Dünyada insandan çok aptal var. -Heinrich Heine |
|
||||||||||
|
Onu, ilk kez gördüğünde üzerinde erguvan rengi aynı triko takım vardı. Dar bir etek ve yakası açık bir bluz… Kalkmak için vakit dolduran otobüsün sahanlığında göründüğünde, otobüsün sahanlığı göziziyle silip süpürülen bir podyuma dönmüştü. Hoş kokular yayarak hemen şoförün arkasındaki yanyana dizili formika koltuklardan en baştakine oturdu. Formika koltukların serinliğini bacaklarında hissetmiş olmalı. Hafifce doğruldu eteklerini düzelti yeniden oturdu. Otobüsün dikiz aynasında nasıl göründüğüne baktı. Uzun, kıvrımlı, kızıla çalan saçlarını eliyle omzunun gerisine attı. Dudaklarında belirgin bir iyimserlik vardı. Otobüs Taksim’den kalktığında arkadaki bir kaç koltuk dışında tüm koltuklar dolmuştu. Ayağında ince bantlı, sivri burun, topuklu beyaz bir ayakkabı vardı. Çantadan aynasını çıkardı. Önce, önden sonra yandan görüntüsünü süzdü. Ortaköy Hamamının oradan dönerken otobüs yana savruldu. Yanında oturan bastonuna dayanmış uyuklayan yaşlı adamla omuzları çarpıştı. Bacakları bitişik nizam, önce sola sonra sağa savruldu. Özür diler gibi yanındaki yaşlı adama baktı. Uyuklamaya devam ediyordu. Yandan sürgülü üst camlarından otobüsün içine kıyıya vurmuş yosun kokuları doldu. Karşısındaki ikili koltukta oturuyordu. Taciz edici olmayan, kaçamağa yatmayan, derin ve etkileyici bakışlarla kadını süzdü. Bakışları biri birlerini sobeledi. Eteği ile cilaladığı formika koltuklarda bacaklarının izini bırakıp; Bebek, Hisar düzlüğünde indiğinde, O, da arkasından otobüsten indi. Boğaz manzaralı yalı dairelerinin balkonlarında beş çayı sefası başlamıştı. Sahile bağlı bir sıra motorun önünden geçerken sol ayağını dizine dayadı; ayakkabısının bandını düzeltti. Ayakkabıları ayağına bol gibiydi ojeli parmakları ucu açık ayakkabılarından fazlaca çıkmış, topuğu ayakkabısının tabanında geriye kaymıştı. Ayıklanmış bir midye kabuğuna bastığında düşer gibi oldu. Toparlandı. Minik, omuzdan askılı çantasının yanında, ibrişim kordonlu kâğıt bir poşet taşıyordu. Ayaklarını altına almış uyuklayan, balıktan yana şanslı, tekir bir kedinin yanından geçti. Kedi aldığı kokunun etkisiyle uyandı, bıyıklarını oynatarak havayı kokladı, kaygısızca esnedi. Hedefsiz adımlarla sahil boyu yürüyordu. Bir ara arkasına döndü : “Muhitime geldik tadında bırak”, der gibi baktı. Bu bakışları, ilkgençlik yıllarından tanırdı. Aldığı mesaja uydu. Karşıdaki otobüs durağına doğru yürüdü. Teybinde çalan kasetin sesi, hüzünlü dalgalarla aşık atan motorun kamara camını erguvan rengi trikosunun görüntüsü yaladı geçti. Camda yansıyan görüntüsünü süzdü. Bacakları her zamankinden daha bir günışığını yansıtıyormuş gibi geldi ona. Aşiyan durağına vardığında ayakkabısının bandını yeniden düzeltti. ****** Girişteki merdivenlerin başından bakıldığında fuar salonu, dolambaçlı sokaklara kurulmuş bir pazaryerini andırıyordu. Sunta paravanlarla ayrılmış odacıklara kurulan tezgâhlarda çanta, kemer, parfüm irili ufaklı hediyelik eşyalar satılıyordu. Salonun girişindeki boy aynasına, parlak siyah deri eteğinin, ebruli bluzunun, omuzlarına dökülen dalgalı saçlarının görüntüsü düştü. Aynada boş ellerini gördüğünde geri döndü. Güvenlik kapısının yanındaki tezgâhta unuttuğu, ibrişim kordonlu kâğıt poşeti aldı. Aynanın oradan geçerken saçından bir tutam bukleyi omuzlarından savurdu. Göz göze geldiklerinde saatine bakmıştı. O anda saatin kaç olduğunu sorsalar bilemezdi. Bir tezgâhın önünde durdu. Bir kravat aldı eline, arkasını çevirip etiketini, dikişlerini inceledi. Bitişikteki bölmeden tütsü kokuları geliyordu. Göz ucuyla baktığında onu abanoz ağacından yapılma filleri incelerken gördü. Geçen yıllar, allığa, dudak boyasına dönüşmüştü. Göz kaleminin, rujunun rengi biraz daha koyulaşmış, daha kalın ve belirgin sürülmüşlerdi. Garip bir şekilde ayakkabısı yine ayağına boldu. Ayakkabısının, topuğunun boğumuna değen kısmına sıkıştırdığı pamuğun ucu naylon çorabına yapışmıştı. Bebek sahilinde ardına düştüğü kadın yanıbaşında duruyordu. Kravatı bıraktı. Yürüdü. El yapımı ufak tefek hediyelik eşyalar satan tezgâhın önünde durdu. Arkalarına masa üstünde duracak şekilde ayaklar tutturulmuş minik aynalardan birini aldı. Aynaların üstüne plastikten kabartmalar yapıştırılmıştı. Saksılar, pipolar, kravatlar, klozet kapakları, kırmızı külotlu kalçalar, sutyenden taşan göğüsler... Kırmızı külotlu olanını aldı. Aynadaki görüntüsü, kışkırtıcı kıvrımlara komşu düşmüştü. Bir sütyenli, bir kırmızı külotludan seçti. Minicik bir kartlara ‘İyi yıllar.’ yazdı. İlerlemiş yaşına rağmen arkadaşlarına böyle iç gıcıklayıcı hediyeler almaktan geri durmazdı. Arkasına kartları iliştirdiği aynaları ayrı, ayrı parlak kâğıtlara sardırdı. Paketlerin üstüne önceden hazırlanmış kurdelelerden yapıştırdılar. Hediyeleri ufacık bir torbayla uzattıklarında onu göremedi. Salonun ortasındaki kafeteryanın girişinde duran gözlüklü, eli tepsili alçıdan mankenin kafasına ucu beyaz ponponlu kırmızı bir kukuleta geçirmişlerdi. Kafasındaki kukuleta, beli iki büklüm olmuş emektar garson kılıklı mankenin acınası halini daha da acıklı hale getirmişti. Salonu geniş açıyla gören bir masayı seçti; çay istedi. Ellerinde torbalarla sevinmiş kılıklı insanlar dolaşıyordu salonda. Karşıdaki kravat, kemer, çanta satılan tezgâhın köşesini dönerken gördü onu. Elindeki poşetin yanına bir yenisini eklememişti. Gözü boşluğu tarıyor, kendi dünyasını adımlıyordu. Yapma çiçekler satılan tezgâhın önünde durdu. Şimdi arkası ona dönüktü. 'Şişmanlamış mı?’, diye düşündü. Bacaklarının arkadan görünüşü, alt kısımlarda sıradan, yukarılara çıkıldıkça davetkârdı. Çayını çabucak içti. Hızlı adımlarla, çıkışa doğru yürüdü. Çıkışta onu göreceğine emindi. Kapıda oyalandı, görünürde yoktu. Ümidini kesmişti ki, karşı kaldırımda onu gördü. Hızla karşıya geçti. Yanından geçerken yüreği dalgalandı. Ayak seslerini duyuyordu. Avcıyken av olduğunu; takip edildiğini kurdu. Kim bilir nerede? Onunla bir kez daha karşılaşacağına emindi. ***** Her zaman önünde durmayı alışkanlık edindiği rafların önünde duruyor; alış veriş arabasını dolduruyordu. Et reyonlarının önünden hızla geçti. Henüz mahalle kasabından vazgeçememişti. Haftada iki kilo aldığı eti bir kiloya indirmişti. Emeklilik günlerine hazırlanıyordu. Temizlik malzemelerinin olduğu koridorun başında yıllardır hayaletinde sakladığı kadının görüntüsünü görür gibi oldu. Yanılmamıştı. Eğilmiş, tuvalet kâğıtlarını inceliyordu. Makyajı daha bir ağırlaşmış, gözlerindeki parlaklık sönmüştü. Yanında durdu. Alışveriş arabaları çarpıştı. Göz göze geldiler. Gözlerinde bir gülümseme aradı. Göremedi. Arabasında üç beş parça bir şey vardı. Sırtında etekleri havalı önden düğmeli saten bir elbise… Ayakkabılarını merak etti. Arabadan göremedi. Geride kaldı. Derisi çatlamış, beyaz, topuğunun ucu aşınmış bir ayakkabı vardı ayağında. Ayakkabıları, çorapsız topuğunun üst tarafını vurmuştu. Bisküvi, çikolata reyonundan bir şeyler attı arabasına. Reyon sonunda karton bardaklarda birkaç yudum tadımlık içecek dağıtan kızın yanında durdu; onun gireceği kasayı kestirmeye çalıştı. Tam onun arkasındaydı. Arabasının içindekilerden alışveriş falına bakıyordu. Çantasını açıp içindekileri karıştırmak gibi bir şey di bu. Tükettiklerine bakıp kim olduğunu bulmaya çalışıyordu. Görünürde evlilik cüzdanı yoktu. Yarım kilo var yok iki çeşit meyve… Biraz domates, birkaç tutam taze fasulye, bir paket makarna… Kasiyer kız, yürüyen bandın üstündeki tahta ayracı kaldırırken rüyalarına dek giren, nefret ettiği soruyu sordu: - Migrosklap kartınız var mı? - Yok. Cevabı sinir bozucu ölçüde kesindi. Yok… Olamaz… Olmayacak… Çantasının içindeki cüzdandan, yalnızlıktan üşümüş kalmış, yuvarlanmış bir kâğıt para çıkardı. Küsuratlara takılmıştı. Parmakları cüzdanın içinde gezintiye çıktı. Kasanın yanındaki düzlüğe bozuklukları bıraktı. Kasiyer kız, paraları gözüyle saydı kasaya attı. Sinir oluyordu para alıp, para vermeye. Her türlü mikrop geçerdi paralardan insana. Kredi kartı varken ne gerek vardı kimlerin elinden geçtiği belirsiz paraları ellemeye. Çıkışta onu kaçırmak istemiyordu. Yaşı, yaşına denk arabasını, alışılmış hareketlerle altını kaldırıma vurmamaya çalışarak, deniz kenarındaki otoparktan çıkarırken onu ilerde yolun kenarında, elinde torbalarla beklerken gördü. Trafiği kontrol etti. Yola çıktı. Sahil yolunda duran bir arabaya binmişti. Arkalarına yanaştı. Arabanın güneşliğini indirmiş, siperliğin arkasına yapıştırılmış aynada kendini süzüyordu. Saptıkları yere kadar arabayı izledi. ****** Artık ağır aksak adımlarla yürüyordu. Elindeki polaroid fotoğraf makinesi ile gün boyu bu parkta dolaşıp duruyordu. Yanından birileri geçtiğinde ya da birilerinin yanından geçerken parmağıyla onu yakalar gibi yapıyor; fotoğraf makinesinin içine hapsediyordu. Çalışabildiği kadar çalışmış; emeklilik sonrası bu işe başlamıştı. Geçmişte kalan bir Almanya seyahati sırasında parklarda ellerinde polaroid fotoğraf makineleriyle dolaşan, temiz pak giyimli, yaşını başını almış, seyyar fotoğrafçılara rastlamış; açık havada gezerek yapılan bu işi pek bir tutmuştu. Kameralı telefonlar çıktığından bu yana bu işten para kazanamasa da bir işi olduğu için mutluydu. Arada sırada onu görmezden gelen eski çalışma arkadaşlarıyla karşılaşıyor; kendini yok sayanları; O, da yok sayıyordu. Hiç evlenmemişti. Yaptığı işi kendine yakıştırmayacak, küçük görecek kimsesi yoktu. Kayrak taşı kaplı zeminde yankılanan tanıdık ayak sesleriyle irkildi. Diplerindeki akları örtmeyi beceremeyen kızıla boyalı saçları; onu ilk gördüğü günkü, artık bedenini sarmakta zorlanan, erguvan rengi triko elbisesiyle karşısındaydı. Elinden tuttuğu sarışın kız çocuğunun, diğer elindeki dondurma külahı yapış yapıştı. Evlenmiş olsaydı bu yaşlarda torunu, torunları olacağını düşündü. Kadının da çocuğun da ayakkabıları ayaklarına boldu. Kadının elinde sapı lime, lime olmuş kâğıt bir poşet vardı. Oturduğu banktan usuca kalktı. Geride kalmış bunca yıl boyunca kasılmaktan yorgun düşmüş yüz kasları gevşedi: “Hanfendi, lütfen bakar mısınız?” Kadın anlamı kendince malum gözlerle onu süzdü. “Aradığınız ayna bendim. Sizden güzeli yok. ”, demek isterdi. Diyemedi. Deklanşöre bastı. 2006 / Kayseri.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ihsan alaittin bilgen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |