Kurguyla gerçek arasındaki ayrım, kurgunun mantıklı olmak zorunda olması. -Tom Clancy |
|
||||||||||
|
Tamam, söyleyeceğim; ama ilk önce şu lanet ışıkları çekin gözümden Mister. Işıklar bana göre değiller nedense. Az zamandan kaynaklanan çoğul lanet kilisenin çanlarında hafif bir oynama bırakıyor. Tüyden hafif, acıdan geçkin ve şüpheli... Şüphe korkutucudur ve hatta karanlıktır. Şüphe bana göredir nedense... Belki de ışıklı bir fenalık olmadığından içinde, belki de sarıldığından sürekli arka sokakların tinerli ciğerlerine. Mister, sakin olun! Gevelemiyorum asla, söyleyeceğim inanın; Hiçbir şeydir yalan! YALAN! Her yalanın sonunda gerçekleri görmek, özgürlüğün keskin sınırlarını fark etmek, Kierkegaard’ın ağzından söylenirse, “acı, dehşet ve gelecekle ilgili endişe getirir!” Kierkegaard’a nereden mi geldik? Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum! Her şey daha da zorlaşacak bir gün, mum yatsıya kadar yanacak, yalan kalıplarının içinden zehirli bir sarmaşık gelip saracak boynumu. Söylüyorum işte: Bu derin güvensizlikle yaptım her şeyi... karanlık bir endişe içinde... Ama artık çok geç, hiç biriniz yoksunuz. Mister, siz de mi? Hayır, tek dinleyen sizsiniz; sağ olun! <<Ayaklarım gerilmişti iyiden iyiye, tüm bedenim soğuk terler içindeydi. Sürünüyordum o yerde günlerdir. Her sabah, her gece, virgül koyuyordu prangalar ayaklarımın izine. Benim değildi bu hayat! Eşkalimi zimmetine geçirmiş bir adam – Jean Paul -, sokaktaydı o an; onun kafatasını çevreliyordu yüzüm. Elmacık kemikleri çıkık, yuvarlak yüzlü, gözleri kısık, aynısıydı saçları bile benimkinin... Dönüşünü bekliyordum soğuk ve parke taşlarla örülü duvarların arasında - ellerim ve ayaklarım prangalı-... Dönüşünü bekliyordum Jean Paul’ün Yüzüm, onun yüzünde. Sesim de... Hicran................... Bu hale nasıl geldim? Gelecek ne yaptım? Nasıl böyle zavallılaştım? Nasıl bu soğuk zindanda, ışığa hasret kaldım? Bilmiyordum o an. İki ana şey vardı bildiğim... Bir: Yaşamaya çalıştığım, daha ölmediğim... iki: demir kapının arkasındaki anahtar deliğinde olduğu prangaların anahtarının... Islak zeminde ucu keskin bir cam parçacığı arıyordum. Ölmeliydim; ölmeliydim bu soğuk zindanda sürünmektense defalarca. Ölmeliydim, cesedimi gömmelilerdi varoşlara! Zaman, beni dört tarafımdan, çepeçevre sıkıştırıyordu durmadan. Derin bir musiki duydum: Nihavend............... Böyle olmamalıydı bu öykü oysa ki! Türlü işkenceler ve yüzçalmalar olmadan önce söylemeliydim gerçekleri. Bir kadın için, “O”nun için, “O”na sahip olmak için yapmıştım bunca saçmalığı... Adı aklıma gelmiyordu, ne garip... Ama... Evet hatırlamıştım: Lydia! Lydia’ydı adı. Beni bu kabusa sürükleyen ismi nasıl unutabilirdim? Aslında o anda unutmaya çalışıyor olurdum bütün olanları; fakat başka bir şansım daha yoktu! O hayat, yani yaşa(ma)dığım, benim değildi artık! Kendimi bir anda Pablo Neruda çemberiyle sarılmış gibi hissettim. Belki ben de Neruda gibi yaşayabilirdim. Benim hayatım da onunki gibi olabilirdi: “Bütün hayatlardan oluşmuş bir şair hayatı...” Ama ben seçmemiştim! Seçtirilmemiştim... “Onlar”, izin vermemişlerdi ki buna... Jean Paul ve Jean Paul gibiler: ÖTEKİLER... Ölümün sessiz tortusu... Azrail’in evlatları... Bütün deneyimleri, yaşamı bana benziyordu ve benim yerime geçmek için tek bir şeye ihtiyacı vardı, onu da almıştı: Yüzümü... Kulaklarım duymuyordu, konuşamıyordum, belki de konuşamayacaktım hiçbir zaman... Yalnızca düşünmeme izin veriyorlardı! Bana ettiklerine tanık olmama... O adam, - Jean Paul- benim yüzümle, olmadık haltlar karıştırıyordu sokaklarda! “İşte gerçek cinayet böyle işlenir” diyordu...>> Masal Yuvalarında derin bir maskara uzanmış, oturuyordu Mister! Filmin dalgalandığı her 35mm’lik kare yaşamın izini derinden yaşıyordu. Sormayın, Sormayın; aklımda bir tek Cemal Süreya vardı bu karanlık ve –sanıyorum- yaz akşamı. Partizanlığım, lanetim, dokuz boğum, yedi çember, ölümcül günah ve taht-ı revan... <<Başladığını bitirmelisin! Başladığın ölmeye çalışmaksa da adam gibi ölmelisin! Eflatun duvarlar, uyuşmuş sinirler, yasaklı noktalar...zincirin gölgesi... Garip bir kahkaha patlatıveriyordum birden. Yavaş yavaş deliriyordum. Hatırlamak gerekiyordu bir şeyleri, hatırlamak ve sevmek. Hep üçüncü tekil şahsını tırnak içine aldığım kadın: Lydia ve ben... 1939’un kışı... Le Havre’da... Bana söylediklerini hatırlıyordu beynimin içindeki karmaşık nöronlar: ( - Senin düş’lerinden öyle serin acılar geçer ki çocuk; pusuda bekleyen ölüm meleğin olur, kutsa kendini! - Okşanmış düş’lerde yarı yarıya şanslı olan adamların üzerine bahis oynuyorum ben hep. Varsın melek benden şanslı olsun; ben kendimi, onu yenmeye verdim. - Hep geçilmeyeni geçmek için yarışıp duruyor usun. Neden hep zorsun? Neden kolaydan yana değil? Neden düş’lerindeki kadın saçı benimkinin aynısı? - Çelikten yapılmış bir şamdanın moleküler yapısını bilebilir misin? Onun atomlarını bir gün parçalanıp, dev bir bomba yaratacağını insanoğlunun? Ben, bilmeliyim! Yaşamak eğer hakkımsa, görmeliyim! Aklın alamayacağı hiç bir şey kalmamalı... Aşk dışında... - Yani aşkını kontrol edemiyorsun. Yani bu yüzden beni seviyorsun. Aklın, eğer kontrol edebilse aşkı, sevmezdin beni. Herşeyi bilmeye çalışırken, kor bir ateşin üzerine bırakılmış mermiler gibi olmuyor musun? Dikkat et, patlaman şimdi ses vermiyorsa; sonra fısıltın bile kalmayabilir! ) Artık iyiden iyiye düşünmeyi bir kenara bırakıyordum. Sırtımdaki kırbaç izlerinin acısını bile unutmuştum düşününce Lydia’yı. Duyu organlarım birer birer beni terk ediyorlardı. Çok şeyi özlemiştim: Evimdeki Dali portremi, daktilomu, şiirlerimi, kitaplarımı... Zamanı ve güneşi... Işığı bilmiyordum artık! Dali’yi hep sevmiştim. Müthiş fırça darbelerini ve birleştirdiğim resimlerini... Hepsi bana keyif veren bir olgu içinde gelişirlerdi. Bütün hayatım... Ama herşey, karanlık bir zindanın içinde, sessiz, yüzsüz, derinden ve mevsimsiz işliyordu oysa ki o an! Hazan................. Duvardaki küçük çatlaktan içeriye su sızıyordu, gün sızacağı yerde. Gidip ağzımı dayıyordum serin boşluğa. Zaman yorucu, zaman geçmek bilmeyen, zaman ölümcül bir renk: SİYAH. Canım sigara çekiyordu... Canım çok sigara çekiyordu! Günlerdir, bu karanlık ve soğuk zindanda ışığa hasret yaşıyordum. Yaşamın tüm zevklerinden uzakta... Viranelik....................................>> Artık kurtulmam gerek senden yüzsüzlüğün keskin ve değişken parçacığı. Enlemim ve boylamım... Evet, itiraf ediyorum... Hiçbir şeyi değiştirmeyecek belki artık ama bir çözüm olabilir belki de... Belki de “belki” benim en sevdiğim sözcük... Unuttuklarım olabilir. Hatta var; birileri var beni benden alıp bir başkası olmam için çabalayan... Benim aklımda yaşayanlar onlar. Belki de çok yakınımdalar ve benim öyküdeki adam olmamı istiyorlar. Tamam, itiraf ediyorum Mister: Bu öyküyü çaldım. Nasıl mı? Yani kaynağı sizlerdiniz ve ben yazdım. Sizler: “Ötekiler” diye dile getirdiğim, adi, düzenbaz, reklamcı, sefil, işine gelince yanıma gelen, işine gelmeyince selamdan kaçan, ve de her saniye kendi yaptığını benim de yapmam için bilmeden çabalayan... İşte başardınız! Sizin bana yaptığınız tüm pislikleri aynı kafalamalarla size iade edeceğim Hanımlar Beyler! Siz kendinizi istediğiniz kadar bilmeyin; ben sizi biliyorum! Şimdi beni itham edebilirsiniz, yargılayabilirsiniz! İtiraf noktasındayız!!! Söz savunmanın: Ama fikrini çaldığım sizler, bu öyküyü böyle yazabilecek miydiniz ki? Sizde bu yetenek ne gezer... Siz sadece parlak vitrin ışıklarını ve yalanları bilirsiniz. Islak otların arasında gördüğüm kadın! Geri çekil! Yoksa üzerine kızgın demirler düşecek! <<İçimdeki öbür “ben”e yenilmiştim! Hem de onun, benim yüzümü alıp; beni sokakta da öldürmesine izin vererek yenilmiştim... Ayıpların en büyüğüydü... Adı Çınlıyordu Aklımda: JEAN PAUL, JEAN PAUL, JEAN PAUL!!!. Kendi kendimin savaşçısıydı, gizemi, felaketi... Şizofreni............. Odaya doğru kıvrılan bir ışık gözlerimi alıyordu; siyah bir gölge görüyordum uzakta. Yaklaşıyor ve içeriye doğru girmek için kapının kilidini açıyordu: Oydu evet: Jean Paul, benim yüzüm’den arınmış, ve siyah giysileriyle; elinde orağıyla. Konuşmak için açtı ağzını Azrailim: - Benden değil bu lanet! Temsil ettiğim çoğul şahıslardan değil! Şehirden de değil oğlum; yıldızlardan, denizden değil... Sana bulaştırdığımı sandığın, oysa benimle alakası olmayan cebindeki lanetin kaynağından. Tek bir bulaştırıcısı var –Lydia-, 4000 yıl önce başladı yaşamaya ve hiçbir vakit ölmedi, yaşadı durdu nümizmatikle, Cadde’nin sanallığında. O ölmeden LANET ÇIKMAYACAK! Sana da bulaştı, sen de bitmelisin! Korkuyla kendimi bir başka köşesine atıyordum odanın. Ama... O da neyin nesiydi? Elimin altında keskin bir cisim vardı: Bir jilet! O beni öldürmeden, adam gibi ölmeyi bilmeliydim! Artık bitmeliydim, Belki de karışmalıydım toprağın mayasına: Üç hamle (ne güzel, satranç gibi): İlk hareket: Kaldırıyordum elimi; iki: boynuma götürüyordum; üç: ŞAHDAMAR!!!!!!!!!!!!!!!!!!>> Demir karyolanın içinde yeniden doğdum işte bu sabah bütün sınavları geçtiğim için Mister. Ben de öğrenmiştim artık oyunu. Doğru olanın yanından ayrılmayıp, yanlış olana yanlışla yanıt vermeliydim! KISASA KISAS! Kabus bitti, her şey yeniden başladı Mister: JEAN PAUL ÖLDÜ BU SABAH... Sizler, düşçalıcıları... Ölü bir cenaze törenini bile öldüremeyecek kadar zavallısınız artık. VE LYDIA... Biliyorum, çıkmadı lanet! Biliyorum, hâlâ seni sevdiğimden yapıyorum tüm saçmalıkları; hâlâ seni sevdiğimden hayatıma sokuyorum başka zaman olsa yüzüne bakmayacağım kadınları... Hâlâ seni sevdiğimden gülüyorum tüm dişilerin suratına, her kadına seni sevdiğimden gülücük dağıtıyorum. Ama artık ölmelisin Lydia; ölümünle yaşamalısın bendeki mahrem-i esrarınla. Artık üçüncü tekil şahsından tırnakların kalkma zamanı... Belki çıkmayacak çizmelerime sürdüğün lanet, belki yine kalacağım yabanda, mahpus olacağım, belki firarda; ama sen olmayacaksın ya, yokluğun lanetin panzehri olarak bilinecek artık akşamlarda: Unuttum Cerahat Masallarımı, bitti Lydia... Ve bana yazısız ama yamalı lanetini bıraktı Lydia üzerinde adımla... Tek bir şey içermekteydi lanetin paketi; tek bir şeyden ölünürdü viranlarda. Bana tek bir şey bırakmıştı sırçadan bir zamanda; Ve yaşamalıydım geleceğe bakarak umutla; tüm azizler gibi; tek bir çırpıda çırpınarak: Yalnızca... *Mehmet Şenol Şişli
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Ulaş ORAL, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |