Her gün yeniden doğmalı. -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
Öğlene doğru, ıhlamur gölgesinde üç yaşlı adam konuşuyorlardı. Dertliydiler ve yaşamın kendilerine haksızlık ettiğine inanıyorlardı. Koca bir ömür boşa tüketilmiş, bütün çabaları, kaygıları, emekleri sanki savrulup gitmiş gibi düşünüyorlardı. Yalan dünya dönüp durmuş, ömür su gibi su gibi akıp geçmişti. Ortada oturan amca bastonuna dayanarak; - Şimdiki gençlerden hayır yok. İyi giyinsinler, yesinler, içsinler, gezsinler. Çalışmak dersen, iş dersen kaçacak delik arıyorlar. Hepsi lapacı, hazır yiyici... Ömrüm boyunca onlar için çalıştım. Bir baltaya sap olsunlar, bir işin ucundan tutsunlar diye didindim. Yalvarmaktan dilimde tüy bitti. Okula kulak asmadılar. Bir mesleğin ucundan yapışmadılar. Boyuna, posuna bakan bir şey sanır. İçleri kof, boş çuval gibi…Büyüdüler, güçlü kuvvetli adam oldular. Sıksalar taşın suyunu çıkaracaklar. İş yok, güç yok... Şimdi keşke okusaydık diyorlar, Kafalarını taşlara vuruyorlar ama nafile. Vapur bir kere kalktı artık. Bir daha o fırsat ele geçer mi?, dedi. Öbürü aldı sözü; - Benimkiler çok şükür okudular. İkisini de İstanbul’da işe koydum. Büyük olanı bankada, kız ise belediyede çalışıyor. Oğlan evini aldı. Gözü arabada. Çok şükür kendilerini kurtardılar. Allah eksikliklerini göstermesin ama bir alo demeye bile üşeniyorlar. Yazdan yaza gelirlerse yüzlerini görürüm. Geldiklerinde kıçlarını kakıp şöyle adam gibi oturmazlar. Doya doya yüzlerine bakamam. Doya doya sarılıp koklayamam. Oysa sarılıp koklamak isterim… Benimle oturup sohbet etsinler isterim. Ama nerde? Öğleye doğru uyanıp denize giderler. Deniz faslı bitince akşamları da parka, bahçeye... Tamam akıllı çocuklar, iyi çocuklar yetiştirdim. İkisi de elmas gibi, pırlanta gibi… Ama gel gelelim Allah yine de beni onların eline düşürmesin. Beni onlara muhtaç etmesin. İki gün bakar, üçüncü gün oflayıp puflamaya başlarlar. Bir tas su vermek zorlarına gider. Uzun beyaz sakalları olan amca sadece onları dinliyordu. Konuşacak söyleyecek sözü yok gibiydi. Hem dinliyordu, hem de başı önde düşünüyordu. O’nun zaten iki kızı vardı. Çoktan evlenip çoluk çocuğa karışmışlardı. Uzaklarda, gurbet ellerde olmasalar belki çok daha iyi olurdu. İkisi de becerikli ve merhametli kızlardı, İsteseler bile babalarına el ayak olamazlardı. El kapısında geçim yapmak, gelin olmak sanki kolay mı? Bayramlarda eşleriyle, çocuklarıyla gelirlerdi. Geldikleri gün daha yorgunlukları bile çıkmadan evi baştan başa pırıl pırıl yapıp öyle giderlerdi. Kaynanaları, kaynataları da onların yolunu gözlüyorlardı. Torunlarını, evlatlarını, gelinlerini özlüyorlardı. “Daha çok kalın. Onlara başka zaman gidersiniz.” diyemezdi. Eşi Naciye Hanım onu çok vakitsiz bırakmıştı. O hakkın rahmetine kavuşup gidince iyice yalnız kalmıştı. İyice yalnız ve çaresiz… Arkadaşlarının hiç olmazsa eşleri vardı. Boşuna gençlerden şikayet ediyorlardı. Yaşlı bir adamın zaten eşi varsa başka hiç kimseye muhtaç olmazdı. Ihlamur ağacının gölgesini, o yorgun ve kederli üç yaşlı adamın sohbetlerini kendi hallerine bırakıp kalktım. İçim daraldı. Belki on beş yıl sonra o ıhlamurun gölgesine bende arkadaşlarımla sohbete gelinim. Bende yakınacak, kederlenecek bir şeyler biriktiririm. En iyisi şöyle gidip pazarı bir uçtan bir uca dolaşayım. Belki biraz meyve alırım. Pazar yeri insan seli. Sarı kızın kulakları küpeli. Üç yaşlarında şeker mi şeker, ilk yaz gibi cıvıl cıvıl bir şey. Kulaklarına sarı kirazdan küpeler takmış. Kirazlara uzandım elini kulağına kapattı. Bir mavi gözlerine baktım, bir de kirazdan küpelerine. Annesinin elinden sımsıkı tutuyordu. “Kalabalıkta elimi sakın bırakma. Kaybolursan seni bulamayız.” Demiş belki de korkutmuşlardı. İçimden saçlarını okşamak geldi. Dokunamadım... Annesinin eline sımsıkı yapışmış oynaya zıplaya geçip gitti. Kalabalığın içine karıştı. Gözden kayboluncaya kadar arkasından baktım. Başka çocuklar kıskanmasın, kimse darılıp gücenmesin ama bu gün pazarın en güzel kızı oydu. Gülüşlerin en güzeli onun gözlerinde, onun gamzelerinde oynaşıyordu. Aklım hala ıhlamur gölgesinde dertleşen ihtiyarların konuştuklarındaydı. Neden gündelik yaşamlar bu kadar kederli ve mutlaka can sıkıcıydı. Daha dün Zurnacı Hasan diye biriyle tanıştım. Adam on tane karabasan gibi öyküyü birbirine ekleyip peynir ekmek yer gibi anlattı. Ne zaman vakit bulup yaşamış? Bunları bir ömrün neresine sığdırmış? İnsanın aklı almıyor. - Yedi çocuğum var. Geçimim ağır. En büyükleri İstanbul’a gitti. O iyi kötü kendini kurtardı. Altısı daha ufak. Hepsi benim elime bakıyor. Biri ilçede okuyor. İkisi köydeki okulda. Hiç birine yetişemiyorum. Elimde sanatım olmasa açlıktan gebeririz. Ben zurna, bağlama falan çalarım. Bütün vilayette kime sorsan beni tanır. Yaz olunca düğünlere falan çağırırlar. Müdürler haber gönderince halk oyunu gösterilerine de giderim. Sinop’a gelen bütün başbakanları karşılamaya ben gittim. Yaz olunca iyi kötü karnımız doyar. Ama kış gelince çok zor. Zurna işi olmadığı zamanlar ormanda çalışırım. Kesilen ağaçların dallarını budayıp, tomrukları öküzlerle yol kıyısına çekeriz. Sağlığım da eskisi gibi değil. Artık orman işin ağır gelmeye başladı. Sık sık hastalanıyorum. Başımdan çok işler geçti. Vaktin olsa da dinlesen. Anlatmakla bitmez ki. İşlerim de şansım da hiç düzgün gitmedi. Akıllı bir düzen tutturamadım. Almanya’ya bile gittim. Sanatımız demişiz. Bir yol tutturmuşuz. İlla davul, zurna. Davul zurna deyip sakın küçümseme. Parası da iyi. Şimdiki aklım olsa bir fabrikaya girerdim. Hiç olmazsa başım belaya girmezdi. Hippileri var orda. Sen bilmezsin. Görsen insan sıfatına sokamazsın. Uzun saçlı, sakallı, pis dilenci gibi adamlar işte. Dört beşi işten dönerken gece önümüzü çıktılar. Bağırıp çağırıyorlar ama bir şey anladığım yok. Birisi benim üzerime çöküp boğazıma sarıldı. Adam beni gebertecek. Biz hepimiz silahlıyız. Makineyi belimden çıkarıp şarjörü üzerine boşalttım. Kendimi korumak için attım. Kime anlatacaksın? Bize orda kim inanır? Kafam zaten dumanlı. Adamları bırakıp kaçtık. Sonradan duydum adam gebermiş. Polis vızır vızır her yerde beni arıyor. Alman hapishanelerinde ölüp gitmektense kaçtım. Avusturya’ya geçinceye kadar anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. Kısmet değilmiş. Gavurun parası herkesi zengin etti. Bana yaramadı. Hapisliği göze alıp geri de dönemedim. Bir hiç uğruna elimi kana buladım. Hippi misin nesin? Git belanı başkasından bul. Geldi bana çattı. Alnımıza böyle yazılmış işte, ne desem yalan. Her gün karşılaştığınız bu insanların öykülerini dinlerken resmen yoruluyorsunuz. Anlamaya bile yetişemiyorsunuz. Dinlediklerinizin bir kısmını anlamaya çalışırken ötekilerin ucunu kaçırıyorsunuz. Benden başka sesiz, sakin, dertsiz tasasız yaşayan kimse kalmamış diye düşünüyorsunuz. Öte yandan kendi kendinize “Herkes binlerce serüveni birbirine ekleyip yaşarken ben neredeydim? Suya sabuna dokunmadan bunca seneyi nasıl tüketmişim? ” diye sormak geçiyor. Kendinizi bu insanlara uzak, bu topraklara yabancı hissediyorsunuz.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |