Ben bir kuşum; uçtum yuvadan... Artık ben nerede, eve dönme isteği nerede?.. -Leyla ve Mecnun, Fuzuli |
|
||||||||||
|
Aile bireyleri genç kızın bu olayı nasıl karşılayacağını merak ediyor, karar almasında yardımcı olmak istiyorlardı ama kızın ne konuşmaya, ne de herhangi bir şekilde yorum yapmaya niyeti vardı. Niyeti olsa bile o takati kendisinde bulamıyordu. Vücudu ağırlaştı, elleri titremeye başladı ardından da bütün vücudunu sıcak bir ter kaplamaya başladı. Genç kız kendisini merakla izleyen kalabalığın arasından sıyrılarak odasına zorlukla kendisini atabildi. Olayı duyan dost ve akrabaları eve doluşmaya başlamış, her kafadan bir ses çıksa da, “nişanı atalım” kararı etkili olmuştu. Böylesine önemli bir kararı verecek olansa kuşkusuz Hülya’ydı. Hülya, zor bir kararın arifesineydi, ne yapacağını, ne diyeceğini bilemiyordu. Gözlerini tavana dikti, orada yazılan ama kimsenin görmediği yazıları okumaya çalışırcasına dikkatle baktı, belki de alın yazısı dedikleri insanın bir bakışta göremediği yerlerde yazılıydı kim bilir… *** Serkan, Hülya’nın çocukluk aşkıydı. Akrabalardı ve aynı mahallede büyümüşlerdi. Genç kız 14 yaşına geldiğinde söz kesildi ve okul bittiğinde evlenecekleri sözü verildi. Doğunun kaderi bu, kız okutulmadı, erkek ise liseyi bitirdi sonra da açık öğretime devam etti. Tam yedi yıl sözlü kalmışlar, tam yedi yıl evlilik hayali kurmuşlar ve hayatı birlikte paylaşmak için yedi yıl hasretle beklemişlerdi. İşte o günler gelmiş çatmıştı ama bu korkunç haber de neyin nesiydi? *** Serkan, hiç değilse haftada bir Hülya’sını ziyarete gelir, aile bireyleriyle oturur sohbet ederdi. Hoş sohbet birisiydi ve kısa zamanda aile bireylerinin de sevgisini kazanmıştı. Onun gelmesini, konuşup, şakalaşmasını Hülya’nın dışında da herkes merakla beklerdi. O günde telefon etmiş, “müsaitseniz size geleceğim” demişti. Nasıl müsait olmasınlar ki, gerekirse bütün işleri bir yana bırakır yine müsait olurlardı. Serkan, kapının zilini çaldığında Hülya koşarak kapıya gelip, onu karşılamıştı. İçeriye buyur etti ama Serkan, her zamankinden farklı olarak acı içerisinde odaya girdi. Hülya’nın “neyin var?” sorusuna “belim ağrıyor, herhalde bel fıtığı varmış, yarın Ankara’ya gideceğim. Vedalaşmak için geldim” diye yanıt verdi. O günkü sohbet hep bel ağrısıyla, fıtık ve ameliyatla ilgili oldu. Hülya üzülmüştü ama sonunda alt tarafı bir bel ağrısıydı “geçer” dedi. *** Hülya, Ankara’dan gelecek mutlu haberi bekliyordu. Bir bel ağrısı diye gitmişti ama tam bir haftadır dönmemişlerdi. 10 gün sonra Serkan “geldim” diye telefon etti. Hülya, “neyin varmış” diye merakını giderecek cevabı istedi. Serkan ise “bel fıtığı varmış, bir ay sonra ameliyat olacağım” diye yanıt verdi. *** Aradan bir ay geçti. Serkan ameliyat için Ankara yolunu tuttu. Bir ay sonra ancak eve dönebildi. Meraklı soruları geçiştirmek için yoğun bir çaba sarf etse de, Hülya’ya karşı o kadar da direnemiyordu. “Bel fıtığıymış işte, biraz ilerlemiş” diye geçiştirdi. İlerleyen günlerde Serkan’ın Ankara’ya gidiş-gelişleri sıklaştı. Her gelişinde hastalığın kendisini yorduğu belli oluyordu. Bir süre sonra saçları dökülmeye başladı. Neyse ki birkaç ay sonra yeniden saçları çıkmaya başlamıştı. Serkan, artık ayda bir defa Ankara’ya gidiyor, Hülya ise yolunu hasretle gözlüyordu. Son gidişiydi. “Bu defa tamam, bir daha gitmeme gerek kalmayacak” demişti ama gideli tam üç ay olmuştu. Çok nadir olarak telefon geliyor, Hülya’nın yüreğine birazcık su serpiyordu. *** Korkunç haber Serkan’la birlikte gelmişti. İlik kanseri olduğunu öğrenmiş, tedavi artık o yönde yapılıyormuş. Haberi duyan ailesi, “yol yakınken nişanı atalım” diyorlardı. Hülya ise hiçbir yanıt vermiyor ve işte odasında belki tavanda yazgısını okuyabilir diye dikkatlice bakıyordu. Kapı çalındı, annesi Hülya’ya sesleniyordu; —Hülya, kızım aç kapıyı bak amcanlar, dayınlar, teyzenler gelmiş. Hülya, isteksizce odasından çıktı. Nasıl bir sorguyla karşılaşacağını, neler söyleneceğini kestirebiliyordu. “Artık ne olacaksa olsun” diyerek kendisini bekleyen yakınlarının yanına gitti. Hepsi birden “artık Serkan yaşamaz, yakında ölür. En iyisi nişanı atın” diyorlardı. Hülya, “hayır asla böyle bir şey yapmam. Eğer nişanlıyken hasta olan ben olsaydım o nişanı atar mıydı?” “Atardı, neden atmasın, üç-beş gün sonra ölecek adamla evlenilir mi?” dediler. Annesi; “Doktor raporu varmış, en az 15 yıl yaşar diyorlarmış” dedi. Dayısı, “15 yıl sonra ne olacak, ölüp gidecek, kız dul kalacak” dedi. Ninesi, “hangimizin kaç gün, kaç saat, kaç dakika yaşayacağımızın garantisi var ki?” diye ortaya bir soru attı. Hülya’nın dayısı, -Haklısın yok ama bu bile bile lades demek değil mi? Hülya kalabalıkta konuşmasının hoş karşılanmayacağını bildiğinden sadece konuşulanları dinlemeye, daha doğrusu dinlermiş gibi yapmaya karar verdi. -“Allah’tan ümit kesilmez” diyordu bir başka yakınları ama hemen bir diğeri “Amenna, Allah’tan ümit kesilmez ama bir genç kızı riske atmak doğru mu?” diyordu. Bir başkası, “Asla, kızımız daha 21 yaşında, tam 7 yıldır nişanlılar ama olsun, yolun henüz başında bir başkasıyla evlendiririz” dedi. Saatler süren tartışmada, Hülya’nın aklında kalan pekte bir şey olmamıştı. Yine sessizce odasına geçti ve düşünmeye başladı. Birbirlerini çok seviyorlardı. Daha geçen yıl “ölünceye kadar beraber olacağız” değil mi diye sormuş, Serkan “evet” demiş ve Hülya’dan da söz almıştı. Ölünceye kadar beraberlik ne kadar güzel… Ölümün kimi nerede ve ne zaman yakalayacağı belli olmazdı. Bazen bir hastalık, bazen bir kaza ve bazen de durduk yere gelebilirdi. Ölümün sürekli bir bahanesi hazırdı, öyle çok bahane vardı ki, “Allah verdi, Allah aldı” denmez, “şu hastalıktan öldü, kaza geçirdi, suç şundaymış, bundaymış” gibi binlerce, hatta on binlerce bahane hazırdı. ”Mutluluk bizimde hakkımız” diye mırıldandı Hülya. “Daha ne planlarımız vardı. Evlenecek, yuva kuracak, çocuklarımız olacak, hatta çocuklarımızı evlendirip, torunlarımızı bile kucaklayacaktık” “Şimdi sırası mıydı” dedi hemen ardından da tövbe etti. Neyin sırası olup, olmadığını en iyi bilen kuşkusuz yaratandı. *** Gece yarısına doğru kapısı çalındı, annesi izin isteyip Hülya’nın yanına geldi. —Bak kızım, söylenenleri duydun. Tamam, biliyorum birbirinizi seviyorsunuz. Doktor da 15 yıl yaşar demiş ama bu hastalık çok kötü, kurtulan olmuyor. Gel yol yakınken vazgeçelim. —Hayır, dedi Hülya, asla vazgeçmem. Bir gün ömrü kaldığını da bilsem evleneceğim. Ben ona söz verdim. O beni yarı yolda bırakmazdı ben neden bırakacakmışım? —Ama kızım, sana dul diyecekler, ömrün boyunca evde kalacaksın. —Olsun anne, sana yük mü olacağım. Ben senle yaşarım, dedi. Annesi, kızının saçını okşadı, yanağına bir öpücük kondurdu ve “Allah rahatlık versin kızım, bakalım gün doğmadan neler doğarmış” diyerek odasına çekildi. *** Serkan, aile içerisindeki tartışmaları tahmin edebiliyordu ama oda hastalığı yenmeye çalışıyordu. Tam aradan beş ay geçti. Serkan, ayda birkaç kez Ankara’ya gidiyordu. Rahat etsin diye babası kendisine bir minibüs almış, arkasına yatak koymuş, gidip gelirken rahat etmesini sağlamıştı. Serkan az çekmiyordu. Hem hastalık çektiriyor, hem yol, hem de çok pahalı olan ilaçlar çektiriyordu. Üstelik sevdiği kızı yarı yolda koyacaktı. Evliliği geciktirse miydi acaba diye çok düşündü, hepsinde de işi oluruna bırakmayı uygun gördü. Aile büyükleri iki taraftan da “illa da evleneceğiz” sözünü aldıklarından isteksizce düğün hazırlıklarına başladılar. Düğüne yakın, Serkan’ın saçları yeniden dökülmeye başladı. İlaçlar çok ağırdı, insanda saç mı bırakırdı ki? Oysa düğünde saçlarını tarayacak, jöle sürecek, lacivert takım elbisesini giyinecek, beyaz gömlek ve bordo bir kravat takacaktı. Genç kızlar “ay damada bak ne kadar yakışıklı, gelin ne kadar güzel, birbirlerine ne kadar da yakışmışlar” diyeceklerdi. Ama şimdi öyle demeyecekler, “gelinde çok güzelmiş ama damat hiçte ona göre değil” diyecekler diye düşündü üzüldü. Düğün yapıldı, yemekler yendi, halaylar çekildi, dualar edildi ve yeni evlerine konvoylarla gittiler. Henüz evliliklerinin üzerinden 10 gün geçmişti ki, Serkan yeniden fenalaştı ve kardeşleri yataklı minibüse bindirerek, Ankara’nın yolunu tuttular. Başkasının “balayı” yaptığı bir zamanda Hülya, hastane koridorlarındaydı. Üç ay hastanede beklediler ve bir gün Doktor Hülya’yı çağırdı; —Bak kızım, Serkan için elimizden geleni yaptık. Bence onu alın memlekete gidin. Belki annesini, babasını görebilir, dediğinde Hülya’nın başından kaynar sular akmaya da başlamıştı. Belli etmemeliydi. Bütün ağır yükler bu yaşta omzuna yükleniyordu, nasıl altından kalkacaktı ki? Kayınbiraderlerine, “Serkan’ın durumu iyiymiş, eve götüreceğiz” dedi ve yolculuğa çıktılar. Eve henüz yeni varmışlardı. Serkan’ı dikkatlice yatağına yatırdı ve ziyaretçilerle ilgilenmeye başladı. Bütün yakınları gelmiş, hastanın son durumunu öğrenmek istiyorlardı, yani Hülya’nın sonunu… Gece yarısını henüz yeni geçmişti, Serkan Hülya’yı çok yavaş bir sesle yanına çağırdı; —Hülya’m, senin hülyan olamadım ama inan ki, verdiğim sözü tuttum ve ölünceye kadar yanında kaldım. Seni üzdümse beni affet ama ne yaparsın buraya kadarmış, dedi ve gözlerini kapattı… “Sen imkânsızsın” sözleri döküldü Hülya’nın dudaklarından ve alnına bir öpücük kondurarak odadan çıktı. Acı haber tez duyuldu, gece yarısı evlerine doluşan yakınları Serkan’ı toprağa vermek için adeta yarıştılar. Gün aydınlanmaya başladığında Serkan’ın naşını yıkadı, kefenledi ve camiye götürerek namazını kıldı ve mezarlıktaki ebedi olarak kalacağı dar mekâna yerleştirdiler. Taziyeler bittikten sonraysa Hülya yeniden annesinin evine döndü, ardında imkânsız aşkını bırakarak… Aradan tam dokuz yıl geçti ve Hülya, 10 günlük kısa mutluluk yaşadığı imkânsız aşkından sonra hiç evlenmedi, evlenmeyi de düşlemedi. Geriye dönüp baktığında “değer miydi?” diye kendisine sorup, sormadığını bilemiyorum ama bugünlerde dillerden düşmeyen Hırsız Polis dizisinde, Timuçin Esen’in seslendirdiği “İmkânsız Aşk” adlı şarkıyı kendi bestelemiş gibi mırıldandığını iyi biliyorum. Gecenin en siyahında Umudun bittiği yerdeyim Köşeyi dönsem ölüm Düz gitsem hayat Gölgeler içindeyim Sen imkânsızsın Sensizlik imkânsız Aşk imkânsız… Çemberin en dışında En çıkmaz sokaktayım Çığlık atsam sessiz Sussam yine çaresiz Gölgeler içindeyim Sen imkânsızsın Sensizlik imkânsız Aşk imkânsız… İmkânsız olan aşk olsun, hayat hiçbir zaman imkânsız değildir ve yaşamak her şeye rağmen öyle güzel ki… Not: Hikâyedeki konu 1998 yılında Adıyaman’da yaşanmıştır, sadece isimleri değiştirerek hikâyeleştirdim… Eğer yaşanmış bu hikâyeyi buraya kadar okuduysanız, kendi kendinize “aynı durumda ben olsaydım ne yapardım” diye de sormuşsunuzdur, sahi ne yapardınız?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Naif Karabatak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |