Ben bir dünya yurttaşıyım. -Sokrates |
|
||||||||||
|
Anneme “şekerli yoğurtlu ekmek”, “yağlı şekerli ekmek” yapması için yalvardığım o günlerde, bir gün bu “uydurma şeyleri” nasıl bu kadar seveceğimi merak edeceğim aklıma bile gelmezdi. 1987’li yılların modası, “kocaman saçlı adamlar” vardı televizyonda... Geniş paçalı, uzun yakalı gömlekleriyle bize o yılların burjuva modelini anlatır gibiydi hepsi... Kültürlü adamlar hep böyle görünüyordu “siyah beyaz kutu”dan! Kutu ki sormayın; Babamın o hurdayı, sofrabezine sarıp da tamirciye götürmesini de unutmam, adam sanki, felç geçiren bir yakınımızı acil servise götürür gibi heyecanlı olurdu onu taşırken... Kolay değildi, sohbet gidince evde, o “deli neşesi” kaplardı her yanımızı... Evimiz toprak üzerinde, yeşillerin içinde bir yerde, medeniyetin üfürdüğü ama yıkmadığı bir semtteydi. Hemen üst mahallemizde kocaman bir yeşillik vardı tüm çocukları kucaklayan. Çelik-çomaklarımız, Birdirbir’lerimiz, “Cimcim” lerimiz ve daha bir çok oyun... Ama benim en çok hoşuma giden de, o yeşilliğin kıyısındaki kuytucuk oldu. Sabahtan akşama kadar delicesine oyun oynadıktan sonra durulur, sonra da o kuytuya gider toplanırdık. Cinlerden, şeytanlardan konuşur, olmadık yere, kendi kendimize halisinasyonlar yaratır, arkamıza bile bakmadan evlerimize koşaradımlarla kaçışırdık. Korku olmasına vardı ama, bu korkuya rağmen, her gece aynı şeyleri tekrar etmemizin nedenlerini çözemi-yorduk. Kasıtlı bir korkunun, geri dönüşü olmayan çekiciliği, bizi her gece o kuytuya çekiyordu. Ben Fatma’ya aşıktım. Gülten’in kızı Fatma... Namı diğer “Sidikli Fato”... Onu görmek için bin bir türlü maymunluk yapar, ama mutlaka görürdüm. Pencerelerimiz birbirine bakan iki nöbetçi gibi ikimizi beklerdi hep... “Elvan Gazozu”nu çok severdim. Bakkalcı Sami amcayı da Elvan Gazozu nedeniyle çok sevdim. Her şeyi ateş pahasına satan Sami amcanın verdiği Elvan Gazozu o kadar gevşetirdir ki çocuk yüreğimi, “kazıkçı bakkalı bile görmezdi gözlerim. Sonra Kav kibritlerinin yüzlerini keser “kibrit”oyanardık. Nedendir çözemedim, ben hep kaybettim bu oyunlarda... Babamı ilk kez, bana getirdiği haşlanmış tavuktan tanıdım. Fabrikada çalışırken, ona verilen öğle yemeklerini bir kenara koyar, akşam olunca bize getirirdi. O mert adamdı. Açlığa dayanırdı, yemediklerini biz yiyelim diye... Elinde yaz helvası, biraz haşlanmış tavuk ve bir kutu gazozla evden girdiğinde bayram sanır kollarına atılır, sonra da nasibimize mutlu iki çift gözle bakardık. Kaç defa topuz yapılmış havlu yedim bilmiyorum ama, en büyük rakibim ağabeyim di. İki yaş büyüktü ve müthiş güreşirdik onunla... Ne zaman babam gelse, benden önce atılırdı. O hızlı koşardı kabul ama, benim gözyaşlarıma dayanmazdı ki baba yüreği... Sonunda alıverirdim. “Son beşik” olmanın en ihtimamlı ve ihtişamlı anlarının keyfini çıkarırdım. Karnım ağırısa çikolata, başım ağırırsa, gazoz; onlar hangi rahatsızlığımda(!) neyi alacaklarını çok iyi biliyordu. Benim ailem “derin” bir aileydi... Hepsinin gözlerinde yıkılmayacak gökdelenler parıldıyordu. Güvende ve sarsılmaz bir çocuk ruhunu aşılıyordum kendime. “Bu gün kozalak toplayacağız hadi gel...” Bu ses onundu... Komşunun çocuğu Özgür’le, ormandan kozalak ve selvi fidanı toplardık. Selvi finalarını ön bahçemize dikmeye baıyılırdım. Onları sular büyütürdüm. Hele bir şeftali ağacım var dı ki, ikimiz aynı dönemin canlısı gibiydik onunla... Bulgaristan göçmeni Özgür... Sarı saçlarıyla güneşin oğlu Özgür... Adı mahallede “sarı kafa” ya çıkan Özgür... Mahallenin dibindeki ormandan kozalak toplamak bu kadar mı güzel olabilirdi. Dere kenarında anadan üryan yüzmeler, köpekten kıtalar geçirtecek hızda koşmalar, üzüm bağından salkım üzümler toplamak, elma ağaçlarını taşla tehdit edip de elmaları düşürmek... Biz profesyonel düşme ustalarıydık. Muntazam, ya kolumuzu ya da ayaklarımızı kırardık her mevsim. Her mevsim hem mimar hem de amele olurduk. Önce kağıda düşündüğümüz damı çizer sonra da toprağı kazarak, taşları yığar, toprak damlar yapar, sonra da askercilik oynardık. Sarhoşların içtiği biraların şişelerini ormanlıktan toplar, Tekel Süleyman’a satardık. İyi de para kazanırdık hani... Evde sofrabezinden yeni çıkarılmış ve bir dahaki aya yine sofrabezine sarılarak, muhtemel bir arıza ile tamirciye gidecek olan televizyona bakıyorum. Siyah beyaz kutuda tek kanal; TRT ve en çok sevdiğim gün Pazar... Şimdi “İşitme Engelliler için Haberler” ya sonra? Sonra da tabi ki “Uçan Kaz” Uçan Kaz’ı seyretmek için, gözlerimi ayırmadan “o adamın” dudaklarını okurdum. Okumayı henüz söküyorken, dudak okumayı bu adam öğretirdi bana. Uçan Kaz az sonra başlayacak ve ben büyük bir mutlulukla yastığıma gömülüp günün keyfini çıkartacağım... En azından öyle düşündüğüm bir hafta sonuydu... Yine televizyonda Uçan Kaz’ı bekliyorken çaldı telefon... Arayan ses belediyeden olduğunu söylüyor ve daha sonradan adını ve söylenişini öğreneceğim “istimlakla”ilgili bir şeyler söylüyordu. Annem bu konuşmada, mealen kapımızın önünden yol geçeceğini söylüyordu. Kendi ellerimle diktiğim ve büyüttüğüm şeftali ağacımın kesilmesi anlamına geliyordu bu... Selvi ağaçlarım olmayacaktı. Hiç bir şey keyif vermedi sonraları. Sanki, hayatımın çocukluk evresine bir jilet atılmıştı. Sanki evimizin bulunduğu o cennet bahçelerinden bir parçayla, yani benim dünyamla, beni ayırmak için anlaşmalı bir darbe yaşanıyor gibiydi. Her şey çok çabul oldu. Bir ay gibi kısa sürede o yolu evimizin önünden geçirdiler. Sonra asvaltladılar. Arabalarını aşağı mahalleye park edenler, evlerimizin önüne kadar getirdi onları. Yol gelince “medeniyet(!) gelmişti mahalleye. Sonra bizim koşarcasına, hoplaya zıplaya oynadığımız o yeşil düzlüğe de bir kaç bina kondurdular. Çocuklarla hep beraber, koro halinde söylercesine göz yaşları ağıtları haykırıyorduk. Artık plastik toplarımızı kesecekler, “Oğlum burası futbol sahası mı? Oynayacak başka yer bulamadınız mı” diye aptal sorular soracaklardı. Her şey çok çabuk oldu. Babam emekli olmuş ve daha önce yapımına başlanan ve bitmek üzere olan yeni apartmana taşınacaktık. Karar alınmış, çocukluğuma danışılmamıştı. Her şey daha iyi bir yaşam içindi onlara göre... Oysa “yaşam” kepçe içerisinde dev kamyonlara dolduruluyordu... Üzülüyordum... Taşınmanın arefesinde Fatmaların evine bir kez daha bakışım... “BÜYÜMÜŞTE KÜÇÜLMÜŞ BİR MECNUN MİSALİ” gidiyorduk, açık kasa bir kamyon üstünde, üze-rine asfalt geçtikleri hayallerimin üzerinden... İlk kez kapımızın önünde bir araca biniyordum. “Sarı kafa” Özgür, Fatma ve diğerleri... Gözlerimizden bir tutam yaş toplayarak hediye ediyorduk birbirimize... Betonlarla tanışmam 1990’lara denk düştü. Tüm birikimini o beton binayı dikmek için harcamıştı babam. Araba vızıltıları, satıcı sesleri, kaabalık insan kuyrukları, açılıp kapanan kepenkler ve her gece küfür ettiğim BEDFORD çöp arabaları... Omuzdan ilikli bir süveterim vardı unutmuyorum. O süvereteri burnu uçmuş siyah ayakabımın üzaerine gi-yerdim. Sünnetimden arta kalan lacivert pantolonla birlikte kendimi “tam bir çocuk” ettiğim zamanlar... Burnum her zaman bir yaradan kalma kabuk taşırdı her daim, gönlümde de bulutlar dolaşırdı... Tel örgüler arasına gideceğimi bilseydim, gömmez miydim kendimi o toprağa...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Orhan TURAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |