Paranız varsa toprak alın. Artık üretmiyorlar. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Kimyaydı bu, suyun formülü her zaman H2O, demirin simgesi Fe’ idi. Artık öğrencilerinin yıllar geçtikçe değişmesi de onu etkilemiyordu. Her sınıfta nasılsa bir Hasan, Ali, Mustafa arada bir de Sabri’ler Orhan’lar oluyordu. Hasan’lar hep çalışkan Ali’ler haylaz, Mustafa’lar tembel, kırk yılda bir rastladığı Sabri’ler, Orhan’lar eh işte idare eder oluyordu. Müştak, Sabih, Ediz gibi adlarını hiç aklında tutamadığı çoğu varsıl aile çocuğu, baş belaları da olmuyor değildi. Onların yazılılarını daha bir dikkatle okuyordu. Böyle garip adlı, sözde iyi aile çocuklarından arada bir de olsa notlarına itiraz eder çıkardı. Bu çocukların velileri, veli toplantısında "Ama Hocam, bizimkisi sular seller gibi Kimya ezberliyor, " der dururdu. Oysa en çok onlar, eşyanın Kimyasını çözmekten uzaktılar. Kimya bu 'müspet bilim', ezberle ne işi olurdu ki. En çok da adları karıştırmaktan korktuğundan lise birde aldığı bir sınıfı mezun etmeden bırakmak istemezdi. Böylece her üç yılda bir yeniden Hasan’lar Ali’ler ve diğerleri ardı ardına sıralanır gelirlerdi. Yaşlandıkça, öğretmenler masasının ardındaki tahta koltukta otururken ayakları yerden daha da bir uzaklaşır olmuş; kara tahtanın daha da bir aşağılarına yazmak zorunda kalmaya başlamıştı. " Yeni neslin boyu uzundu. Sütle beslenen bu nesil uzadıkça, idare onun gibi eskileri düşünmeden sınıflardaki eşyaların ebatlarını büyütüp duruyordu! Gün geçtikçe koltuğun ayakları daha bir uzuyor, kara tahta daha bir yükseğe asılıyordu. " "Eskiye saygı bitpazarına düşmüştü." Genç edebiyat öğretmeni, öğretmenler odasına, "Genç nesil, yaşlılara karşı çok saygısız, boyalı saçlara hiç saygı duymuyorlar. ’ Oscar Wilde’ " yazan kartonu astığında kıyameti koparmıştı. Gerçi ona öğrencilerin " Arap" lakabını takmalarına neden olan kıvır kıvır, bir zamanlar kömür karası olan, ağarmış saçlarına, sinek ilacı gibi kokan saç boyalarından bir kez bile sürmüşlüğü yoktu. "Yine de başkalarını da düşünmek gerekirdi." "Fındık kabuğuyla bıyıklarını boyayan Tarihçi Veli Hoca’ya ayıp değil miydi? Neymiş, gençlere özenip de saçlarını boyayanlar yaşlılar değil miymiş?" Veli Hocayla, aynı okulda yıllardır öğretmenlik yapıyorlardı. O hiç evlenmemiş; Veli Hoca ise, on yıl kadar önce karısını kaybetmiş, tek başına kala kalmıştı. ‘Kaybetme’ fiilinin ‘ölüm’ sözcüğü yerine kullanılmasını da oldum olası yadırgardı. Hafta sonları aldığı Hürriyet gazetesinin, öğretmenler odasındaki masanın üstünde duran resimsiz, sevimsiz Cumhuriyet’in sektirmeden okuduğu, ölüm ilanlarının: ‘Acı Kaybımız’ diye başlık atılanlarını gülünç bulurdu. Öbür tarafa göçüp giden yaşlı başlı insanlar, için "Fenerbahçe parkında annesinin elini bırakıp da gözden ırak düşen çocuklar gibi ‘kayıp’ sözcüğünü kullanmak çok anlamsızdı. Onlar isteseler bile Kimya ilmi buna izin vermezdi. Ölenler bazlara, tuzlara ayrışır toprağa karışırlardı. Sonra da bir başka bedende yeşerirlerdi." Neyse geçelim bu mevzuları, konu Veli Hoca, olunca içi hala bir garip titrerdi. "Çöpsüz üzüm," diye Veli Hocayı ona ‘yapmaya’ çalışan Müveddet Öğretmenin aklına uyarak, iki koca insan onun evinde buluşmuşlar, Müveddet Öğretmen, bir şeyler bahane edip; dışarı çıkmış; onları baş başa bırakmıştı. Bu arada, onun lakabını ağzına almaktan oldum olası hayâ ederdi. Öğrenciler, öğretmen koltuğuna zar zor sığan mabadına ithafen ona," G.. Müveddet," diyorlardı. Yıllardır tanık olup da hiç yadırgamamasına karşın, Veli Öğretmenin, ağzını terk edip giden dişleri yüzünden, haşırtılı, hışırtılı, kulağa bir hoş gelen konuşmasına, baş başa kalınca katlanamamıştı. Annesinde kalma Yeldeğirmeni’ndeki evinin, yarım ağız deniz gören balkonunda, sabah sessizliğinde çayını içerken; bu boyalı bıyık, yaşlı adamın yanında gazete hışırtısı gibi sesler çıkararak konuştuğunu hayal etti. Hayır. Bu iş ona göre değildi. Bu sese, bir ömür katlanamazdı. O gün utancından kendini nasıl evden atacağını bilememesine; o günden sonra Müveddet Öğretmene, öğrencilerin taktığı lakaba hak vererek, günlerce küs kalmasına karşın yine de: ‘Tarihçi Fışırtık Veli’ yi her gördüğünde içi cız ederdi. Okul çıkışı, evinin daracık, yokuş sokağına tırmanırken içinin sızısı artardı. Kapısının merdivenli eşiğinde onu bekleyen; kapıyı açarken bacağına sürtünen; kuyruğuyla naylon çorabının bitim yerine dek bir garip fırçalar atan ‘Oğluşu Çakıl’ da olmasa; o uzun tahta kapıyı açıp da iki katlı kâgir evine hiç mi hiç girmek istemezdi. Yemeklerini bir kimyager titizliği ile yapardı. Tuzu bir tutam değil, çay kaşığının ucuyla atar; zeytinyağlılara, yağı; kolonya ölçeğiyken, mutfağa terfi eden dereceli cam kapla, ölçerek koyardı. Yemeğin altını, holdeki gonklu saatin yelkovanının tırtıklı yolda zıplayarak attığı adımları izleyerek kısar; akrebi daha iki üç diş atlamadan yemeğin altını kapatır; dinlenmeye bırakırdı. Alış verişini çokça, yemeği kıtça yapma alışkanlığını yıllardır yitirmemişti. Ekmeğini okul çıkışı yokuşun başındaki fırından ‘gözleriyle’ seçer, çantasından çıkardığı amerikan bezinden ekmek torbasına kendi elleriyle yerleştirirdi. İyi pişmiş ekmeğin kabuğunun nasıl ayarında yarılması gerektiğini bankonun arkasında duran fırın sahibine her seferinde izah ederdi. Fırın sahibi, Hoca Hanımın ‘şerrinden’ korktuğundan onun geliş saatlerine yakın en pişkin ekmekleri, ekmeklerin soğumaya bırakıldığı tahta altlığın en önüne, sıralardı. Cumartesi telaşından bu rutin denetleme vaziyetini almayı ihmal eden fırıncı yüzünden, cuma akşamından pazarın ekmeğini de alırdı. Okulun en kıdemli öğretmeni olarak ders saatini seçme önceliği ona verilmişti! Sabahın ilk dersi öğleden sonranın son dersleri hep onun hakkıydı. Öğlen yemeği sonrası, Topkapı sarayının denize doğru uzanan görüntüsünü ortalayan, demir çerçeveli uzun pencerelerinin önüne konulmuş, sınıflardakinin tersine ayakları yere yakın, kadife kaplı öğretmen odası koltuğunda, tavşan uykusuna dalardı. Onun garip de olsa bazı prensiplerine okulun en haylaz öğrencileri bile saygısızlık etmezdi. Onun, dersine geç girilmezdi. Notuna itiraz etmek gereksizdi. Sonuç ne olursa olsun o bildiğini okur. Kafasındaki başarı sıralamasına göre öğrencilerine kıt kanat notlar vermesine karşın kolay, kolay kimseyi sınıfta bırakmazdı. Onun deney yaptığı saatlerde kimya laboratuarı, bir kilise kadar soğuk bir cami avlusu kadar sessiz olurdu. Laboratuar derslerine girmek ya da girmemek öğrencilere kalmıştı. Adet yerini bulsun diye bir yoklama yaptırır; ana derste kimler varsa asıl yoklamayı buna göre doldururdu. Okul müdürü, kırk yılda bir gelen milli eğitim müfettişleri de dâhil dersine hiç kimse kapıyı çalmadan giremez; kapıyı çalmak için de onun ders anlatmayı kestiği usturuplu bir zamanın gelmesini beklerlerdi. ‘Anarşist öğrencilerin’, denize bakan saat kulelerinin ortasında yer alan kubbeli tavanın altındaki pencerelere, sarı bez üzerine kırmızı harflerle sloganlar yazılı koca pankartlar astığı; idareden çaldıkları imtihan kâğıtlarını orta bahçede yaktığı; yemekhanedeki dev bakır kazanlardaki yemekleri, mutfağın demir ızgaralı kanallarına döküldüğü günler de bile, öğrencileri onun bu kurallarına saygı duydular. Bir kez bile O, sınıfta derse başlamışken sınıfa geç girmediler. Ufacık bedeniyle öğretmen koltuğuna güçlükle tırmanan, güçlükle inen; kıvır kıvır, akça pakça saçlarına inat kapkara çerçeveli gözlükler takan, yaşlı öğretmenlerine bilge yaradılışlı, olura olmaza bulaşmayan anneanneleri, babaanneleriymişçesine garip bir saygı duydular. Yıllar sonra onun dersine ‘çat kapı’ girilememe geleneği bir kereliğine bozuldu. O lanetli gün nice nesilleri yetiştiren tarihi okul binasının sonu oldu. O gün gene her zaman olduğu gibi sabahın ilk saatinde lise son sınıfların kimya dersine girecekti. Lise sonlar, yıllarca dirsek çürütüp hak ettikleri okulun yatakhanesinin hemen altındaki deniz gören sınıflara sıralanmıştı. Bilgeliğine işaret dalgınlığına karşın okulun önündeki çiçeklikli taş yolun her zamankinden daha titiz temizlendiğini; katlar arası demir merdivenlerin mazotlu üstüpülerle henüz silinmiş olduğunu fark etti. Oysa kırk yılda bir, o da geceleri yapılmak kaydıyla demir merdivenler mazotlu üstüpülerle silinirdi. “Askeri yönetim sonrası okula da bir çeki düzen gelmişti. Doğrusu da buydu. Neydi o boykotlu, nümayişli günler.” Doğruca müdür odasının hemen yanı başındaki 6 Fen G sınıfına daldı. Merdivenlerden, tırmanırken nefes nefese kalmıştı. Vücudunu yanlamasına devirerek güçlükle koltuğun ucuna oturdu. Çantasından çıkardığı kitabını gelişi güzel açtı, ders notlarını masaya yaydı. Sınıfın sesinin kesilmesini beklerken her zaman yaptığı gibi usulden, siyah çerçeveli gözlüğünün altından notlarını tararmış gibi yaptı. Zamana karşı koymuş birkaç siyah tel dışında tümüyle platin rengi almış saç dipleri terlemişti. Anlında biriken terleri çantasından çıkardığı mendille sildi. Ayakkabısının kenarına bulaşan mazot lekelerini gördü. Aynı usta hareketlerle koltuğundan kalktı. Masanın çekmecesinden haki renkte yünlü bir kumaş parçası çıkardı. Kumaşı, tahtanın kenarındaki tebeşir tozlarına sürdü. Öğretmen masasının üzerinde yer aldığı tahta platformun kenarına koyduğu ayağının üstünde öne doğru eğik bedenini biraz daha eğip; sırayla ayakkabılarının kenarını sildi. Güvelere ziyafet sofrası olmuş, yıllardır dolap bekleyen, babasının askeri üniformasının cep kapakları kesmiş; silgi bezi yapmıştı. Bu bezlerden birini de çantasında taşıyordu. Bu gün sınıf her zamankinden daha bir sessizdi. Ön sıralarda oturan Hasan’lardan birini, tahtaya kaldırmış; kitabında altını çizdiği organik kimya formülünü yazdırıyordu. Gözleri, denize bakan pencerenin ardındaki, Kadıköy’ den kalkıp, sessizce Haydarpaşa’ya yol alan vapura takıldı. Öğretmenlik mesleğinin sonuna gelmişti. Bu yılsonunda yaş haddinden emekli olacaktı. Oysa O, çok sevdiği bu mesleğe henüz doymamıştı. Daha onu bekleyen Hasan’lar, Ali’ler, Mustafa’lar, Sabri’ler Orhan’lar o ismini aklında tutmakta zorlandığı garip isimli çocuklar vardı. Evet, hafızası giderek zayıflıyordu. Dün söyleneni bu gün unutur olmuştu. Ama Veli öğretmen öleli tam beş yıl olduğunu unutmamıştı. Hasan’lardan biri, formülü yazmayı bitirdiğini söylediğinde: II Çakır’ın, okul çıkışı güç bela kasaptan aldığı “çözünü” gece dolaba kaldırıp; kaldırmadığını hatırlamaya çalışıyordu. Ayda bir iki aldığı, iki yüz elli gram ete içerleyen Kasap, Oğluşu Çakır için istediği döküntü et parçalarını verirken surat eder olmuştu. Kimin işine yarardı ki bu ayıklanmış sinirler, tüylü deri parçaları. İstese, parası neyse verirdi. Ne gerek vardı ki bunca afra tafraya. İçinden, ifadesizce çipil çipil bakan, ince çekik gözlü, beyaz önlüğü her daim kanlı, köse kasap parçasını azarlarken... Sınıfın yüksek tavanını ortalayan, uzun yıllardır boya yemekten doğraması kabarmış, tahta kapı gıcırdayarak açıldı. Bir an sinirden yüreği daraldı. Yılların törpüleyemediği tiz sesiyle avazı çıktığı kadar bağırarak kapıda beliren kalabalığı azarladı: - Çıkın dışarı… Kapıyı çal. İzin iste. En önde duran, o günlerde sivilleşmeye hazırlanan darbeci general, maiyetindeki subaylar, hemen arkalarındaki bodur okul müdürü donup kalmıştı. Kapıyı içeri doğru açıp; selam duran askerin kapının kolunu tutan eli titriyordu. Ayağa fırlayan çocukların yüzü tebeşir yutmuşçasına bembeyaz olmuştu. Gazetede çıkan resmini kesip; evinin duvarına astığı, hayranı olduğu paşanın okullarını ziyarete geleceğini, ona dün söylememişler miydi? O mu unutmuştu? Hatırlamıyordu. İşin garibi bunun şimdi hiç mi hiç öneminin olmadığını düşünüyordu. Gerisin geri dönen heyetin ardından kapıyı tutan asker, sertçe kapıyı kapatmıştı. Kapıya doğru ilerledi. Kapıyı açtı; koridor boyunca ilerleyen heyetin ardından baktı. Kapıyı kapattığında halen ayakta dikilip; duran çocuklara eliyle oturmalarını işaret etti. Her bir sınıfının camını, çerçevesini tiz sesiyle çınlattığı okulunun, tarihi binasından atılıp; hastane arkasına gizlenmiş kişiliksiz binaya sürgün gittiği günleri göremeden öldü. Eski öğrencilerinin, öğretmen arkadaşlarının, O’nun ardından o, renksiz sevimsiz gazeteye altında ‘öğrencileri ve öğretmen arkadaşları’ yazılı: ‘Acı Kaybımız’ başlıklı ölüm ilanı vereceklerini bilse: Geride bıraktıklarına, yeterince Kimya belletemediğini düşünür; hayıflanırdı. Kayseri/2006
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ihsan alaittin bilgen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |