Barışı bulacağız. Melekleri duyacağız, göğün elmaslarla parladığını göreceğiz. -Çehov |
|
||||||||||
|
Hangi konuya el atsam altından çıkan hep “Önce kendini seveceksin!” Kendini sevemeyen bir toplumuz, çünkü insana değer verilmeyen bir toplumun bireyleriz, çünkü gülmenin ayıp sanıldığı bir toplumda yaşamaktayız, çünkü insanca dürtülerin saklanması gerektiğini düşünürüz ki insanca duyguların ayıplandığındandır bu… İnsanlığından utanan bir toplumuz vesselam! Cinsellik ayıptır, öpüşmek ayıptır, toplum içinde sarılmak ayıptır ve bu liste uzayıp gider… “Sevgi” nin de içi bu yüzden boşalmıştır ya zaten, kendini sevmeyen biri bir başka insanı sevemez! Mümkünü yoktur bunun! Başkasını sevemeyen komşusunu da sevemez, iş arkadaşını da sevemez, çocuğunu da sevemez! Bakınız: sevgi adına anne babaları yüzünden mutsuz olan bir dolu insan! Kaç evlilikte yaşanmadı ki kayınvalide, kayınpeder problemleri? Kaç çocuk sevgi adına boğulmadı, boyunduruk altına girmedi ki, kaç çocuğun kişilik problemleri olmadı ki? Şimdi, kendimizi sevmiyoruz ya, dolayısıyla başkalarını da sevemiyoruz ama sever gibi yapıyoruz ya, hani kişi kendinden bilir işi örneği, aslında durumun böyle olduğunu herkes biliyor ama herkes de birbirine rol yapıyor ya, “ayy canım, bilirsin seni ne kadar çok sevdiğimi” şeklinde, işte, herkes herkesin rol yaptığını bildiğinden de kimse de kimseye güvenmez aslında! Eeee, sevmezsin, güvenmezsin, ki güvenmediğin kişiyi de sevemezsin, kendinle de aran pek iyi değildir zaten, kendini sevemediğinden özgüvenin de oluşmamıştır zaten! Özgüvenli gibi duran insanlar,özellikle erkekler, vardır, bakmayın öyle durduklarına, onlar erkeklik rolü oynamaktadırlar, erkek adamdırlar ya, güçlü durmak zorundalar diye düşünürler, gücün temsili de özgüvenli gözükmektir! İçin için bu pantolondan popom çok mu çıktı diye endişelenirken, başını inadına mağrur tutan kadınlar da vardır, tabii ki… Sonra da bu özgüvenli gözüken hanım ve beylerimiz kıskançlıklarıyla, ki sevgi adınadır her biri, aman yanlış anlamayalım(!), birilerinin hayatlarını yine sevgi adına cehenneme çevirirler! Haa, bu arada kişilik problemlerinden dolayı megaloman olanlar da vardır ki aslında altında yine de alçaklık kompleksi yatar! Şimdi…. Özgüven eksikliğin varken, sevme problemin varken, hangi kadın, hangi adam, hangi arkadaşın, hangi komşun sana sevimli gelecek? Hangisine hoşgörü göstereceksin? Tam tersi arkadaşlar, insanların birbirlerinin gözlerini oymaya çalışmasının tek sebebidir! Dedikodunun temelidir de aynı zamanda! Vallaha!... Özgüveni yoktur ki, düşündüğü bir şeyi yüzüne söylesin, zaten yalan dolana bulanmıştır her bir ilişki, kişinin yüzüne söylenemeyenler duracak değil ya içlerinde, boşaltılacaklar elbet birilerine, hem de değer verenler var ise o kişiye, bir çırpıda düşüversin gözünden, bu da bonusu oluyor! Kendini eleştirmeyi bilmez insan sevemezse kendini, ya korkar, kaçırır gözlerini kendine dönmekten, ki bu gruptakiler o zaman da gözlerine hep dışarıdakilere dikerler mecburen, ya da öyle bir yerden yere vurur ki kendini, zavallılığına, kadersizliğine acır durur… Kendine bakmak yerine, dışarıya bakmayı tercih edenler, hepimizin aşina olduğu dedikoducu kişilerdir, fesatlardır da aynı zamanda, her görüntüyü incelerler ama kendilerine bakmayı bilemediklerinden, yalnızca gördükleriyle yetinirler, gördükleri akıllarına hemen çirkin bir olay çağrıştırmıştır, “hah, tahmin etmiştim zaten ben” derler, empati yapmayı bilemediklerinden ve de hoşgörü problemleri olduğundan görünenin diğer bir yüzü olabileceğini de hem bilmezler, hem düşünmezler, hem de işlerine de gelmez zaten, çünkü onlar zaten kesecek, ipe götürecek kişi aramaktadırlar!... Es kaza, mutlu bir olayı da gözlemledilerse, mideleri kasılır, bir pençe sıkar boğazını… Kıskançlığın kıskaçlarıdır bunlar!... Elalemin ne idüğü belirsiz kadınına çiçek getirmiş adam, vay anam vay!... Kendine acımayı tercih edenler ise, acınacak durumda olanları daha bir kendilerine yakın bulurlar, onların acınacak durumlarıyla kendilerininkini kıyaslarlar, ifadede genelde en acınan kendisidir tarzı olsa da, bu bir çeşit sidik yarışıdır, yarışı kazanma elbette ki bir başarıdır! Eeee… Bir de bu başarının yanında, ben daha iyi durumdayım aslında diye bir bölümü vardır ki, bu yalnızca kişinin kendinde saklıdır! Es kaza, mutlu bir olayı duyduğunda bu yakın bulduğundan, aynı kıskaçlar tırmalamaya başlar! “Bu bile buldu ayol birini!” Ayol, senin içinde bu kıskaçlar var iken, bulduğunu da tutamazsın ki sen! Olay budur arkadaşlar, yok sevgiliyi kıskanmak, yok kadınını kıskanmak, kocanı kıskanmak… Çocuklarını bile kıskanıyor ebeveynler, ama farkında bile değiller! Neden? Çünkü sanıyorlar ki sevilmeye layık değiller… Çünkü artı ve eksilerini objektif gözle göremiyor, bunları da kabul edemiyorlar… Sanıyorlar ki bir yarış içindeler, bir de bu yarışı daha çok da maddi değerler üzerinden değerlendiriyorlar, güçler sanıyorlar ki “gibi gözükmekle” oluyor… Ağır abilik de bundan ağır ablalık da… Hele bir de kendini sevmeyi öğrenmiş birini bulurlarsa, çiğ çiğ yerler vallaha… Ama… Hemen yemezler, malzeme bol ya, kullan kullan at! Yazıyı bitirme noktasındaydım ama… Sıkılanlar terk edebilir, biraz daha yazasım var ve konuyla ilgili olmayabilir, peşinen de söyleyeyim, aslında yaptığım belki de salaklık, aç yeni blog, orada yaz ne yazacaksan, hem okuyanı sıkma, hem de zengin gösterir! Alternatif tıp ile ilgilendiğimi bilen bilir, bilmeyenler de öğrenmiş oldular, “bu arada, konudan konuya atlayarak giderken, şimdi bu yazıyı hangi sınıfa sokacağım ben” endişesi de baş göstermeye başladı bende, neyse… Aslında bu benim problemim… Bir aydınlanma söz konusu… Yılların da birikimini göz ardı etmemek de gerek elbet! Farkına bile varmadan farkındalığı artıyor insanın… Aydınlanmanın payı büyük, onu izninizle baş köşeye alıyorum ancak yaşın da getirdiği bir durum vardır elbet, yani demem o ki, kırk dört yıl içinde, salak değilim ya, hoş bazıları hep salak sanmıştır beni, hoş bende inanmıştım uzunca bir zaman, neyse konumuz bu değil, bunca yıl içinde elbette biriktiriyor insan bir şeyler… Farkında bile olmadan, bir bakış, bir söz, bir mimik aynası olabilir bir anda kişinin… Ki, itiraf etmeliyim, görsel algılamam çok zayıftır, hatta işitsel algılamam daha da zayıftır, bir tek duygusal algılamam fena değildir ve nasıl oluyorsa anlıyorum dudakları gülse de içi ağlayanı, seviyorum dese de kıskananı, hatta nefret duygusuna varanı… Haa… Tavrımı değiştiriyor muyum onlara karşı, pek değil, kızmıyorum ki, yalnızca acıyorum… Çok da acımıyorum, yaşaya yaşaya öğreniyor insanlar anca… Olgunlaşma dönemi var insanların, hazır olma dönemleri… Bunlara gelene kadar elbet ne yollardan geçilecek, elbet ne meşakkatli dönemler atlatılacak… Hangimiz sınanmadık ki? Ama para ile, ama sevgi ile, ama aşk ile, ama iş ile… Ne görsel, ne de işitsel becerisi olmayan ben, duygusal iletişimde beceriyorum, görüntü ile iç arasındaki farkı görüyorum… Bunu beyin mi yapar, ruh mu, bu konuya girmeyeceğim şu an, lütfen ısrar etmeyin… (Sanki ısrar eden var da… Laf ola benimkisi…) Elimde değil, görüyorum içini… Acaba bir çeşit megalomanlık mi benimkisi diye de düşünmüyor değilim hani, ama… Vallaha doğru çıkıyor zaman içinde saptamalar, bu arada vallaha dememe takılmayın, bu alışılmış bir deyim, yoksa yıllar vardır ki yemin etmeyişim, oğlum küçükken yalvarırdı da, örneğin yemin et seviyor musun beni, ona bile eyvallah dememişliğim vakidir, sevmem yemin etmeyi, yok yere edildiklerini bilmemden midir, sevgi adına yalan söylenebileceğini bilmemden mi, yoksa.. Yoksa… Neyse… Bu konuyu şu an erteleyelim… Sesli düşünür idim, şimdi yazınsal düşünür oldum! Ahhh… O kıskançlık ateşleri!... Var ya, hepimizi yakar vallaha!... Görüyorum sanki ay, o midede kramp gibi duran kıskaçları, o tebessüm ederken ki “neden benim gözüm mavi değil de, onun ki mavi? Bu şişkoluğuna rağmen neden erkekler onu tercih eder ki? Haa.. Neden??? Onun teni daha mı güzel benimkinden? “Offf… Tenim pürüzlü ki zaten!”… Allahıma, yada Tanrıya, ya da adı her ne ise, bin şükür ki, (ve lütfen, maşallah deyiniz, yoksa kurtulamıyorum belalardan) görüyorum!... Gördüğüm ne komşumun misafiri, ne de birilerinin maaş bordrosu… Çok şükür ki duyuyorum, duyduğum ne yatak gıcırtısı ne de anlamsız dedikodu… Kokluyorum… Off be… Ne güzel kokarmış ki rakı kadehte… Anlıyorum, sanırım en önemlisi de bu, unutmadım geçtiğim yoları, geçeceğim yollar da vardır elbet, ama çok şükür ki ne gençliğimi unuttum, ne ilk evliliğimi… Ne son aşkımı, ne de umudu… Zaman zaman, umut beni unut dese de, ısrarla koşturmaya çalışıyorum peşinden… “N’olur beni terk etme!” Şu an, diş problemlerimden dolayı acılar içindeyim, ama inat ettim, acımı kendime göstermeyeceğim! Acıdıkça acır ya insan kendisine, hatta yetmez de kendisi, teker teker çağırır ya düşündeki mahkemeye, hadi sorgulayın hakim bey, acılar içinde kıvranırken ben, neredeydi, o, söyleyin hakim bey! Yok… Hakikaten yok böyle bir şey! Bu problem şık diye başlamaz, sinyal verir, hafiften hafiften, ancak ya çok yoğunsunuzdur, ya da yolsuzsunuzdur, ertelemek gayri ihtiyari bir çözümdür, ki, biz zaten ertelemeyi pek de severiz! Hoppala!... Nereden nereye geldik! Aslında toplum olarak biz pek severiz bu “nereden geldik” mevzularını ama yeter ki mevzu biz olalım! Velhasılı kelam, aslında biz de ne olduğumuzu bilmeyiz ama çaktırmamak için elimizden gelen her şeyi yaparız… Kim kimi kandırır, ne için kandırır, kandırdığını sanan mı mutludur, kandırıldığını sanan mı? Arkadaşlar!... Her kesin bir rolü var… Lütfen, izdihama gerek yok, bu filmde iyiler de var, kötüler de… Ama… Kim biliyor ki buradaki kötüler, diğer tarafta iyiler olmayacaklar? Tanrı belki de alkışlayacak, bir kızın bakireden kadınlığa geçişindeki bu aşamasını, ki bir grup vardır ki, “bizim kıza he mi de” derken, aslında devlet kanalıyla, sevişmen onaylanmştır, hadi, belediye izin verdi, sevişin birbirinizle… Neyse.. Neyse… Her ne ise… Her ne ise dostlar, bırakalım, doğallığınca aksın,ama sevgiye gider ama nefrete.. Doğallıktan hıyanet gelmez ama, tut ki geldi, nefretini yıkamaya çalış bu doğal selde.. Yoksa ne sanırsın ki senden kalacak geriye… Gülgün Karaoğlu Ocak,05/08
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Gülgün Karaoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |