Doğru şeritte olsanız bile, olduğunuz yerde kalırsanız er geç ezilirsiniz. -Will Rogers |
|
||||||||||
|
Bundan bir yıl önceydi, aşık olduğum kadın beni terk etmişti. Hem de ben ona nerede, nasıl evlenme teklifi etsem diye kara kara düşünürken... Sonra başka biriyle birlikte olduğunu öğrendim, daha kırkımız çıkmadan! Pezevenk, sümsük herifin tekiydi. Üniversiteden ortak arkadaş grubumuzdandı. Özel hayatımın bir yansıması mıydı bilmiyorum ama iş hayatım öyle berbattı ki, birer birer tüm müşterilerimle sürtüşmeler yaşıyor, sabahları uyanamıyor, hiçbir şeye konsantre olamıyordum. Bu durum patronun gözünden kaçmamış olacak ki, şirketin ekonomik durumunun iyi olmadığını söyleyip bana “bye bye” dediler. Büyük kararı verdiğim gün, gün boyunca yattım, uyumadım, hani vardır ya uyumakla uyumamak arasında ince bir çizgi, vitesi boşa alınmış bir arabanın içinde dik bir yokuştan aşağıya inme hissi... işte o hisle yatakta döndüm, durdum. Akşama doğru kalkıp köşedeki süpermarketin yolunu tuttum; alışveriş sepetini bir büyük rakı, camel marka sigara, en klasından tam yağlı koyun peyniri, üzüm, şarküteri reyonundan aldığım lahana sarması ve rus salatasıyla doldurdum. Eve gelir gelmez yaptığım ilk iş telefonun fişini çekmek oldu, ne dün tartıştığım kız kardeşimin dırdırını, ne de lise arkadaşlarımın geyik muhabetlerini çekecek halde değildim. Aldıklarımı sofraya yerleştirip, radyoyu açtım. Uzun zaman olmuştu, yağlı peynir, alkol, bol kalorili lahana sarması, mayonezli rus salatası olaylarına girmeyeli... Ne de severdim oysa... Üniversite yıllarının eseri alkol göbeğimi eriteceğime söz vermiştim de sevgilime. Oysa artık sevgilim -pardon eski sevgilim- sümsük erkek arkadaşıyla fingirdeşirken, ben de istediğimi yiyebilecek, onu düşünerek içebilecektim. Hatta ağlamak, aşk şiirleri yazmak... hepsi ama hepsi serbestti! Ayrıldıktan sonra daha bir sever olmuştum sanki onu... ‘niye niye niye’ kelimleri beynimde havai fişek misali patlarken, ben ilk dubleyi bitirmiştim bile. Dolmaları büyük bir hasretle mideme indirirken, radyodaki şarkıya eşlik etmeyi de ihmal etmedim. Zeynep, eski kız arkadaşım yani, öyle sinirlenirdi ki bir şey yerken konuşmama yahut ağzımı açmama, bunu anımsayınca şarkıyı ağzımı daha çok açabileyim diye bağırarak söylemeye başladım. İşte büyük kararın ilhamı da o sıralarda geldi. Kısıtlamalar, yasaklar, günahlar, nefretler, kurallar bir bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Ne kadar çok şey vardı yapmak isteyip yapamadığım, ne kadar da sevgisizdim, ne kadar da yalnızdım kalabalığın tam ortasında... ne kadar parasızdım, yorgundum, bıkmış ve bezgindim. Her şeyini kaybetmiş biriydim ben. Seneler önce 'loser'* diye dalga geçip, küçümsediğim heriflerden biriydim işte! Hatta ta kendisiydim! Ben de istediğim her şeyi yiyip içebilmeli, doktorun yasakladığı ama senelerdir boşluğunu çekirdek yiyerek yahut sakız çiğneyerek kapatmayı bir türlü beceremediğim sigarayı tüttürebilmeli, geçenlerde bir kitapta okuyup nasıl acaba diye meraktan çatladığım uyuşturucuları deneyebilmeli, güneşin doğuşunu şöyle kafam rahat seyredebilmeliydim. Sarhoşluğun eşiğinde olmasam eminim ki “tövbe tövbe” der, yirmi sekiz yaşına gelip hala böyle abuk sabuk çocukça şeyleri aklımdan geçirebildiğim ya da merak ettiğim için kendime çok kızardım. Ama sarhoştum ve çoktan karar verip, yeminimi etmiştim: Cebimde kalan para bir hafta istediğim şekilde idare ederdi beni. İdam edilecek bir mahkuma bir hafta verseler neler yapardı acaba? İşlediği suçu affettirmek için ibadet eder, duayla mı geçirirdi o haftayı, yoksa hayatın tadına bakmak, o güne kadar istediği her şeyi korkusuzca yapmak mı isterdi? “Bana ne idam edilecek mahkumdan” dedim kendi kendime, “o, günahlarını affettirmekle uğraşa dursun, ben geliyorum hayat... bana öyle bir kucak aç, öyle mutlu edip, yirmi sekiz sene boyunca yaşattığın her acıyı, her mutsuzluğu telafi et ki, ölmeden önce hakkımı sana helal edeyim.” Yorgundum, ne iş bulacak, ne karnımı doyuracak, ne ev sahibimin kapısını çalıp kirasını ödeyecek gücüm ve sabrım yoktu. Bir hafta, sadece bir hafta... hayatı korkusuzca, kimseden çekinmeden, yasaksız, ‘annem duyarsa ne der’siz, öte yandan kimseye zarar vermeden, kendimi - hayatımda bugüne kadar hiç yapmadığım kadar - sadece kendimi düşünerek, isteklerim doğrultusunda yaşayacaktım. Sonra mı? Sonra büyük karar devreye girecekti. Bunları yaşamış bir insan olarak evlenip, çoluk çocuğa karışıp, sahil yolunda bir evde oturup huzur içinde saksıda maydanoz yetiştirecek halim yoktu heralde! Ne yapacaktım yani? Şu anki hayatıma yaşamak denemezdi zaten; işsiz, çulsuz, şişko, terk edilmiş herifin tekiydim. Ölüm gayet mantıklı bir çözümdü. Büyük kararın ertesi günü hayatımın en hızlı geçen günüydü. Zeynep’le ilk kez yalnız buluşup, Polonezköy’e pikniğe gittiğimiz günden, hatta üniversite sınavından sonra çıktığım tatilden bile daha hızlıydı. Öğlene doğru ancak kendime geldim, hemen soğuk bir duş alıp kendimi dışarı attım. Senelerdir her sabah işe giderken uğradığım gazete bayisinden bu sefer gazete yerine bir paket en sertinden sigara aldım. “Hayırdır, gazete almıyor musun abi?“ diye sordu çırak çocuk. “Boş versene ya senelerdir okuyoruz da noluyor” dedim. Oh be gazete yok, haberler yok, başkalarının hayatlarıyla değil, kendi hayatımla ilgileniyorum artık diye düşündüm. Soluğu Beyoğlu’nda aldım. Şık İtalyan restoranlarından birine girip daha önce Zeynep’le beraber gelişimde mönüde görüp, canımın istemesine rağmen pahalı diye sipariş etmediğim her şeyden istedim. Tıka basa doyduktan sonra üzerine bir de sigara yakmışım ki, benden iyisi yok! İkinci durağım üniversite yıllarında arkadaşlarla takıldığım, uzun zamandır gelmek isteyip, vakit bulup da bir türlü gelemediğim bir bar oldu. Saat erken olduğundan olsa gerek, içeride temizlik vardı. Benim için bir sakıncası olmadığını söyleyerek içeri daldım. Barmen beni görünce, anımsamış olacak ki, hafifçe gülümsedi. Zeynep’le beraberken, o istemediği için hiç oturmadığım, yüksekcene bar taburelerinden birine oturdum. “Hoşgeldin” dedi barmen. “Sima tanıdık gibi ama çıkartamadım. Eskilerden?” “Eskilerden, çok eskilerden” diyip gülümsemekle yetindim. Tavrımı sempatik bulmuş olacak ki, ben bir şey söylemeden bir kadeh viskiyi önüme koydu. “Viski isteyeceğimi nereden bildin?” diye sordum şaşkın bir ifadeyle. “Gözlerinden” dedi gülümseyerek ve kendine de bir kadeh hazırlayıp, benimkiyle tokuşturdu. “Her şeyi bilir misin böyle, anlar mısın gözlerden...ıııı?” dedim. “Ersin ben...” dedi, elini uzatarak ve devam etti kendimi tanıtmama fırsat vermeden “Bazı şeyleri” diyerek gülümsedi. “Mesela başka ne istiyor olabilirim?” dedim bunu fırsat bilerek, pis pis sırıttım. “Dalga mı? O kolay yaa” dedi. Yine pis pis gülümsedim. Tam olarak ne demek istediğini anlayamamıştım ama bir de düşündüğüm şey ise diye geçirdim içimden, benden ballısı yok bu alemde. Yoksa şansım mı dönmüştü ölümü seçince... Hesap yüklü geldiğinde önce bozuldum; ama bu Ersin’in avucuma birşeyler tıkıştırmasıyla sona erdi. “Ne bu?” dedim. “Dalga istiyorum demedin mi abi” dedi. Sesinde bir huzursuzluk vardı. “Aa evet unutmuşum, tabi ki, sağolasın” dedim. Sırtını sıvazlayıp, uzaklaştım. Eve vardığımda heyecanla poşeti cebimden çıkardım; fışır fışır bir poşetin içinde, koyu yeşil çimenimsi, otumsu bir şeyler. Bunun üniversitedeyken arkadaşların esrar dedikleri ve arada bir içtikleri şey olduğunu düşündüm. Bir kez benim yanımda da içmişlerdi, sigaraya sarılıyordu. O zamanlar zararlı bulduğum için geri çevirdiğim şeyi, içmek bugüneymiş kısmet diye düşündüm. Nasıl olsa artık kaybedecek bir şeyim yoktu! E peki şimdi ne yapacaktım, tamam sigara gibi içiliyordu bu şey ama... “Nasıl sokacağım ki bunu sigaranın içine” diye düşünmemle sigaranın içindeki tütünü, kağıdı parçalamamaya gayret ederek çıkartmam bir oldu. Sonra itinayla yeşilliği ve tütünü kağıdın içine geri soktum. Sigara hazır olduğunda, sıkıntıdan çatlamak üzereydim. Sıkıntım sigarayı yakmamla son buldu. Önce meraka kapıldım, ne olacak acaba şimdi diye derin bir bekleyiş, sonra kendimi kasmayıp rahat bırakınca bir gülme krizi ve ardından gelen bir konsantrasyon yoğunluğu, felsefi, derin düşünceler... Hayat hiç de fena değilmiş aslında yahu! Bir daha, bir tane daha derken Ersin’den aldığım tüm ‘dalga’yı bitirmişim o gece... Sabah uyandığımda ise iyiydim. Hani o alkolün verdiği akşamdan kalmışlık hissi, baş ağrısı, mide bulantısı yoktu. Sadece boğazım -çok sigara içmekten olsa gerek -ağrıyordu. Kalktığım gibi Ersin’in yolunu tuttum. Beni görünce sırıttı “Nasıl beğendin mi dalgayı abi?” dedi. “İyiymiş... sağolasın koçum... ama bana başka şeyler lazım şimdi” dedim. “Ne gibi?” dedi Ersin. “Hani var ya, beyaz“ dedim. “Bizde öyle şeyler bulunmaz abi... kusura bakma işim olmaz... ama istersen bir arkadaşı ararım senin için. Abi ayıptır sorması, söylemek zorunda da değilsin tabi ama kendin için mi istiyorsun?” Evet dercesine kafamı salladım. Ersin gözlerimin içine baktı. “Kullanıcı mısın? Hadi ya...” dedi, ses tonunda üzgün bir ifade vardı. “Yok aslında ilk...” kelimeleri dudaklarımdan dökülüverdi. Ersin “Abi o zaman hatırım için bulaşma, bahsettiğin şey pis iştir, bulaştın mı bir daha kurtulmak zordur. Bizim dalgaya benzemez, bir iki arkadaş vardı oradan biliyorum” dedi endişeyle. “Ben ne yaptığımı biliyorum merak etme sen ” dedim. Bu arada gözüm kaşındaki küpeye takıldı. “Ne güzelmiş bu ‘piercing’** böyle, fosforlu mu bu?” “Evet...öyle” “Nerede yaptırdın?” “Pasajın içindeki dövmecide... acıyor ama haberin olsun.” Gülümsedim, “Arıyor musun sen şimdi, kuruyor musun benim bağlantıyı” diye sordum, sakin bir tavırla. Ersin “Sen bilirsin abi, sonra pişman olma da...” Yarım saat sonra iki sokak ötede deri ceketli, kirli sakallı adamla buluşarak istediğime kavuşmuş, mutlu mutlu evime dönüyordum. Ha bir de kaşımdaki fosforlu piercingimle! Üniversitedeyken saçlarımı çiçek çocuklarınki gibi yaptırmak istemiştim, hani balmumuyla yapılıyor ya- rasta; babam izin vermemişti, hatta bir araba da laf işitmiştim; şimdi istediğimi yapmakta özgürdüm; saçlarım kısa olduğundan rasta yaptırmam imkansızdı, durum böyle olunca onun yerini tam tutmasa da sembolik çağrışımından dolayı yaptırdım piercingi. Aldığım malzemeyi denemek için sabırsızlansam da, eve varınca ne kadar da saf ve tecrübesiz olduğumu fark ettim. Bu şeyi yiyecek ya da Türk filmlerindeki gibi içkimin içine atacak değildim ya... Peki ya ne yapacaktım ben bunu, ne kadar kullanmam gerekiyordu nalları dikmemek için? Tahtalı köye gitmeye koskoca beş gün varken zamansız çekip gitmeye hiç gerek yoktu; daha güneşin doğuşunu seyredecektim, Heybeliada’daki kahvehanede ada çayı içip, mektup yazacaktım, kız kardeşimle barışacaktım -küs gidersem, kendini suçlar diye- hem yapmak istediğim son şey köprüde İstanbul’a nazır ‘bungee jumping’ yapmaktı. Geçen yıl tatile çıktığımızda Zeynep’e beraber yapalım diye yalvardığımda öyle sinirlenmişti ki, hayatı şöyle en harbisinden bungee jumping le noktalamak çok şık olurdu. Heyt be İstanbul kanatlarımın altında... Elimdeki malzemeyle neler yapabileceğimi öğrenmek için, internete bağlandım. Daha önce bu konuyla ilgili bir kitap okumuştum, hatta konuya olan merakım da buradan geliyordu. Ama kitapta bunun nasıl kullanılabileceğinden bahsedilmiyordu; sadece kullanılınca neler oluyor, kullanıcı nasıl bir trip içinde buluyor kendini, bunlardan bahsediliyordu. Aslına bakarsak, kitap bu maddeyi karalıyor ya da övüyor demek de gayet yanlış olurdu, bir takım bilimsel verilere dayanarak gayet objektif bir şekilde insan ruhuna ve bedenine verebileceği zararlara değiniyordu. Bense satır aralarında bu maddenin insanoğluna okyanusun en ‘dibi’ni gösterebilen tek şey olduğunu okumuştum. Yanılmamışım... Oysa iğneden her zaman öyle korkardım ki... Yaşadıklarımı burada detayıyla anlatıp beyninin bir noktasında küçük de olsa benim gibi delilik unsuru bulunduran kimseyi olumlu ya da olumsuz etkilemek istemem. Ama sanırım o gün hayattan intikamımı aldım. Hayat da benden... Ertesi gün bir kere, ömrümde sadece bir kerecik kullandığım şey nasıl parmağında oynattı beni anlayamıyorum. Güya adaya gitmek üzerine kuruluydu planlarım. Adada değil Taksim’de aldım soluğu; suni deri ceketli, kirli sakallı, esmer torbacının yanında. Ada, çay, mektup, manzara planları suya düşse de, eminim yüzümde şımarık küçük çocukların zırlayarak annelerine istediklerini aldırdıktan sonra oluşan ifadelerinden vardı, cebimde büyük bir kısmını tükettiğim paramdan arta kalanla dönerken. Eve varınca ilk iş, ertesi sabah güneşin doğuşunu izleyebilmek için saati altıya kurdum. Saat seneler sonra sevgili patronum ya da ders saatini ertelememe konusunda inat eden hocalarım istediği için değil, ben istediğim için çalacaktı. En sevdiğim cd’yi koydum, bir fincan neskafe içtim önce, sonra bir gün önce yaptıklarımı tekrarladım. Sahte rüya...Yaşananlar, yaşanacaklar tekrardan ibaret değilmiş; hayatla ilgili keşfedilecekler bitmemiş! Sabah saat çalmadı! Bir bozukluk olduğu belliydi alette... Son iki hafta işe de geç kalmıştım onun yüzünden. Her neyse, sonuç olarak ben ne o sabah ne de o günden sonra başka bir sabah güneşin doğuşunu seyredemedim. Büyük kararı uygulamak için seçtiğim günün üzerine yağmurlar, karlar yağdı. Bu şey beni hayata mı bağladı, yoksa hayattan öylesine uzaklaştırdı, kopuklaştırdı ki, onun doğal bir parçası olan ölüme bile düşman mı etti bilemiyorum. Çalar saatim bana defalarca kazık attı. Kirli sakallı Mehmet Abi suni deri ceketini çıkardı, lacivert tişörtünü giydi. Bense sırasıyla bulaşık makinamı, telsiz telefonumu, televizyonumu, Zeynep’ten bana kalan tek şeyi, üçüncü yıl dönümümüzde bana aldığı kol saatini sattım. Artık kendime kendime “oğlum welcome to kaybedenler kulübü” demekten hiç gocunmuyordum. Geriye kalan her şeyimi de – ki tek tüktü zaten- kaybediyordum; eşyalarımı, bedenimi, fazla kilolarımı, kendime olan saygımı, ruhumu,hafızamı... Özgürdüm artık! Bana karışan bir patronum yoktu, sabahın köründe uyanmak zorunda değildim, sık sık tartışıp, barışmak için sevgi sözcükleri sarf etmek zorunda olduğum bir sevgilim yoktu, İstanbul istediğim an kanatlarımın altındaydı, param yoktu, sorumluluğum yoktu; sonra fosforlu bir piercingim vardı artık. Kuşlar gibi hafiftim, özgürdüm... damarlarımda ‘o’, ‘yeni kahramanım’*** dolaşırken. Biliyorum çoğunuz “Oğlum, en başından kafayı yemişsin sen... Şu gün intihar edeceğim diye ölümden randevu mu alınır, ölüm böyle tiye mi alınır, havlayan it ısırmaz, zaten bir bok yapacağın yoktu, zorun neydi, insanın gözü döner, gider, atar kendini... Sen korkak yalancının tekisin” diyorsunuz, yanılıyorsunuz. İntihar anlık bir kararmış, yalan! Bir anda olup bitermiş yalan, insanın kendi bile fark etmezmiş, ruhu bile duymazmış yalan! Sanırım kolayı seçemeyenlerdenim. Bir ölüyüm ben... Yaşarken ölmeyi başarabilen. *loser: İngilizce kaybeden- yenik düşmüş **piercing: kaş, çene, göbek gibi vücudun belli bölgelerine takılan küpe ***kahraman: İngilizce karşılığı olan ‘heroin-e’ dişi kahraman ve aynı zamanda eroin anlamlarına gelmektedir.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yeşim, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |