Herkes cennete gitmek ister ama kimse ölmek istemez. -Joe Louis |
|
||||||||||
|
Yolculuğumun ilk durağı Gülsüm Teyzem Çocukluğumun yeşil sokağı, annemin sabun kokulu elleri, yanaklarıma batan babamın kirli sakalı, güvende olduğum, sığındığım, bahçesinde güller açan evim... Her yolculuk bir şekilde götürür beni oralara. Yaşlı ceviz ağacına tırmanıp dalların yaprakları arasında saklandığım anları hatırlarım. Baharda çiçek açan ıhlamur ağacının kokusu yayılır etrafa. Şehrin nezih, sakin bir sokağın ortalarında bir yerindeydi evimiz. Sokağın iki yanındaki granit taşlarla döşeli kaldırımlar temiz ve bakımlıydı. Kenarlarında dikili ağaçlar her yıl özenle budanır, gövdeleri kireç ile sıvanırdı. Şimdiki gibi yolun iki yanında park etmiş arabalar yoktu. Herkes garajına çekerdi aracını. Sokak kapısından girince sağda, evin giriş kapısına çıkan birkaç merdiven var. Bu kapı misafirler için açılırdı. Oradan girince üç yanı küçük camlarla çevrili bir holden doğru salona geçilirdi. Oradan girmeyip dosdoğru yürüyünce evin köşesinden sağa dönüp bahçeye açılan diğer kapıya varılırdı. Kapıdan girince birkaç basamak çıkılır. Solda mutfak, sağda ise oturma odası vardı. Her ikisinde de bahçeye bakan kocaman pencereler. Bu iki odanın arasındaki boşlukta üst kata giden merdivenler başlardı. Çocukluğumun elmalı, tarçınlı kurabiye kokulu evi; neredeyse her yolculukta eşiğinde soluklandığım... Bahçenin diğer ucunda tek katlı, beyaz badanalı küçük evde Gülsüm teyze oturuyordu. Büyükbabamın uzak bir akrabasıymış. Bize nadiren gelirdi, o da gelmek sayılmazdı ya. Annem onun belediyede çalıştığını söylemişti. İş dönüşü şöyle bir uğradığı olurdu. Bahçede dolaşırken evinin etrafına yaklaşmazdım. Bilmediğim bir sebepten çekinirdim ondan. Belki hiç gülümsediğini görmediğimden. Ufak tefek, topluca bir kadındı. Onun gelip gittiğini duymazdım. Giydiği topuksuz ayakkabılar yüzünden sanırım. Küçük beyaz ev, küs gibi, sırtını bizim eve dönmüştü. Sadece gözleri, küçük iki pencere, görünürdü. Ceviz ağacına tırmanıp evin diğer tarafını kimseye belli etmeden gözetlerdim. Bahçe duvarına bakan küçük bir veranda ve evin asma kilitli kapısı görünüyordu. Sonradan pelin olduğunu öğrendiğim, süpürge otları, maydanoz, dereotu, kekik, nane, kereviz, biber, domates, lahana ve birçok çeşit sebze ekili birkaç tarh vardı. Yavaş yavaş da olsa daha da yaklaşmaya başlamıştım küçük beyaz badanalı eve. Bazen, uzun yaz akşamları, dolanırdım evin etrafında. Gülsüm teyze beni görmezden gelir, o an yaptığı iş ile uğraşırdı. Annemin bana seslenmesiyle koşa koşa eve doğru uzaklaşırken ürkek bir "hoşça kal" ile ona veda ederdim. Merakımın içine karışmış tuhaf bir merhamet hissettiğimi anlamam için yıllar geçmeliydi. Tuhaf, çünkü bir kez dahi saçımı okşamayan, yaramazlığıma kızmayan, kim olduğunu bilip hiç tanımadığım bu kadına sıkı sıkı sarılabilme isteği vardı içimde. Küçük yaşıma rağmen omzuma dayanıp yüreğini açmasını isterdim. Bu duyguları bende nasıl uyandırdığını bilemiyordum, ama öyleydi. Belki yalnızlığı, belki sessizliği. Her hangisiyse, içim bu kadına karşı çocukça masum şefkat ile dolup taşmıştı. Kısa zamanda pişirdiği leziz limonlu kekleriyle tanışacağımı hayal bile edemezken işte o gün gelmişti. Bir sabah, babam henüz evden çıkmıştı ki kapının tekrar açılması ile merdivenlere koştuğumda babamı ve arkasında olukça uzun boylu, yapılı yaşlıca bir adamı gördüm. Başında melon şapka, kolalı dik yakalı gömleği ve bej rengi takım elbise vardı üzerinde. Annemin arkasına saklanıp eteğine yapıştığımı hatırlıyorum. Adam gür sesiyle bir şeyler söyleyerek anneme yaklaşıp elini sıktı. Sonrasında kollarında bulmuştum kendimi. Konuştuklarından bir şey anlayamamıştım. Gülerken bile gürlüyordu sanki. Gelen adam büyükbabamın Amerika’ya yerleşmiş olan kardeşiymiş. Çok uzun zaman önce gittiğinden bozuk aksanlı türkçesini sökebilmek için birkaç gün geçmesi gerekirdi. Adı Kemal'di; büyük amcam Kemal. Akşamları, sadece bayramlarda açılan misafir odasında oturup annem babam ve büyük amcam Kemal uzun uzun sohbet ederlerdi. Getirdiği hediyeler bana çok farklı ve paha biçilmez gibi görünmüşlerdi. Yatağıma yattığımdan emin olup aşağıya inerdi annem ben ise biraz bekleyip merdivenlerin karanlıkta kalan üçüncü basamağına oturup konuşulanları dinlerdim. Bir gece orada uyuyakalmıştım. Sabah uyandığımda babamın beni kucaklayıp odama götürdüğünü hayal meyal hatırlamıştım. Günler geçtikçe, ilk günkü kadar ilginç ve farklı da görünmüyordu misafirimiz. Her gün kucağında zıp zıp hoplayıp, sofrada yanımda oturan Kemal amcam aileden birisiydi artık. Bir akşam üzeri annemin bana seslendiğini duydum. Sokak kapısının önünde üç tekerlekli bisikletimle turluyordum. Bisikleti sürükleyerek bahçeye girdim. Büyük amcam evin arka kapısında düşünceli bir ifade ile Gülsüm teyzenin evine doğru bakıyordu. Yanına yaklaştığımda bisikletin tıkırtısıyla irkildi. Bir yerlere dalıp gittiği belliydi. Bana doğru eğilip: "Gülsüm teyzene misafirliğe gidelim mi?" diye sordu. Kocaman avcu içinde kaybolmuştu elim. İlk defa o ağustos akşamında Gülsüm teyzeye ve evine bu kadar yakın olabilmiştim. Gülsüm teyzeyi kapıda solgun yüzünde öfkeli ifade ile görünce ürkek ürkek sokuldum yaşlı adama. Hiç konuşmadılar, sadece sessizce baktılar birbirlerine. Bu sahneyi hatırladıkça o sessizliğin ne kadar dolu olduğunu şimdi bile hissedebiliyorum. Gülsüm teyze yavaşça çekildi kapının önünden, amcam içeriye girdi. Beni unutmuş gibilerdi. Ardına kadar açık kalan kapıdan adamın peşine takılıp içeriye girmiştim. Kolluklarının kenarlarında beyaz dantel örtüler örtülü bir kanepe vardı odanın ortasında. Arkasında, pencerenin önünde koyu renkli yuvarlak bir yemek masası ile yüksek arkalıklı iskemleler durmaktaydı. Tahta kaplı zemin üzerine çapraz atılmış el dokuması kilim ve bir de sırtını duvara dayamış camekanlı bir dolap vardı. Duvarlarda çok sayıda tablo ve fotoğraflar asılıydı. Çok farklı, gizemli bir yerdi burası. Dolabın içinde gördüğüm renkli küçük kutular, parlayan kristal kadehler, cam biblolar dokunmak için sabırsızlandıklarımdı. Ne konuştuklarını bilmiyordum ama konuşuyorlardı. Kelimeleri duymasam, anlamasam da sezgilerim sitemi, hasreti, kırgınlığı, sevgiyi algılamışlardı. Başka bir odaya açılan kapıyı fark etmiştim. Beni unutmuş olmalıydılar, kapı koluna uzanıp açmaya çalıştığımda kapı kendiliğinden açıldı, aralıkmış. Birkaç tane kabartılmış yastığın olduğu bir karyola, yanında komodin ve bir elbise dolabından başka bir şey yoktu. Odanın yarı karanlık diğer köşesinde sallanan bir koltuk vardı. Yanındaki küçük, dantel örtülü masanın üzerinde içi bir takım kağıtlarla dolu bir sepet görmüştüm. Birkaç yıl sonra bu mektupları gizlice okuyacağımı o zaman nasıl bilebilirdim... Sıkılmıştım besbelli, dışarıya, Gülsüm teyzenin küçük bahçesine çıktım. Evden bahçe duvarına kadar topu topu beş-altı metre ederdi. Duvarın diğer tarafında ise, görünmeseler de, bir başka bahçe, başka ev vardı. Evinin küçük verandasına çıktığında Gülsüm teyzeyi bu manzara karşılardı. Kendisine yarattığı dünya bir küçük ev, itina ile baktığı birkaç metrelik bahçe ve karşıdaki duvardan ibaretti. Evden çok uzak olduğumu düşünecek kadar değişik görünmüştü bana burası. Zamanla buraya çok alışacağım da aklımın ucundan geçmemişti. Büyük amcam ne zaman çıkıp gitmişti anlamamıştım. Veranda pervazı ucuna oturup ayaklarımı sarkıtmış uydurduğum bir şarkıyı mırıldanırken bir el hafifçe dokunmuştu omzuma. Döndüğümde Gülsüm teyzenin gözleriyle karşılaştım. İlk defa yüzünün yumuşak hatlarını fark ettim. Hiç de somurtkan olmadığını, gözlerindeki hüzün ile harmanlanmış sevgiyi ve derinlerinde saklanan gülümseyişini fark ettim. Elini saçlarımda gezdirip, sırtımı sıvazladı, "annen seni merak eder..." demişti. Sonraki birkaç günün birinde Kemal büyük amcam geldiği gibi aniden gidiverdi. Hayat eskisi gibi tekdüze, alışılmış devam etmişti. Tek bir fark ile; artık Gülsüm teyzem vardı, bilmediğim hikayesiyle... Okula başladığım günü hatırlayamıyorum. Hafızamı ne kadar zorlasam da, olmuyor. Varsayımlarla nedenini bulmaya çalışmak öyle pek hoşuma da gitmiyor. Şimdi ise kendime, anneme sormayı neden akıl edemediğime şaşırıyorum. Birkaç gün önce o güne dair bir fotoğraf geçti elime. Okul formasının içinde kaybolmuş, elinde kocaman çanta, yüzünde çekingen, ürkek gülümseme olan küçük bir çocuk. Çok garip, fotoğrafın çekildiği anı da hatırlamıyorum. Bu fotoğrafa bakınca gözümün önüne bambaşka hatıralar geliyor. Annem, nasılsa büyüdüm diye tekrar eski işine dönme kararı almıştı. Babamın ise sorumlulukları gittikçe artmış, her geçen gün eve daha da geç gelmeye başlamıştı. Kısaca, evde yalnızdım. Okuldan eve döndüğümde tek başıma olduğumu önce kilitli kapı hatırlatıyordu. Boynuma asılı anahtarın kilitte dönmesi ise kendimi büyümüş hissetmeme neden oluyordu. İçeriye girdiğimde çantamı ayakkabılarımı çıkardığım yerde bırakıp misafir odasına giderdim. Orada yaptığım şey ise babamın sevdiği derin ve rahat koltuğa oturmaktı. Bazen pencere kenarındaki eski yazı masasının üzerindeki kağıtları, kalemleri karıştırır kendime göre oyunlar oynardım. Annem ve babam kalemlerden bazılarının kayıp, antetli kağıtların çok çabuk tükendiğini fark etmekte gecikmediler. Babamın kısa ama yeterince ciddi konuşmasından sonra sadece koltuğa gömülüp oturmakla yetinmeye karar vermiştim. Bir süre sonra raflardaki kitaplar dikkatimi çekmeye başlayacaklardı. Okul, eve yürüme mesafesi uzaklığındaydı. Bütün yapacağım, evimizin bulunduğu caddenin sonuna gidip sağa dönmekti. Üçer katlı iki binadan oluşuyordu okul; ilk ve orta kısım. Lise kısmı arka bahçenin biraz ilerisindeydi. Okula gitmek ve gelmek benim için dünyanın en zevkli işiydi. Böyle olmasının sebebi ise iki yer arasında yürüdüğüm yol. Evden çıkıp etrafıma bakına bakına yürümek çok hoşuma giderdi. Hiçbir ayrıntıyı atlamadan görmek hoşuma giderdi. Yeni keşifler yapar gibi merak ile gözlerdim çevremi. Zamanla bizim sokağımızda oturan insanlar hakkında, hayatları hakkında pek çok şey öğrenmiştim. Bu basit bir merak değildi, bir bulmacayı tamamlamak, parçaları birleştirmek gibi bir olaydı. Mesela sokağın karşısında oturan ailenin kızı. On sekiz yaşlarında, kısa boylu, güzel yüzlü bir kız. Her sabah onu bahçede hoplayıp zıplarken görürdüm. Ellerini kaldırıp sanki yüksek bir yere yetişmek istermişçesine havalara uzanırdı. Sonradan boyundan dolayı komplekse girdiği söylentisini duymuştum. Biraz ileride yaşlı bir müzik öğretmeni oturmaktaydı. Dışarıya pek çıkmazdı. Bazen keman sesleri duyulurdu, bazen gramofonda çaldığı taş plaklar. Annem yaşlarında, güzel giyimli bir kadın yandaki komşumuzun evinin bir katına kiracı olarak yerleşmişti bir gün. Dalgalı simsiyah saçları vardı. Özenli makyaj yapılmış yüzü bir meleği andırırdı. Neden öyle bir benzetme yaptığıma önce anlam verememiştim. Babam ve annem ile gittiğim bir resim sergisini hatırlamıştım daha sonra. Uzun süre önünden ayrılmayıp seyre daldığım bir portrede gördüğüm meleğe benzetmiştim kadını. Giyiniş şekli bu çevreye göre biraz abartılı görünürdü. Aslında hiç de öyle değildi. Uzun bacakları, incecik beli, süzülür gibi yürümesi, beyaz teninde gonca gibi açan dudakları, kocaman gözleri ve omuzlarına dökülen gür saçları yanından geçen herkesin ardına dönüp tekrar tekrar bakmasına sebep olurdu. Bahçe kapısı yanında duvarın üzerine çıkıp oturduğum akşamlar annemin eve dönüşünü beklerken onun koltuğu altında paketler ile gelişine şahit olurdum. Bazen kocaman çiçek buketi, bazen birkaç kitap olurdu elinde. Yanımdan geçerken gülümseyip muzipçe göz kırpıp eliyle saçımı karıştırıp yandaki kapıda kaybolurdu. Bir gün onun da benden biraz büyük oğlu olduğunu ve onu istediğim zaman ziyarete gidebileceğimden bahsetti. Merak etmiştim. Anneme sorduğumda, doğru olduğunu söyledi. Çocuğun ayaklarında bir sorun olduğunu, yürüyemediğini anlatmıştı bana. Onunla ilk karşılaşmamız biraz soğuk geçmişti. Ne o ne de ben ne konuşacağımızı bilemedik. Biraz somurtkan ve şüpheci bir yüz ifadesi ile karşılamıştı beni. Odasının duvarları resimlerle kaplı, her yerde kitaplar, oyuncaklar vardı. Benden iki yaş büyüktü. Bir daha gittiğimde, ki annemin ısrarıydı, bana satranç öğretmeyi teklif etmişti. İki kez daha görüşebildik. Bilemediğim bir sebep yüzünden taşınmak zorundaydılar. Böylece satranç dersleri de yarım kalmıştı. Vedalaşmaya gelmişti annesi, kocaman gözlerinde gizli kalmayı başaramayan hüzün vardı. O çocukla ne arkadaş olabildim ne de olamadım. İşte, arada bir yerde kalmıştı bu ilişki, ne başlamış ne de başlamamıştı. Tahminimce, zaman tanınsaydı, belki de hayatta tek dostum olabilirdi. Bunu bana sezgilerim fısıldamıştı ... Bizim sokakta genellikle yaşlı kişiler oturmaktaydılar. Bu nedenle burada arkadaşlık edebileceğim, yaşıtım çocuklar yoktu. Bunun hem iyi hem de kötü tarafları vardı elbette. Tek başına olmayı seviyordum ama bazen bir arkadaşımın olmasını çok isterdim. Okulda çocukların öbek öbek toplanmasına, ikişerli, üçlü dolaşmalarına aklım ermezdi ama kıskandığım çok olmuştur. Eğlenceli olabileceğini tahmin edebiliyordum. Diğer yandan da yalnız kalmayı tercih ediyordum. Öyle kendimi çok daha iyi hissettiğime inanmıştım. Okulda geçen ilk yıllar içerisinde arkadaş edinme deneyimlerim pek de iç açıcı olmadığından da bu inancım iyice pekişmişti. Okula gitmek için evden çıkıp önce dümdüz yürürdüm. Belediye binasına gelince yolun her iki tarafına giden başka bir sokak olduğundan duraklayıp sağıma soluma bakıp geçerdim. Belediye binası epey eski olsa da dimdik ayakta kalmayı başarmıştı. Şehir halkının gözbebeği olan birkaç tarihi eserden biriydi. Yarısı bizim caddenin karşı tarafında, diğeri ise caddeyi yarıp geçen sokağın köşesindeydi. Tam ortada saat kulesi vardı. Bir kez dahi olsun saatin durduğunu görmemiştim. Biraz ilerisi şehir meydanıydı. Bir yanda tiyatro binası, diğerinde şehir kütüphanesinin ve sinemanın bulunduğu sanat merkezi. Meydan eski taş binalar ile çepeçevre kuşatılmıştı. İşte ben o meydanı geçip sağa dönüp okula varmış bulunuyordum. Her gün aynı yolda yürümekten hiç usanmıyordum. Eve dönüşte tiyatro binası önünde asılı afişlere uzun uzun bakardım. Meydanın ortasında bulunan küçük parkın içinden geçip fıskiyeli çeşmeden avcumu ağzıma tutup su içmek hoşuma giderdi. Ortada dikili heykelin dibinde, kaidenin ucuna oturup ağaçların arasında dolanan rüzgarın sesini dinlemeye bayılırdım. Yaprakların hışırtısı alfabesi yazılmamış ama tanıdık bir dilde söylenen bir şarkı gibiydi. Güneş ışınları saklambaç oynar gibi bir görünür bir kaybolurlardı. Etrafımdaki hayat ile ilgim olmazdı. İnsanlar, çocuklar, gezintiye veya alışverişe çıkan anneler, kaldırımlara taşmış kafelerde oturanlar, hiç birini görmüyordu gözlerim. Koskocaman şehir sadece bana aitti sanki. Kendimle birlikte uzun olurdu eve dönüşlerim. Bazı günler içimden eve girmek gelmez Gülsüm teyzenin verandasında oturup çantamdan okul kütüphanesinden aldığım hikaye kitabını çıkarır okurdum. Bu kez kendimi hikayelerin içinde kaybederdim. Okula gittiğim ilk günü hatırlamasam da o yıllara ait hatırladığım çok şey olduğundan bir günün ne önemi var ki diye düşünüyorum şimdi... Yavaş yavaş büyüyor, okulun ilk kısmından orta kısmına geçmek üzereyken bizim sokak hep aynı kalmıştı. Değişen bedenimdi, yüz hatlarım, insanların hayatları ve mevsimler, zamandı. Babam ve annem evliliklerini birlikte olmanın alışkanlığı olarak sürdürürlerken ben bunun farkında değilmişim gibi davranıyordum. Tarçınlı, elmalı kurabiyeler yapmak için annemin zamanı yoktu. Yorgun ve sessizdi. Akşamları babamın göğsüne dayanıp uyuyakalırdı. Saçları hafifçe kırlaşmaya başlamıştı. Gülsüm teyze emekli olup bütün zamanını bahçede veya evde geçirmeye başlamıştı. Bazı akşamlar yanına gider, geç saatlere kadar kalırdım. Eskiden olduğu gibi fazla konuşmazdı. Yüzünde burnuna düşen ince çerçeveli gözlüğünü takıp goblen işlerdi. Bazen işini bir yana bırakıp o an aklına gelen bir tatlıyı yapmak üzere mutfağa girerdi. Geleni gideni yoktu, yaptıklarının hepsi benim için olduklarını bilmek hoşuma giderdi. Çocukça bir bencillikle sahiplenirdim bu durumu. Eski albümlerini karıştırmama da izin verirdi ara sıra. Mezuniyet fotoğraflarında ne kadar güzel olduğunu fark etmiştim. Uçuk pembe elbisesi içinde prenses gibi görünüyordu. Sorularımı cevaplandırmaktan kaçınırdı ben de üstelemezdim. Sessiz bir anlaşma imzalanmıştı aramızda sanki, o beni ben de onu rahatsız etmiyordum. Şimdi hayatımda ne kadar önemli bir yer kapladığını anlıyorum. Onun için önemli olduğumu da... Hissettiğim çocukça merhametten fazlasını verebilseydim keşke. Hayatının sırlarını bilmek, öğrenmek olmazdı isteğim, mutsuzluklarını silebilmeyi isterdim. Belki bir nebze olsun yapabilmişimdir, farkında olmasam da. Onu gülümsettiğimde yüreğinin sevincini uyandırdığıma inanmak yapabildiğim tek şey. Aşık olduğum gün Gülsüm teyzenin işlediği goblenlere, özenle yetiştirdiği sebzelere, vazosundan eksik etmediği çiçeklere içinde yıllandırdığı aşkını anlattığına inandım. Ona dair tek bir kare net ve canlı kaldı beynimde; odanın alacakaranlık köşesinde sallanan koltuğa oturup sararmış mektupları okuduğunu gördüğüm bir akşam. İşte, dedim, Gülsüm teyzemin gerçeği bu... Her yolculuğumda özlediklerim beni ziyaret eder. Her yolculuğumda baba evimin eşiğinde soluklanır sonra yaşlı ceviz ağacına tırmanıp çocukluğuma kavuşurum. Yıllar sonra buraya dönüp Gülsüm teyzemi bulmamak, nefesimi daralttı. Eski odamdayım şimdi. Kucağımda solmuş pembe bir kurdele ile bağlanmış mektuplar ve bir asma kilidi anahtarı durmakta. Yüzüm ateş ateş, içimde öfkeli bir mahcubiyet. eylül
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © R. Eylül Aktaş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |