"...Ve hepimiz az ya da çok rüyacı değil miyiz!" -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Hacı Hasan Efendi dergâhı diye bilinen, mekâna her gittiğimde, ne hikmetse her zaman kalabalık ziyaretçi grupları mevcuttu. Enteresandır belki fakat mekânın kuşatan ikliminde, sessizliğin ön plana çıkması ve bunu edep sayması, oldukça farklı geldi bana. Gizli ve özel sırlara çözüm sunması, yeşil yapraklı meyve ağaçların geleceğe ümit aşılaması ve o anda canlı, tefekkür keyfiyeti sunması, benim ufkumda çağrışımlar yaptı. Henüz içeriye girmeden bir huzur kuşatmıştı benliğimi, adeta beni bir başka, diyarlara ve daha önce tanımadığım, mekânlara götürmüştü. Duygularım galeyana gelmiş, feyiz ikliminde, gönlümün derinliğinde, şevk, heyecan, merak hepsi birden ve hiç beklemeden, hissiyat beni aniden ihata etmişti. Sıra ile odaya pür dikkat alınıyorduk, oradan çıkanların yüzleri kızarmış, gözleri mahzunlaşmış, ayrılmanın hüznü, her tarafını sarmış bir ruh hali ile, başları öne eğik vaziyette, adeta şarj olmuş bir yürek serinliğinde bulunuyorlardı! Yüzlerinden eksilmeyen tebessümle, bulunanlarla tokalaşarak, mutlaka en kısa zamanda, yeniden geleceğim, temennisinde bulunuyorlar ve Allah’a emanet olun dualarıyla müsaade alarak gidiyorlardı. İçeriye girdik, etrafa baktık, insanlar halka olmuş bir vaziyette zatı muhteremin önünde ve dizlerinin üstünde oturuyorlardı. Zatı muhteremin üzerinde, adeta kefeni andıran, beyaz ve uzun bir elbise, onun üzerine uygun bir yelek giyilmiş, başında özenle işlenmiş bir takke bulunuyordu. Oldukça beyaz olan bir yüz siması ve yanaklarında beliren tebessüm, kuşatıcı oluyordu. Canlılığı nişanesi olan sevinç, kendini hiç gizlemiyor, aşikar olarak gösteriyordu. Güzele güzellik katan ve bir bütünü tamamlayan, ağarmış seyrek sakalı vardı. Bu durum hayat ve memat denkliğinde bizleri tefekküre zorluyordu. Yaşadığı dünyada, mahşerin haşyetini taşıyan, yüz hatları mevcuttu. Allah’ın bir lütuf olarak verdiği tebessüm cimrilik yapmıyordu. Dalga, dalga her tarafa yayılıyor ve mecliste bulunanları rahatlatıyordu. Sohbet vurguların bizleri adeta, yaşanılan mekandan çıkartıyordu. Ukbanın derinliğine doğru yol aldırıyordu. Peygambere tabi olmayı en büyük fazilet görüyordu. Sahip olunan değeri, fevkalade bularak bizlere bu mirası tanıtıyordu. Peygamber efendimizi o kadar çok özümsemiş ki. Sanki o anı, onunla birlikte yaşayarak terennüm ediyordu. Ve bizleri hissiyatın zirvesine çıkartıyordu. Allah’ın cennetine girmek gaye değil, diyordu. Cemalini görmenin asıl olduğunu vurguluyordu. Hak rızasının önemini, insana hizmetin maksadını izah ediyordu. Piri fani ölçeğine uygun bir hali, bulunuyordu. Bedeninde fazla kiloları barındırmıyordu. Sohbet ederken devamlı ağzı kuruyordu. Gözlerinden biraz rahatsızlığı vardı. Gözlük takıyordu, şeker hastalığını, bir lütuf sayıyordu. Derdi kim verdi ki, kime şikayet edelim diyordu. Güzel ve kıraatine uygun okunan Kur’an ayetlerini dinleyince, çok etkileniyordu. Gözlerinden yaş boşalıyordu. Bu mübarek insan, hemen ayetin bitiminde. Ayetin nüzul sebebini ve anlamını açıklıyordu. Ve böylece dinleyenleri aydınlatıyordu. Var mı bana sorusu bulunan diyerek. Misafirlere bir söz hakkı tanıyordu. İnsanın kafasına takılan, müphem bir şey kalmasın diyordu. Şayet kalırsa, kuşku, zan ve ön yargı mantığa galebe çalar buyuruyordu. İşte böyle bir Allah’ın kuluyla, tanışmam, Benim için en büyük bahtiyarlık olmuştu. Beni etkisi altına almış ve kuşatmıştı. Zatını görmeden dahi, sinemdeki daralmalara kapı aralamıştı. Züht ve takva konusunda duyarlı olan bu insan. Ve insanlar tarafından teveccüh gösterilen bu insan. Ne farklılık vardı ki, bu insanda, beni bu kadar etkiledi, diye kendime soruyordum. O insanı görmeden, mezarlığı en mahrem haliyle yaşadım bir an. Çeşitli meyvelerin, bulunduğu bahçe dünyanın idi. Ama ben burada bilmediğim cenneti anmıştım. Peygamber ve onun sevgili Rabbine yakın olmam. Rehber olan Kuran’ı ve inmesine vesile olan insanları, Huzur ve emin olmanın, sevincini bizzat yaşadım ve gördüm. Yaşadığım güzelliklerde bunlar gizlidir, işte hikmetleri de budur. Haktan geldik ve yine ona döneceğiz diyerek buharlaşmayan, Amellerimizin kurtuluş reçetemiz olacağını idrak ederek, infak yapmalıyız. Dünya ve nimetlerinin kimin olduğunu bilerek, tekebbürden uzak durmalıyız. Kur’an ve inmesine vesile olan peygamberini, nefsimizden ziyade sevmeliyiz. Onun ümmeti için bıraktıklarını vuslat pusulası olarak görmeliyiz. Tüm bunlara rağmen Allah ve resulüne yabancı kalıyor isek. Nefsimizin hazin ve trajikomik durumunun, Kimseyi de şefaatçi yapmayacağını mutlaka bilmeliyiz. Bu satırları "Nakşeden izler" adlı kitap çalışmamın 1979 yıllarında ki bizzat yaşadıklarımdandır. Cenabı Hak şefaatine nail eylesin. Mustafa Cilasun
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mustafa Cilasun, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |