçücük ağacın üzerinde sayısız meyveler vardı. Atından indi, uzanıp meyveyi kesti. “Zehirliyse de varsın böyle öleyim, ne yapayım?” deyip meyveyi ağzına attı. Çiğnemeye başladığı anda kendini tutamayarak güldü. Sonra gülümsemesi kahkahaya dönüştü. Bu bildiğimiz küçük domatesti. İki günün ardından boğazından geçen domatesler hayatının en güzel yemeği olmuştu. Başını uzatıp sağına soluna baktı. Kendini boğanın iz bıraktığı kırık ağaçlara o kadar kaptırmıştı ki etrafına bile bakmamıştı. Çok kötü bir yer değildi. Burada sıra sıra domates ağaçları ve otlar vardı, etraf yemyeşildi ve uzaktan sessizliği bozan hafif bir ses geliyordu. Evinin özlemiyle içini çekti. Sesin geldiği yere doğru yürümeye başladı. Biraz dinlenmesi, güç toplaması ve plan kurması gerekiyordu, aksi takdirde boğayla karşılaşması sonucu değiştirmeyecekti. Günesay’ı boğanın elinden nasıl kurtarabileceğini düşünürken, bir yandan da domates yiye yiye yürümeye devam etti. İlginç bir şekilde kulağına şırıltı sesleri gelmeye başladı. Yürüdükçe bu sese daha çok yaklaşıyordu. Domateslerin bile dindiremediği iki günlük susuzluğu aklına gelince adımlarını hızlandırdı. Derken gözlerine inanamadı. Gençlerin, “Gün Dağı’ndaki dereyi bulup köye taşıyacağım, köyümüzün bu temiz suya ihtiyacı var.” deyip dönüşü olmayan yola çıktıkları dere tam karşısında duruyordu. Koşarak derenin yanına eğildi ve kana kana su içti. Bu su hayatında içtiği en güzel suydu. Hayat suyuydu, mucizeydi, bir lütuftu. Ardından gelen güneş atı da derenin yanında durup susuzluğunu giderdi. Doğanur suyunu içtikten sonra derenin yanına oturdu. Derenin kaynağını bulmalıydı. Belki suyun köye nasıl gideceğinin yolunu bulur, köyü bu temiz suya boğar ve gençlerin bir daha yola çıkmalarına engel olurdu. İçi aydınlandı. Ama bu uzun sürmedi. Tek başına koskoca bir dereyi köye ulaştıracak güce sahip değildi. Ayağa kalktı, düşüne düşüne yürümeye başladı, bu sırada büyük bir oyuğun yanına geldi. Bu oyuğun üzerinde iki tane boynuz izi vardır. “Evet, bu o dev boğanın boynuzları. Kimbilir kiminle dövüşürken bırakmıştır bu imzayı buraya.” Oyuğun az ilerisinde dev gibi bir kayalık vardı. Neredeyse bir dağ büyüklüğündeydi bu kaya parçası. “Acaba Gün Dağı dediğimiz dağ, bu kaya parçası mı?” Doğanur artık ne düşüneceğini bilemez haldeydi. Tam bu sırada derin bir soluk alış duydu, başını kaldırıp arkasına baktığında kızgın boğayla karşı karşıya geldi. Artık dünyanın sonu gelmişti. -Ölüm böyle bir anda geliyor olmalıydı, en beklenmedik, en can alıcı anda…- Kızgın boğa ayağını toprağa sürüyor, Doğanur’un kanını içmeye hazırlanıyordu. Bu sırada kız kaçacak, saklanacak bir yer arıyordu. Tam o anda az ötesinde duran oyuğu fark etti. O oyuğa saklanabilirdi belki. Son sürat oyuğa doğru koşmaya başladı, arkasından kulağına dev boğanın yeri, göğü inleten ayak sesleri geliyordu. Tam oyuğa saklanacağı an boğa oyuğa bir boynuz vurdu, oyuk ikiye ayrıldı. Doğanur bu kez Gün Dağı olduğunu düşündüğü kayalığa doğru koştu. Dev boğa başını salladı, boynuzlarını Doğanur’a doğru savurdu ve tam bu anda korkunç bir gürültü işitildi. Boğa boynuzlarını Gün Dağı’na geçirmişti. Dağdan çatırtı sesleri duyuldu, dev boğa inlemeye, bağırmaya başladı. Doğanur bu ses karşısında dayanamadı ve kulaklarını kapattı. Boğa acı çekiyordu. -Tüm dehşetine karşın bir yaratığın bile acısını duyabilmek yüreğinde, nasıl bir olaydır? Oysa kaç kişi yanı başında duran insanların dahi yaşadıklarını hissedemez, anlayamaz.- Dağın içinden gelen çatırtı sesleri gittikçe yükseldi. Sonunda koskoca dağ çatırtılar içinde ikiye bölündü. Dağın bir parçası boğanın üstüne düştü. Dev boğa artık kimseye zarar veremeyecekti. Ölü bedeni kızıl bir gölün içinde kalmıştı. Doğanur da düşen taşlardan birinin altında kalarak bayıldı. * Kendine geldiğinde ne kadar süre bu halde yattığını kestiremedi... Susuz dudaklarına bir damla su istedi. Dere az ilerisindeydi. Kımıldamaya çalıştı. Ayakları kayalığa sıkışmıştı. Yavaş yavaş çıktı ve sürünerek suya ulaştı. Aklına bir anda Günesay düştü. Acaba neredeydi? Yaşıyor muydu? Onu da bulmak, kurtarmak zorundaydı. Bir süre dinlendikten ve susuzluğunu giderdikten sonra yakınındaki küçük domatesleri ve yabani otları yedi, bir kısmıyla da yaralarını sardı. Kısa sürede iyileşti ve ayaklandı. Hemen Günesay’ı bulmak için yola koyuldu. Düşen kayaları aştı, derenin yanı başındaki kayalık dağ devam etmekteydi. Dağ ikiye bölünmüştü. Ama ipince bir ışık vardı sanki dağın arasında. Doğanur o ipince yolun içine girdi. Yüreği onu o ışığa doğru sürüklüyordu. Bir süre yol aldı tam ümidini kaybetmeye başladığı anda koskocaman bir kaya parçasının önüne geldi. Artık çok yorulmuş ve bitkin düşmüştü. Sabrı kalmamış ve sevdiği genci bulamayacağını düşünmeye başlamıştı. Kızgınlık içinde önündeki kayaya tekme vurdu. O anda derinlerden bir ses duyuldu. Birisi genç kıza çağırıyordu: - Doğanur... - Kim o? - Doğa nur - Beni kim çağırıyor? - Doğ anur!.. Bir gök gürültüsü duyuldu... Karşısında az önce dimdik duran bu koskoca kaya parçası ortadan ikiye ayrıldı. Doğanur -şaşkınlık ve korku karışık bir halde- olduğu yerde donakaldı. Gözlerine inanamıyordu. Deprem olmuştu sanki... İçeriden dışarı taşan ışık Doğanur’un gözlerini kamaştırıyordu. Elini alnına götürdü, iri gözlerini kısıp yolunu görmeye çalıştı. Hiçbir şey görememesine karşın yürüyordu. Sadece yüreğini dinliyordu. Aynı deprem sarsıntısı içinde her an uçup gidecekmiş gibiydi kalbi. Ne zaman öleceğini bilmemenin ama öleceğinden emin olmanın verdiği uçsuz dehşet. Bir süre ilerledikten sonra içerideki ışığa alışmaya başladı. Gözleri eskisi kadar kör değildi, ya da körlük onda yeni bir göz yaratmıştı, bilemiyordu doğrusu. Yürüdüğü yola baktı. Upuzun bir ışık yolu, sağı solu toprak renkli kaya... Ne sağa dönen bir yol vardı ne de sola. Dümdüz, ince, ışıklı ve buna rağmen boğucu bir yol. Yürüyüşünün ardı arkası kesilmiyordu. - Evet, bu benim ecel yolum olsa gerek, diye geçirdi aklından. Ölüme adım adım. -Oysa kim ölüm zamanını bilir ki, bilip de kim öleceği ana göre kendini hazırlar ve öleceği anın hesabını yapıp kaç kişi işlerini ertelemeden, yüreğini unutmadan yaşar bu hayatı?- Allahım, neden öldürüp de kurtarmıyorsun beni bu ıstıraptan? Ölüp rahatlayayım artık! Soluk alışı hızlandıkça Doğanur’un canı ağzına dayanıyordu. Ha çıktı ha çıkacak derken Güm! Koskoca bir kapının üstünde buldu kendini. Ölüme o kadar odaklanmıştı ki önüne bakmayı bırakmış ve karşısına çıkan kapıyı görmeyerek üzerine çarpmıştı.-Oysa kim öleceği an’a odaklanıp yaşamayı bırakıyordu?- Koskocaman bir tahta kapı. İşlemeli, oylum oylum, demir bir kilit, paslı, görkemli ama oymaları, hatta işlemesi bile sade... Sanki süs için değil bir mesaj vermek için yapılmıştı bu oymalar. Ellerini uzattı, milim milim gezintiye çıktı elleri... - Kim bilir kaç yüzyıl önce, kim tarafından yaptırıldı bu kapı? Ve kimbilir kimin göznuru ile oyulup bugüne taşındı. Ve onca göznurunun ardından nasıl öldü kimbilir? -Oysa kim yaptığı eserin ardından yaptığını seyretmeden öleceğini kabullenebilir? Kim ölmese de yaptığına ölecekmiş gibi anlamlı ve ince bakabilir?- Doğanur, arkasına baktığında ışıklı, uçsuz yolu gördü. Önünde ise bu dev kapı duruyordu. Okunacak bir mesaj vardı belki kapıda, ama dilini bilmediği bir yazıyı nasıl ve ne kadar okuyabilirdi ki bir beşer? Kapının sağına doğru gitti... Kapı yine bir kayanın üzerindeydi. Belki de yolun sonuydu bu. Kapının ardında sadece kaya vardı, kendini kandırıyordu. Buralarda, geriye dönüp gidemeden ölecekti belki de... Ya da dönüş yolunda onu yemeyi bekleyen başka bir canavar vardı belki. Kimbilir. Bir an elleriyle yüzünü silkti, sarstı. “Ne yapıyorum şimdi?” diye sordu kendi kendine. Hayal kuracak ya da ölümünü bekleyecek değildi ya! Kapının sol yanına gitti. Kalbinin sol yanına varmış gibi kulağına küt küt atan bir kalbin sesi geldi. Kulağını kapının sol yanının bittiği duvara dayadı. Kalp atışları çoğalıyordu. Topraktan duvara dokundu. Nedensiz bir el hareketiyle duvarı kazmaya başladı. Parmakları acıyor, yaralanıp kanıyordu, o ise duvarı kazmaya devam etti. Duvar yavaş yavaş şekil değiştiriyordu. Sonunda sert bir yere rastladı. Son gücüyle bir yumruk indirdi oyuğa, kalbine yumruk yemiş gibi yere serildi. Nefessizlik içinde öksürmeye başladı. Gözlerinin karardığını, bilincini yitirdiğini hissediyordu, buna engel olamıyordu. “Buraya kadarmış.” diye düşündü. “Meğer en son darbeyi ben kendi kendime indirerek ölecekmişim.” -Oysa kim kendi sonunu hazırlar ki ölümü beklerken?- * Uyandığında yerde yatıyordu. Ne kadar süre böyle kaldığını kestiremedi. Gece de gündüz de aynıydı bu oyukta. Upuzun ışıklı yolun sonunda bir kapı, kapının solunda Doğanur’un kalbi... Yavaş yavaş ayağa kalktı, rahat olmasa da nefes alabiliyordu. Yumruk vurduğu yere baktı, rengi altına çalan bir kese ucu gördü. Uzandı, torbayı ağrıyan elleriyle bu kez dikkatlice çekmeye başladı. Çektiği belki de kalbiydi, ölümünün kendi elinden olmasını istemezdi. Birkaç dakika sonra elinde altın bir kese, şaşkın şaşkın bakar vaziyetteydi. Kesenin iplikle kapalı ağzını yine dikkatli ve usul usul araladı. Altının içinde tahtadan bir anahtar duruyordu. Doğanur’un gözleri aydınlandı birden, karşısında duran dev kapının anahtarı olmalıydı. -Asıl hazinenin altın kese olduğunu düşünen ne büyük yanılgıya düşerdi.- Yine kalp atışının hızlandığını hissediyordu. Kapıyı açtığında ne göreceğini, neyle karşılaşasağını bilemiyordu ama korkmuyordu -belki ölümden bile- ... Tahta anahtarı keseden çıkardı, kapının önünde durdu. Anahtarı deliğe dikkatlice soktu. Krik... Krik... Cırrr, diye bir kapı gıcırtısı. Heyecan içinde kapıyı araladı, başını uzatıp bakmak istese de bunu yapmadı, kapıyı sonuna kadar açacaktı. Kapıyı sonuna kadar açtığında içeriden gelen kırmızı ışıkla arkasındaki sarı ışık birleşti. Tam durduğu noktada turuncu bir ışık demeti oluştu. Ellerine baktı, sonra bedenine; kendisi de bakır kızılı bir turuncu olmuştu. Bir yerden rüzgâr esiyordu sanki. Rüzgâr gittikçe şiddetlenmeye başladı. Kendi kendine sarıldı ama bedeni canını oracıkta bırakıp uçacaktı sanki. Bir anda gelen rüzgâr fırtınaya dönüştü, Doğanur fırtınanın içinde kayboldu. Her yer toz dumana döndü, derken fırtınanın etkisiyle kapı hızlıca kapanırken Doğanur da rüzgârın etkisiyle gözlerini kapadı. * Gözlerini açtığında yine bakır kızılı renkte bir odada buldu kendini. Bakır kızılı renk birkaç saniye içinde saman rengine dönüştü. Bu renk değişimi olurken gözlerinin önünde büyük bir saman yığını oluştu, hemen ardından dumanlar çıkmaya başladı, arkasında çatır çatır ateş sesi ve yangın saman yığının arasından yükseldi. Doğanur korkuyla yerinden kalktı, yangını durdurmak için sağına soluna bakıp bir şeyler bulmaya çalıştı ama etrafında toprak bir yol ve yolun etrafındaki bu geniş taş odadan başka bir şey yoktu. Hemen koşarak saman yığınını dolaştı ve alevlerin çıktığı yere vardı. Bir de ne görsün! Günesay, sırtı saman yığınına yaslanmış, elleri başında, gözleri kapalı bir şekilde oturuyor; ellerinden ateşler çıkıyordu. Doğanur, ne yapacağını bilemez bir halde öylece kalakaldı. Günesay’ın dudakları kıpırdadı, kelimeler yavaş yavaş dökülmeye başladı: - Kim o? - Benim! - Sen kimsin? - Doğanur. - Yo, sen Doğanur olamazsın! Doğanur Dağlar Köyü’nde kaldı. Burası alevlerin imparatorluğu. - Hayır, peşinden geldim Günesay. Sen Gün Dağı’na gelirken ben de arkandan gelip seni takip ettim. - Niçin? - ... - Sen Doğanur değilsin. - ... - Doğanur, Dağlar Köyü’nde... Doğanur’un gözleri yaşarmıştı. Kendini toparlamaya çalıştı, elinin tersiyle gözlerinden düşen iki damla yaşı sildi ve Günesay’ın yanıbaşına gitti. Alevler gözlerini yakıyor, istemediği derecede ısındığını hissediyordu ama Günesay’ın yanından uzaklaşmadı. - Günesay, şimdi senin elini tutacağım. Korkma olur mu? - ... Günesay’ın elini tuttuğunda elinin tersiyle sildiği gözyaşının tuzu küçük bir alev parçasına dokundu ve o alev parçası hemencecik söndü. Doğanur, hayatında ilk defa Günesay’a dokunmanın verdiği bir titreme yaşadı. Sevdiği genç şu an bilmediği bir alevin içinde ama ellerinin arasındaydı. Gözyaşlarını daha fazla tutamadı, hıçkırarak ağlamaya başladı. Sevdiğinin ölmesini, onu kaybetmeyi düşünemiyordu. -Oysa kim yanındakilerin ölümünü aklına getirir her an, ve kendi ölümünün üstüne çıkar durmadan?- Doğanur ağladıkça gözyaşları Günesay’ın vücuduna değdi, yaşların dokunduğu yerlerdeki ateşler sönmeye başladı. Doğanur, sevdiğinin ölümünden korkmanın verdiği kendinden geçiş ağıdıyla Günesay’a sımsıkı sarıldı. “Öleceksem, sevdiğimin yanında öleyim. Sevdiğim ölecekse ben de onunla bu hayat denen yolculuğa son vereyim...” Büyük bir gök gürültüsü, ardından deli gibi bir yağmur... Her yer sırılsıklamdı. Taştan oda, topraklaştı, topraktan oda yağmur suyuna akıp karıştı, oda kayboldu. Yağmur suyu ateşi kucakladı, bağrına bastı, ateşten hıçkırıklar çıktı, usul usul söndü. Doğanur bitkin, Günesay yorgun... Kendilerinden geçtiler. Elleri bedenlerine sımsıkı sarınmış, öylece kaldılar. * * *
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Dervişe Güneyyeli Kutlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |