Hiçbir şey insan kadar yükselemez ve alçalamaz. -Hölderlin |
|
||||||||||
|
Birtanesi vardı içlerinde, bana en güzel gözüken... Her defasında kendime söz verirdim oraya giderken hepsiyle oynayacağım, eşit zaman geçireceğim diye, ama olmazdı işte... Onun minik elleri dokundumu elime, diğer çocukları bırakmış onla oynar bulurdum kendimi saatlerce; gitme vakti gelince saçlarını okşar, havalara uçururdum son bir kere... Korkusuzca kıkırdayarak gözlerimin içine bakardı her seferinde. Gururluydu... Onu tekrar görmeye gelmemi deli gibi istese de ağzını açıp tek bir kelime dahi etmezdi hiç. Ve beni oraya hep sürükleyen hafızamda kalan o son veda bakışı olurdu. Her seferinde bir daha asla hiç görüşemeyecekmişiz gibi hüzünle ve benim onunla tekrar oynamaya gelebileceğim günün ışıltılı umuduyla bakardı gözlerimin ta derinliklerine o simsiyah gözleriyle. Cesurdu... Asla ağlayıp arkadaşları gibi herşeye, kaçırmazdı bakışlarını ... Bu çocukta farklı, acayip birşeyler vardı biliyordum... Çocukluğun verdiği o saflığın temizliğin yanında, zekiydi de... Öyle herşeye boyun eğmeyecek cinsten... Asiydi sanki... Özgür ruhluydu... Annesini babasını merak ettirircesine... Onunla son oynayışımızda buruktu biraz; sanki bir daha oynayamayacağımızı sezinlermişcesine, oysa ben bir anlam verememiştim o zaman buna. Yurdu ziyaretimden üç gün sonra Amerika’da Chicago Üniversitesi’ne yaptığım doktora başvurumun kabul edildiğini öğrenip havalara uçtum. İki hafta içinde toparlanıp gitmem gerekiyordu. Bu iki hafta öylesine ucu ucuna yetti ki, bir sürü arkadaşımla vedalaşamadan kendimi oranın dondurucu soğuğunda buldum. Derslerin yanısıra, boş zamanlarımda, para kazanabilmek için öğrenci işleriyle ilgili bir ofiste çalışıyordum. Artakalan zamanlar da ancak alışveriş, kişisel bakım ve kitap okumakla geçiyordu. Virgin Bookstore* boş vakitleri geçirmek için harika bir mekandı. Kitaplar her zaman olduğu gibi burada da en yakın dostlarımdı, başka da bir kaç geyik muhabbeti yaptığım kişi dışında kimsem yoktu. Ülkem burnumda tütüyordu fakat vakit darlığından ve aileme masraf çıkarma korkusundan hiç yakınmıyor, annem ve babamla telefonda konuşurken bunu hiç çaktırmıyordum. Sonunda annem evlat özlemine dayanamamış olmalı ki, aniden çıkageldi. Ona İstanbul’u anlattırdım uzun uzun; yeni metro hattını, geçenlerde alışverişe çıktığı Beyoğlu’nu, Cezayir sokağını... Cihangir’de beraber gidip salata yediğimiz şirin kafeyi anlattı. Mest olarak ve kıskançlıktan çatlayarak dinledim... ve kendi kendime söz verdim: İstanbul’a adım atar atmaz ilk işim Beyoğlu’na gidip simit yemek, Aznavur pasajındaki hint işi çantalar satan dükkanı gezmek, sahaflardan kitap satın almak, Taksim’in, Cihangir’in en ücra köşelerinin tozunu solumak olacaktı. Zaman hiç de su gibi akıp gitmiyordu o yıllarda benim için... Kıymet bilmez insanların- İstanbul’umun o kirli dedikleri havasını solumayalı nerdeyse dört sene olmuştu ki, doktora tezi araştırmam için daha iyi bir yer olamayacağına karar vermiş, soluğu ailemin yanında almıştım. Birkaç gün süren aile ve arkadaşlarla hasret giderme faslından sonra tez üzerine araştırma yapmak için yollara düştüm. Sokak çocukları üzerine bir araştırma olacaktı bu... Evleri olmayan, ailelerinden kopuk bir şekilde sokaklarda yaşayan, dayak yiyen, hayatta kalabilmek için çalıp çırpan, zaman zaman uyuşturucu madde kullanan, suçlara bulaşan çocuklarla ilgili. İlk etapta yapmam gereken, bir şekilde, onlarla vakit geçirmek, davranışlarını incelemek, herhangi bir madde kullanıyorlar ise bu maddenin davranışları üzerindeki etkilerini gözlemleyip, bu maddelerin işledikleri suçlarla olan ilgisini araştırmaktı. Beyoğlu’ndan başlayacaktım tabi ki... Taksim’de dolmuştan inip tünele, Beyoğlu’nun en sevdiğim, en özlediğim tarafına doğru yürümeye başladım. Hava kaç dereceydi bilmiyorum ama Chicago’nun dondurucu soğuğundan sonra, burası bana bahar havası gibi gelir diye düşünüp ince giyinmekle hata etmiştim. Yanıma bir çocuk yaklaştı, yırtık pırtık giysileri onun sokaklarda yaşayan yüzlercesinden biri olduğunu anlamak için fazlasıyla yeterliydi. On hadi bilemedin on bir yaşında diye düşündüm. Minik ayakları çıplak ve nasırlıydı. “Abla bana bir döner alsana!” dedi arsız ve laubali bir ses tonuyla. “Kaç yaşındasın sen?” diye sordum. Bilmem dercesine dudak büktü. “Abla, alcan mı bana döner, çok açım yaaa” dedi. Vereceğim yanıttan umudu baştan kesmiş olacak ki, cevabımı beklemeden, elinde sımsıkı tuttuğu bezden derin bir nefes çekti. O bezin tinerli bez olduğundan adım gibi emindim ama sormadan edemedim, belki de yalan söyleyip söylemeyeceğiydi merak ettiğim: “O ne öyle, elindeki bez?” Duymamazlıktan gelip sustu... tek bir kelime dahi etmedi... “O bezi bana verirsen sana döner alırım, yanında ayran da alırım” deyince ise koşarak kaçtı; ardında beni utanç ve pişmanlık duygularıyla yapayalnız bırakarak. Vereceği tepkiyi ölçmekti amacım, tinerli bezi de o yüzden istemiştim, bu tezim için yararlı olabilirdi. Bezi vermeyeceğini biliyordum belki de... Bağımlılıkların bizi nasıl parmağında oynatabileceğini de... Onun karnı guruldayarak benden kaçmasını bile göze almıştım o an. İnsanoğlu ne kadar iğrenç, ne kadar aşağılık olabiliyordu bazen... Utanarak yoluma devam ettim. Tünel taraflarında üniversite yıllarında en sevdiğim ve arkadaşlarımla sık sık geldiğim kafeye uğrayıp sıcak birşeyler içtim. Kafe çıkışında Beyoğlu’nun büyüsüyle serseme dönmüş bir şekilde, vitrinlere baka baka Aznavur Pasajı’ndaki hint işi çantacıya doğru yürüyordum ki Burtan’a rastladım. Dünya ne kadar da küçük! Burtan benim eski erkek arkadaşımdı, şu an serinkanlılıkla eski erkek arkadaşım dediğime bakmamak lazım, o aslında en büyük aşkım, bir zamanlar beni terkederek dünyayı başıma yıkan adamdı. Üniversite yıllarında sadece ben değil, sınıftaki tüm kızlar hastasıydı onun. Giyim tarzı olsun, gittiği mekanlar, dinlediği müzikler olsun bir numarasıydı hepimizin. Bir akşam beni arkadaşlarının çaldığı bara davet edince havamdan bir süre yanıma yaklaşılmamıştı. O akşamdan sonra aramızda bir yakınlaşma doğmuştu. Burtan’la kendimi hiçbir zamam tam olarak bir ilişki yaşıyormuşuz gibi hissedememiştim ki ben! Ona aşık bir ben vardı... Birlikteydik heralde -bunun adı oysa- ve bu -her ne ise- böyle iki sene sürdü. Daha sonra Burtan beni başka bir kız için terketti. En yakın arkadaşından duyduğuma göre de, sonra pişman oldu ama artık çok geçti. Yolda karşılaştığımızda herhangi bir şaşkınlık ifadesi göstermedi. Olağan birşeymişcesine yanıma yaklaşıp “nasılsın” dedi. Sonra kendimi onunla başka bir kafede otururken, ve eski günlerden bahsederken, hatta arada duygusal konulara dalarken buldum. Sohbetimiz bittiğinde saat epeyce geç olmuştu ve ben eski günlerdeki gibi zamanın onunla nasıl geçtiğini anlamamış olmanın verdiği paniğe ve heyecana kapıldım. İstiklal Caddesi’ nde yürüdük, alkolün ve aramızda geçen konuşmaların da etkisiyle olmalı, bankamatik klübesinin içinde minik bedenlerini birbirine yaslamış, ısınmak için dipdibe uyuyan çocukları görünce gözyaşlarıma hakim olamadım. Tanrım, tüm bunlar daha önceden yok muydu? Varsa ben nasıl oluyordu da görmüyordum? Bu kadar mı meşguldüm arkadaşlarımla, sevgilimle, bilmemne barda çalan bilmemne grupla... demekki insan kendi küçük dünyasını yaratıp, onun çevresine ters bir aynalı camdan duvar örüp, sadece ve sadece görmek istediklerini görebiliyormuş. Burtan’la haftasonu görüşmek üzere sözleşerek ayrıldık. Buluşma noktamız tabi ki yine Taksim’di eski günlerde olduğu gibi. Onu uzaktan gördüğümde, beni terkettiğinde niye üzüldüğümü bir kez daha anladım, çok iyi gözüküyordu, herşeyiyle. Hatta insana yanında dolaştırdığında kendini iyi hissettiren bir tipti. Üzerinde füme rengi bir mont, taşlanmış bol kesim bir kot pantolon, ve ayağında arkadaşına yurtdışından sipariş ettiği yeni füme Nike marka ayakkabılar vardı. Bunları kusursuz taşıyor hatta bu giysiler onun bedeninde bir anlam kazanıyordu. Yanağıma sıcak bir öpücük kondurdu. Daha önce beraber gittiğimiz şık bir İtalyan restoranında yemek yedik. Burtan duyduğu pişmanlığı dile getirip, beni unutamadığını söylediğinde liseli kızlar gibi kalbim bir anlığına yerinden oynayıp acıdı. Sanki aramızda yeni bir birliktelik başlıyordu. Restorandan çıktığımızda caddede elele yürüyorduk. Yanımıza dokuz-on yaşlarında bir çocuk yaklaştı, yanında iki arkadaşı, üzerinde lime lime, solmuş kırmızı bir kazak vardı; saçları dağınık ve pisti; kahkülleri adeta gözüne girmişti. Yanındakilerin elindeki bezlerden bunun elinde yoktu. Burtan’a yaklaştı, gülerek “Aaaa abi... bak ayakkabılarımız aynı” dedi. Burtan suratını bir karış asıp tiksintiyle, önce gayri ihtiyarı çocuğun ayağına en az dört numara büyük, derisi lime lime, deforme olmuş füme renkte Nike marka ayakkabılara sonra da defol dercesine çocuğa baktı. Çocukla bir an gözgöze geldik. O an kalbim yerinden oynadı... Bu gözleri dört yıl önce kimsesiz çocuklar yurdunda bıraktığımda böyle vahşi bakmıyorlardı. Bu o’ydu... Beni hemen tanımış olacak ki süratla sağdaki sokağa doğru koşarak kaçtı. Hemen ardından, ben de koşmaya başladım ve soldaki sokağa saptım. Burtan ise bilmiyorum gün gelip anlayabilecek miydi ama o an için kendisinden kaçmama anlam verememiş olmalı ki, arkamdan bağrıyordu: “Ne oldu? Birşeyini mi çaldı piç kuruları? Yanlış sokağa saptın, dur...” *Chicago’da büyük bir kitapçı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yeşim, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |