Sevginin ölçüsü ölçüsüz sevmektir. -Spinoza |
|
||||||||||
|
Dışarıda yağmur yağıyordu ve gecekondu mahalleleri sel tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Çıkıp dolaşmalı diye düşündü, gençken ve hala keyif alabilecekken bu yağmurun tanını çıkarmalı. Ayağına botlarını, üstüne yağmurluğunu geçirip kendini dışarı attı. Şemsiyesini unutmuş biri süsü vermeye çalışarak kendine, hızlı adımlarla yürümeye başladı. Bir an duraksadı. Hızlı yürümesine gerek yoktu. Yetişeceği bir yer, buluşacağı bir insan olmadığı gibi. Yağmur giderek hızlanmış, saçları sırıl sıklam olmuştu... Hasta olacağım, diye geçirdi içinden ve gülümsedi, hasta yatağında yatarken bu küçük geziyi hala aynı duygularla mı hatırlayacaktı ? Tren istasyonuna yaklaşıyordu. Yol kenarlarında bavullarını sürüye sürüye yürüyen, kadınlı çocuklu grupların sıklaşmasından anlamıştı bunu. Demek uzaklara giden bir tren gelecekti istasyona ve buradan aldığı insancıkları başka yerlere götürecekti. Ve Başka yerlerdeki insanları buraya getirecek. Ya insanların düşleri, onları da taşır mıydı tren. Düşünceleri çocuk gülüşmeleriyle bölündü. Birbirlerinin bellerine kollarını dayayarak yürüyen beş çocuktan gelen seslerdi bunlar. İnsan başka hangi çağında bu kadar içten gülebilirdi. Tren taklidi yapıyordu çocuklar, çuf çuf sesleri ve ritmik kol hareketleriyle. Mümkün olsa da öndeki çocuk yani lokomotif, ağzından yani bacasından duman çıkarabilseydi. O an elinde bir sihirli değnek olmasını diledi, sırf bunun için. Oysa bu çocuk vagonlu tren hiç de bildiğimiz trenler gibi değildi. Zigzaglar çizerek ilerliyor, arada durduğunda vagonları birbirine giriyordu. Bu yaygara bir kaç dakika daha sürdü. Ta ki, elindeki koca bavula nesi var nesi yoksa doldurmuş gibi duran adam kükreyene kadar. İstasyon şefi olacak herhalde, treni durdurdu diye düşündü. Çocuklar birden sustular sanki yağmur birden dindi. Yüzlerindeki gülüşleri bir adım gerilerinde bırakıp annelerinin kollarına sarıldılar, büyük adam ciddiyetiyle. Ve bir tren de böylece yok olup gitti. İstasyona gelmişti. Ne kadar kalabalıktı. Bu kadar insanın şehrin neresinden geldiğini anlamaya çalıştı. Ama faydası yoktu. Gözü hep çocuklara takılıyordu. Mutlak oyuncak edecek bir şeyler buluyordu çocuklar kendilerine. Biri bir bavulu at yapmış üzerine biniyor, bir diğer kaçan bir kediyi kovalıyor, bir başkası elindeki simidi hayatının en güzel yemeğiymiş gibi iştahla yerken bir yandan da araba direksiyonu yapıp, kornasına basıyor... İnsanlardan hiç biri konuşuyor gibi gözükmese de büyük bir uğultu her yeri sarıyordu. Tam da kafa dinleyecek yere geldim diye geçirdi içinden. Sıklıkla gittiği çay bahçesi, tren bekleyenlerce işgal edilmişti. Kalabalık arttığına ve şuradan gelen adamlar hızlı adımlarla yaklaştığına göre trenin geliş saati yakındı. Ve peki hala bir kenarda çay bahçesini bekleyebilirdi. İşte bekleyecek birini buldum sonunda diye gülümsedi, "Allah vere de gecikmese". Ama beklemeye değerdi, ıslanmanın arttırdığı üşüme için bir bardak sıcak çaydan daha iyisi olamazdı. Yağmur şiddetini azalmış, bulutlar olaysız dağılma moduna girmişti. Yinede daha fazla ıslanmanın bir anlamı yoktu, hiç olmazsa bir saçağı kendini kollama görevinden mahrum etmemeliydi. Duvar dibine yanaştı. Cebinden çıkardığı sigarayı, nemden etkilenmiş çakmağıyla bir kaç hamlede yakmayı başardı. Sigarandan alınan ilk nefes gibisi yok diye düşündü, sonrakiler sadece yeni bir ilk nefes için alınması zorunlu nefeslerdi. Tren geliyordu işte, önce kesik kesik çalan düdüğü duyuldu. İnsanlar telaş içinde eşyalarını toparlamaya çalışıyor, kadınlar çocuklarını yanlarına çağırıyor ve en önemlisi çay bahçesi hızla boşalıyordu. Elinde bir çanta olsaydı, yolcuya benzeyeceğini geçirdi aklından, bu haliyle olsa olsa bir yolcuyu karşılamaya gelmiş gibi duruyordu. Oysa beraber bekleyen insanlar bir yolcuyu karşılamak için orada olmadığını asla anlamayacaktı. O insanlar trenin gelmesi, o ise trenin gitmesini bekliyordu. Trenden çok fazla inen olmadı. Bir şeyleri unutma endişeleri yüzlerinden okunan insanlar, koskoca bir kendi arkalarında bırakacaklarının farkında bile değillermiş gibi gözüküyorlardı. İstasyon neredeyse boşalmıştı. Uğultu yerini tren düdüğüne bıraktığında, yolcular yolarına çıkmış, çay bahçesindeki masalar boşalmıştı. Yağmur artık yağmıyordu. Gökyüzünün bugünlük akıtacağı yaş bu kadarmış diye düşündü, bulutların arasından sıyrılmaya çalışan güneşin zayıf ışıklarına bakmaya çalışırken. Çay bahçesine yöneldi. Temiz görünümlü bir masaya oturdu. Yan taraftaki masaları silen garsona sanki bir elinde çay bardağı varmış diğeri ile de çay kaşığını tutulup karıştırıyormuş gibi yaparak, çay istediğini anlattı. Garson koşar adımlarla çay ocağına yöneldiğinde, sigarasını çıkardı. Çayı sigarasız içip ziyan etmek olmazdı. Nihayet çayı da gelmişti, ilk yudum içini ısıtmaya yetti. Sonraki yudumlar artık tamamen keyif içindi. Bir kaç masa ilerideki genç bir çifte takıldı gözü. Belli ki, birbirlerini seviyorlardı. Kız bir kedi edasıyla oğlanın saçlarını okşamasından memnuniyetini gösteriyordu. Oysa kendisini böyle seven olmamıştı. Sevmeye çalışanları saymıyordu bile. Olsa olsa ürkek bir kedi olurdu ondan. Ne zaman kendini birine yakın hissetse, vahşi atalarının iç güdüsüyle koruyordu kendini onlardan. Ve her nasılsa buluyordu yalnız kalmanın bir yolunu. Yalnızlığının kendi seçimi olduğu yalanına da uzunca bir süredir inanmıyordu artık. Yalnızlık kendisinin bir sonucuydu sadece. Yine kafasını karıştırmayı başarmıştı işte. Mutlu bir çift görmek ilişkilerinin hepsini gözden geçirme gafletine düşürmüştü onu. Oysa kalbi bas bas bağırıyordu, "artık izin ver, izin verse de seni sevsinler". Kalbiyle boğuşmaya başlayamayacak kadar güçsüz hissetti kendini. Hem bu küçük gezintiye keyif almak için çıkmıştı ve nasılsa bu boğuşma için her zaman bir neden bulabilirdi kendiyle ve kalbiyle. İkinci çayını isterken hemen yanındaki masada oturan genç bir delikanlıya takıldı gözü. Sanki bu dünyada değilmişçesine kafasını bir deftere gömmüş bir şeyler yazıyordu. Hoş çocuk diye geçirdi içinden. Bir yandan da ne yazdığını merak etmeye başladı. Çayı geldiğinde merakı had safhaya ulaşmıştı. Gidip yanına ne yazdığını sorsa, ters bir cevap alıp kavga edebileceğinden korkuyordu. Delikanlı masadan kalkarak garsonun yanına gitti. Bir şey sorduğu tavrından belliydi, garsonda elleriyle bir yeri tarif eder gibiydi. O anda delikanlının lavabonun yerini sorduğunu anladı. Delikanlı çay ocağının bulunduğu binaya girdiğinde içindeki meraka yenik düşerek, hızlıca masasına bir hamle yaptı. Defteri alamazdı. Ama defterin arasındaki kağıtlardan bazılarını alsa hiç bir şey fark edilmezdi. Birkaç kağıdı seçti, cebine koydu. Çay ocağının yanındaki gazete bayiine doğru yürürken, hiçbir şeyden haberi olmayan delikanlıyla burun buruna geldiler. Birden yüzü kızardı. Sonra kendisine gülümsedi. Suçüstü yakalanmış gibi hissetti. Bir gazete alarak masasına döndü. Öyle ya kağıtları ulu orta çıkartıp okuyamazdı. Gazetenin ilk sayfasını söyle bir inceledi. Cebinden çıkardığı kağıtları büyük bir dikkatle gazetenin içine yerleştirdi. Artık güvenle okuyabilirdi. Gazetenin iç sayfasını açtığında, çok güzel olmasa da okunaklı sayılabilecek bir yazıyla karşılaştı. "Travma Bu travma geçici mi ? İz bırakır mı _ Geriye ben kalır mı ? Ya sen -olmayan ve olmayacak olan sen- , tramva(y)a binip gelir misin, yoksa gider mi ? Basit bir muhasebecinin tutacağı defterden öte olmalıydı her şey. Oysa ben seni "hesapsızlığa mahsuben" sevdim. Tüm kredileri tükettim ve sen bilmesen de, kalbimi haczettin." Diye başlıyordu kağıttaki yazılar. "olmayan ve olmayacak olan sen" kısmı kafasını karıştırmıştı. Bunları olmayan ve olmayacak olan birini yazan bir gerçekten olabilir miydi ? Olmaması anlaşılabilirdi, ama olmayacak olması ? Bir an kendine çok yakın hissetti delikanlıyı. Delikanlı olmayacak olan birini seviyordu, o ise oldurmayacağı birini. Onun için olmayacak olan olmayı ve onun da kendisinin oldurmayacağı olmasını düşledi. Oysa sihirli değneği yoktu. Hem olsa, lokomotif çocuğun ağzından duman çıkartacaktı. Kağıdın devamı daha kargacık burgacık yazılmıştı. Yazının başlığı yoktu, sadece bir tarih vardı. "Yine çıkıp çıkamayacağımı bilmediğim bir geceye dalıyorum. Gece bana dalıyor. Vurgun yiyor yıldızlar. Ay hepsinden beter... Kuyruğuna basarak acıttığım bir yıldız bana inat kayıyor, ben kayıyorum yıldıza.. Tüm Samanyolu yolunu şaşırıyor, sarışın bir şaşkınlık oluyor güneş. Ve hepsinden öte kutup yıldızı inanmıyor artık kutba. Üşüyen kutup ayıları farkına varmasa da... Üşüyorum, en az kutup ayıları kadar ve inanmıyorum kutba en az kutup yıldızı kadar. Bir çıkabilsem Samanyolu'ndan, şaşmaz bir sarı olacağım..." Şaşmaz bir sarı diye tekrarladı içinden. Peki ya çıkıp çıkamayacağını bilmediği gece de neydi ? Bildiğini aklına getirmek istemedi. Okumaya devam etti. "Bahse girerim bu gece de ölmeyeceğim!... Ve bahse girerim, ölmesem de aynı yere bir daha asla dönmeyeceğim!.. Oysa bilirsin, kırık bir kırk beşliğim, yarısı içilmiş bir otuz beşlik ve kendime doğrulttuğum bir yedi altmış beşlik!.." Tarihe bir kez daha baktı yaklaşık bir yıl önce yazılmıştı bu satırlar. Böylesi hoş bir gence yakıştıramayacağı şeyler seziyordu. Bir kez daha baktı delikanlıya. Olsa olsa yalnız gözüküyordu. Birden aldığı kağıtları nasıl yerine koyacağı takıldı aklına. Kağıtları alıkoyamazdı. Düpedüz hırsızlık olurdu bu. Ne yani gidip yazdıklarınızı merak ettim, aldım ve okudum mu diyecekti ? Delikanlı garsonu çağırıp elini cebine attığında, her şey için çok geç kalmış olacağı anın tam da dibinde durduğunu fark etti. Ayağa kalktı, garsona yöneldi. Delikanlı da ayağa kalkmış, masanın üstündeki defterini ve sigarasını topluyordu. Garsonun eline parayı sıkıştırdı. O garson o anda orada olmamalıydı diye düşünürken birden bir başka masadan biri garsona seslendi. Ve o garson artık orada değildi. Delikanlıyla yüz yüze geldiler. Birden ağzından; "senin için olmayacak olan olmayı ve senin de benim oldurmayacağı olmanı istiyorum" kelimeleri döküldü. Genç bir anda şaşırdı, ne yapacağını bilmez bir halde kalakaldı. "Şaşmaz bir sarı benim en sevdiğim renktir" diye ekledi genç kız. Öylesine telaşla söylemişti ki, bu sözleri, kendisine bile şaştı. Delikanlı az önce kalktığı sandalyeye çöküverdi. Genç kızın ellerinden tutarak, onu da karşısındaki sandalyeye oturttu. Bir süre sessiz, şaşmış bir şekilde bakıştılar. Sessizlik ödünç alınan kağıtların ortaya çıkmasıyla bozuldu. Genç kız, büyük bir mahcubiyet içinde kağıtları delikanlıya uzattı. Bir yandan da duyabileceği her şeye kendini hazırlıyordu. Delikanlı kağıtları alırken şöyle bir gülümsedi. "Onları kimse okuyacak diye yazmamıştım" diyebildi. Kız üzgünlüğünü ifade edebileceği sözcükleri kelime dağarcığından seçip ardı ardına sıralamaya çalışırken, delikanlı bunun gereksiz olduğunu dudaklarına götürdüğü parmağıyla yaptığı sus işaretiyle bu çabayı sonlandırdı. "Öyleyse bana bir çay borcunuz var." dedi delikanlı ve garsona iki işareti yaptı. "Mahcup bir kırmızı oldum, oysa kırmızıya mahcubiyet yakışmıyor" . Delikanlı "haklısın kırmızı Prometheus'un çaldığı ateşin rengidir". O anda kendisini sevmeye izin verebileceğini düşündü genç kız. Hem de çok sevebileceğine izin verebileceği. Peki ya o "olmayacak olan" olabilecek miydi ? İçinden geçirdiği sorunun yanıtı delikanlının dudaklarından dökülen sözcüklere takılmıştı. "Artık 'olmayacak olan'a inanmıyorum ve onun olduğuna inanıyorum. Olduğuna inanmakla kalmıyor elini tutuyorum" ve kırılgan bir çiçeği eline alır gibi genç kızın ellerini avuçlarının içine aldı. "Bu ellerin sahibi onu sevmeme, hem de çok sevmeme izin verecek mi ? " Genç kızın yüreği hiç çarpmadığı gibi çarpıyordu. Duyduklarının gerçek mi, yoksa duymak istediklerimi olduğu arasında gelip gidiyordu, bir saatin sarkacı nasıl gelip gidiyorsa işte öyle. Kalbinin gürültüsünden kurtarmak istercesine kendini kocama bir "EVET" çıktı dudaklarından. Ve bir evet daha, bir evet daha sonra. Sanki bu kelimeyi yeni öğrenen bir çocuktu. Delikanlının ellerini, saçlarına götürdü. Sevilmek istenen sırnaşık bir kedi gibiydi. İçindeki aslan az önceki trenle çok uzaklara gitmişti. Delikanlı, genç kızın saçlarını okşarken "o var, var işte" diye mırıldandı. Bu sırada yan masaya biraz ıslanmış, yalnız bir genç kız oturdu. Artık ikisi de, o genç kızın yalnızlığını anlayamayacak kadar çoktu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © sonsuz travma, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |