Kendimi bir buçuk yıl önce bir cehennemde mi buldum, yoksa gerçeğe giden bir yolda mı ? Onca sorudan geriye kalan bir tek soru. Yanıtına yaklaştığımı hissettiğim tek soru belki de. Ne olmuştu artık hatırlamıyorum bile. Hatırladığım zor geceler, acı, öfke, gitme isteği. Belki de hiç bir şey olması gerekmiyordu. Doğarken atılmaya başlayan tohumların fide haline gelme zamanıydı, özenle gizlenmiş, bakılıp büyütülmüş fideler ve sonra ağaçlar haline gelmelerinin zamanı. Öylesine bir özendi ki bu, kendime bile bu bahçeye giriş izni vermiyordum. Zaten bunun için oldukça meşguldüm. Bir gün kapılarının benim için açılacağını, açıldığında içinde meyve dolu ağaçların ve rengarenk çiçeklerin olduğu bir bahçede kendimden geçeceğimi biliyordum. Ve o kapı bir buçuk yıl önce açıldı.. Ardına kadar. Üstelik artık o bahçeye girmekten başka yapacak bir şeyim kalmamıştı. Sanırım olan işte tam da buydu. Bahçe kapısından bir adım atmak. Hepsi bu kadar. Kapının ardımdan hızla üzerime kapanacağını nereden bilebilirdim ki ? O andan itibaren, orada olmaktan kaçmaya çalıştım. Bir çıkış aradım. Belki de zaten çıkışın kendisindeydim. Bahçedeki küçük yolların gittiği yerleri işaretlerle gösteren tabelalar yolumu hep aynı ağaca çıkarıyordu. Ağacın adı "çıkış yok". Giderek yoruluyordum, ama hep son gücüm sandığım bir güçle biraz daha yürüyor ve yine aynı ağaca ulaşıyordum. Beni bu aramaya iten neydi asla anlayamadım. Tüm bunlar olurken gerçekte o bahçeden çıkmak isteyip istemediğimi bile düşünme fırsatım olmamıştı. Dışarıda tekrar görmek isteyeceğim hiçbir şey olmadığını biliyordum oysa.
Benim gerçekliğimde olup biten buydu. Bir de oyun içindeki gerçeklik, herkesin gerçek sandığı koca yanılgı vardı.
Doktora ilk gittiğimde yaşamın içindeki pek çok şeyden zevk almamaya başlamıştım. Tedavi denemeleri ilerledikçe, artık yaşamın tamamından zevk almıyordum. İlaçlar ve doktor bunu değiştirmeye yardımcı olamayınca , zevk almama durumu yerini yasamama isteğine bıraktı. Çektiğim acı ve sıkıntı dinmiyordu, önerilen her yöntemi uygulamama rağmen. Ve bir yandan yaşadığıma dair belirtiler göstermeye ve bulmaya çalışıyordum. Saklamanın ve yok saymanın en zor olduğu durumun acı çekmek, mutsuzluk ve umutsuzluğun bir karışımı olduğunu çoktan öğrenmeme rağmen Yalnızlık bu yüzden hoşuma gidiyordu, kendimi daha iyi hissetmiyordum ama hissettiğimi yaşıyordum tamamen doğal olarak. Oysa elimdeki tek lüks olan acıyı yasama lüksü de alınmıştı benden. Bundan sonra acı yerini sıkıntıya bıraktı sanmıştım, oysa yanına sıkıntıyı da alarak duruyordu, dışarıda değil, tam da içimde ve asla gösteremeyeceğim, göstermek istemediğim bir şekilde, bir yerde... Ve şimdi zevk alamadığım yaşamın, vazgeçmek istediğim yaşamın çoktan elimden alındığını görüyorum. Zaten yaşamıyorum artık, yaşamsal bir belirtim yok, soluk alıp vermeye devam etmekten başka. Kendimi uzaktan izliyorum. Beceriksiz bir makine gibi. Defalarca tekrarladığı şeyleri yineliyor sadece, hatta artık onları bile olması gerektiği gibi yapamıyor. O makinenin gözleriyle bakmıyorum, ağzıyla konuşmuyorum, o ben değilim artık. Makinenin yapabildiği önceden tekrar edip durduğu şeyler. Bu yüzden yeni durumlardan kaçıyor ve giderek yapabildikleri azalıyor. Bu makine ile artık yasamayan ben en çok yatakta bir ölü pozisyonunda yatarken birbirimize yaklaşıyoruz. O yapamadıklarından kaçıyor, ben yaşamama durumunu yaşıyorum. Yapacağı bir şey kalmadığında tamamen aynı durumda olacağız. Ayrışmadan önceki gibi gözlerimiz aynı olacak, baktığımız yer aynı ve gördüklerimiz. Ben onu yukarıdan izlemeyeceğim o da benim yokluğumu görmeyecek. Gerçeklik sandığımız yokluğa bakan gözlerimiz gerçek yokluğa bakarken birleşecek. Gerçeklik oyununun bu hiçleşme sürecini asla anlamayacak. Hiçliğin her şeyle aynı olduğunu anlayamadıkları gibi.. Yukarıdan seyrettiğim makine ömrünü yakında dolduracak ve o zaman ilk anda olduğu gibi birlikte yola çıkacağız hiçliğe doğru. Yolun sonunda her şey olacağımızı bile bile.. Belki son mücadelemizi her şeyden bir adim öncesi hiçlikte kalmaya çalışarak vereceğiz...