Bildiğim tek şey, ben bir Marksist değilim. -Karl Marx |
|
||||||||||
|
Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Selçuk yatağında öylece yatmış, karşı duvarda asılı saate bakarak bu kelimeleri tekrarlıyordu. Söyleyişi saatin tik taklarıyla uyum içindeydi. Buna ne zaman başlamıştı bilmiyordu. Niçin bu sözcükleri seçmişti? Ne anlam taşıyorlardı? Yalnızlık ne demekti? Şu an içinde bulunduğu durum mu söyletiyordu bunları ona? Bilinçaltı dedikleri şey buydu galiba. Tüm bunları düşündüğü sırada saatin dokuz buçuk olduğunu fark etti. Birden üç buçuk saattir yatağında öylece yattığının ayrımına vardı. Buna inanamadı;ama öyle olmalıydı; çünkü ‘O’ hayatından çıktığından beri hergün altı da uyanırdı. ‘O’ sanki her sabah tam altıda odasına giriyor, leylak kokulu parfümünü odaya yayarak, önce Vivaldi’nin Dört Mevsim’ini kaset çalara koyuyor, sonra da onun koluna hafifçe dokunarak, aralık kapıdan çıkıyordu. Her sabah bu olay tekrarlanıyordu. Onun kokusuyla ve en sevdiği konçertoyla uyandığına emindi. Bu olayı yaşadığı ilk günler hemen kalkıyor ve ümitle evin içinde onu aramaya başlıyordu. Önce salon, mutfak,küçük çalışma odası ve banyo…Sonra dolaplar, koltukların arkası, yatakların altı…Her yeri arıyordu. Her seferinde bulduğu tek şey koca bir hiç oluyordu. Bir yandan bunları düşünüyor,kokuyu duyumsuyor, müziği dinliyor, bir yandan da aynı kelimeleri ardı ardına tekrarlamaya devam ediyordu. Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Birden aklına okuduğu bir kitabın kahramanı geldi. Neydi adı? Gregor,evet Gregor’du. Kafka’nın Dönüşüm kitabının kahramanı Gregor…Şu halini ona öylesine benzetti ki. Bir sabah O da yatağından kalkamamış, saatlerce öylece yatmıştı. Çünkü; bir böceğe, kocaman bir böceğe dönüşmüştü ve hareket edemiyordu. Durumunun ondan pek farklı olmadığını düşündü. Ama Gregor kalkmalıydı. Çünkü;onun bir işi ve bir ailesi vardı. Kendisinin ise; ne işi, ne ailesi ne de dostları vardı artık. Günlerce bu yataktan çıkmasa da arayan soran olmazdı onu. Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Aslında bir ay önceye kadar bir işi vardı. Bir turizm şirketinde çalışıyordu. Hayatın tadını çıkarmak,dünyayı gezip görmek isteyen insanlara yardım ettiği için mutluydu, seviyordu işini. İnsanlarla kurduğu iyi iletişim sayesinde onları hemen etkiliyor ve onları kendine hayran bırakıyordu. Konuşmasıyla etkileyemeyeceği kimse yoktu ki onun. İşte o yüzden yakışmıyordu ağzına bu sözcük. Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Arkadaşlarına ne olmuştu? Onu onca seven, her zaman onunla olmak için can atan arkadaşları neredeydi? Onları yok etmeyi nasıl da becermişti bu kısa sürede. Dostu, biricik dostu bile katlanamamıştı ona. Birtek dostu vardı. Her şeyini anlattığı, hiç yalan söylemediği insana dost denileceğine inanırdı hep. Bir söz bile yazmıştı bunun için. Bu sözü günlerce, haftalarca tekrarlamıştı hafızasından hiç çıkmasın diye. Dur bakayım nasıldı diye düşündü. ‘Dostlarına yalan söylediğinde kendinden nefret et; çünkü senin olana,en değerli olana ihanet ettin demektir. Dostlar insana paylaşım için sunulmuştur. En salt gerçekler konuşulsun diye vardır dostlar.’ Hem iç sesini hem dış sesini aynı anda bu kadar iyi kullanabilmesine şaştı. Nerede o dost diye düşündü? Şimdi burada onunla olması gerekmiyor muydu? Onu da mı yok etmişti hıncı,saldırganlığı? Yeni dost tanımları yapmaya koyuldu. Dost, dert ortağı olan Dost,çözüm bulan Dost,yargılamayan,anlamaya çalışan Dost,en iyi anlaması gereken ….. Sıkıldı bundan. Nasılsa ortada bir dost yoktu. Düşünmenin yersiz olduğuna karar verdi. Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… AİLE. Aİ-LE. A-İ-L-E. Çocukluğu gelirdi aklına aile deyince. Sadece çocukluğunda bir ailesi olmuştu. Annesi ve babası…En çok annesini severdi. Onun parfümünün de leylak kokusu olduğunu ayrımsadı birden. Odadaki kokuyu daha fazla duyumsamaya başladı. En çok ailesiyle yaptığı sabah kahvaltılarını özlerdi. Kızarmış ekmek kokusu,içmesine hiç izin verilmeyen kahvenin kokusu ve masayı renk cümbüşüne dönüştüren çeşit çeşit reçellerin kokusu…Tüm bunları bastıran bir koku olurdu hep; ‘Leylak kokusu’. Yemyeşil bahçeden her sabah özenle toplanan mor leylakların kokusu. Hayattaki kuralların mantıksızlığını daha o günlerde anlamaya başlamıştı. Her şey büyükler ve küçükler arasında paylaştırılmıştı sanki. Büyükler bunları yer içer, küçükler şunları; büyükler böyle konuşur, küçükler daha ziyade susar, büyükler böyle davranır,küçükler şöyle…Her şey büyükler, küçükler, dişiler, erkekler arasında bölüştürülmüştü ve bir diğerinin hakkına tecavüz etmek ayıptı, günahtı, yasaktı. Bu ayrımı en belirgin olarak ‘Kahve kokusu’ duyduğunda hissederdi. Annesi üstüne basa bas ‘çocuklar kahve içmez’ dedikçe büyük bir hınç duyardı. Büyüklerinde onun gibi kahve içmemesini sağlamak için elinden geleni yapardı. Bir gün kahve kavanozlarını saklar, başka bir gün kahveleri bahçede havaya saçarak,bir başka gün de misafirlere sunulan kahveleri hiç tereddütsüz onların üstüne dökerdi. Annesinden ilk dayağını da yine böyle davrandığı bir gün yemişti. O dayak, hem kahve içmekten, hem de büyüklerin kurallarından nefret etmesine neden olmuştu. Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Ölmüştü annesi, babası. Selçuk yirmi yaşındayken uçak kazasında ölmüşlerdi. Gerçek acıyla ilk o gün tanıştı. Yıkıldı,parçalandı ve zamanla alıştı. Alışılıyordu her duruma. İlk zamanlar alışmak için bir düşünce geliştirmişti kafasında. Anne ve babanın sadece çocuklukta gerekli olduğuna inandırmıştı kendini. En savunmasız,korunmasız olunan dönemde en çok ihtiyaç duyulan şeydi anne baba. Zamanla bu düşünceye iyice alışmıştı. Hatta Kafka’nın Dönüşüm’ünü okurken şükretmek gelmişti içinden, iyi ki annem babam yok, iyi ki özgürüm diye… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Hay Allah! Şimdi niye bunları düşünüyordu ki? Hiç alışık değildi çocukluğunu, ailesini ve geçmişini düşünmeye. Hem şimdi düşünecek daha önemli şeyleri vardı. Neden, neden böyle olmuştu? Nasıl yalnız kalmıştı böylesine? Tabi ya…Ah şu saldırganlıkları! Her şeyin sebebi onlar değil miydi? İşinden kovulmasının,arkadaşlarından kopmasının ve burada hareketsiz yatmasının sebebi…Her şeye ve herkese saldırıyordu olur olmadık zamanlarda. İki aydır bir şeylere saldırmadığı gün yoktu. İki ay öncesine kadar ne kimseye kötü bir söz söylemiş ne de vurmuştu. Peki neydi değişen? Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… İki ay içinde neler yaşamıştı? Sevgilisinden ayrılmıştı. Hayatında aşık olduğu tek kadından ayrılmıştı işte. Yine yıkıldı, parçalandı ve yine alıştı Selçuk. Bu onun hayatta yaşadığı ikinci gerçek acıydı. Başka ne olmuştu? Yorgo Amca geldi aklına. Yorgo Amca onun en değer verdiği insanlardandı. Onun sohbetindeki sıcaklığı, onun gözlerinin içinde bulduğu o anlamı hiçbir şeye değişmezdi. Yorgo Amca üç hafta önce ölmüştü. Bu saldırganlık durumu onun ölümünden önceye dayanıyordu; yani onun ölümünün bu olayla ilgisi olamazdı. Üstelik son görüşmelerinde onu da kırmıştı. Bir ay önce Yorgo Amca’nın eski ve değerli kitaplarla tıka basa dolu dükkanına gitmiş; ama hiç nedensizce ona da bağırıp çağırmış ve dükkanının kasvetli havasının insanı bunalttığını avaz avaz haykırarak çıkmıştı oradan. Yorgo Amca sıradan insanlardan değildi;o yüzden o gün yaptıklarından dolayı ona kırgın olmadığını ve belki de onun çözemediği anlamsızlıkları Yorgo Amca’nın çözdüğünü düşünüyordu. Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… İş yerindeki saldırganlıklarının haddi hesabı yoktu. Müşterilerden, iş arkadaşlarına ve patronuna kadar bir anda herkese saldırabiliyordu. İş arkadaşları ve patronu onu çok sevdikleri için önce bu durumu idare etmeye çalışmışlar; ancak durumun gittikçe kötüleştiğini anlayınca onu işten uzaklaşmasına karar vermişlerdi. Düşünüyordu da yine de iyi idare etmişlerdi. Onu bir akıl hastanesine yatırmadıkları için şükretmeliydi. Yaptığı şeyler akıl almaz boyuttaydı. Örneğin;bir gün yan masada oturan arkadaşı ‘gömleğin ne güzel, nereden aldın?’ diye sorunca, bir anda elinde olmadan bağırmaya, küfürler savurmaya ve arkadaşının üzerine yürümeye başlamıştı. Neyse ki bu duruma alışmış olan arkadaşları hemen araya girip onu engellemişlerdi. Bir başka gün, izlediği bir filmi kahve molasında anlatan arkadaşına saldırmaya çalışmış, sonraki gün de işleri denetlemeye gelen patronuna sayıp sövmeye kalkışmıştı. Bu onun son iş günü oldu. Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Bu olaylardan yaklaşık yirmi dakika sonra siniri geçiyordu ve biraz önceki insanın kendi olduğuna bir türlü inanamıyordu. İşten ayrıldıktan sonra da arkadaşlarına, yemek yediği yerlerdeki insanlara sebepsizce saldırmaya devam etti. Artık birçok kafe ya da restoran onu kapılarının eşiğinden içeri sokmaz olmuşlardı. Arkadaşları da artık ne telefonlarına cevap veriyorlar ne de kapılarını açıyorlardı ona. Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Yalnızım, Yalnızsın, Yalnız… Bir süreliğine düşüncelerinden sıyrıldı ve saatin iki buçuk olduğunu fark etti. Yaklaşık dokuz saattir düşünüyor; fakat hiçbir çözüm yolu bulamıyordu. Neden,neden diye haykırmak geliyordu içinden. NEDEN? Tekrar iki ay öncesine döndü. Tam iki ay önce bir şeyler olmuş olmalıydı. Onu böylesine sinirlendiren bir şeyler! Sevgilisinden ayrılmasından başka bir şey gelmiyordu aklına. Acaba Aylin beddua mı etti?diye düşündü. Artık büyülere, beddualara inanacak hale gelmişti. Leylak kokusu etkisini yitirmişti, Vivaldi’de susmuştu artık. Kalkmalıyım diye düşündü. Yoksa düşünmekten kalan aklını da yitirecekti. Doğruldu. Beynindeki sesleri susturmak için radyoyu açmaya karar verdi. Kalktı, radyoyu açtı ve yüzünü yıkamak için banyoya gitti. Geri döndüğünde radyoda bir DJ’in konuştuğunu duydu.Vivaldi’den sonra hiç çekilmiyor diye düşünerek yüzünü buruşturdu. Radyodaki ses ‘Kendinize ufacık bir kahve molası vermenin tam zamanı’ dediğinde camı açmak üzereydi. Bir anlık duraksamadan sonra camı açtı ve dışarıda top oynayan çocuklara bağırmaya, tehtidler savurmaya başladı. Gözü hiçbir şey görmüyordu, sadece bağırıyordu.On dakika sonra nefes nefese yatağına uzandı. İlk kez oluyordu böyle bir şey. Evde yalnızken ilk kez saldırganlaşmıştı. Birden DJ’in söylediği son sözleri ve duyduğu keskin kahve kokusunu hatırladı. ‘Kendinize ufacık bir kahve molası vermenin tam zamanı!’ ‘Kendinize ufacık bir kahve molası vermenin tam zamanı!’ ‘Kendinize ufacık bir kahve molası vermenin tam zamanı!’ Bu kez söylediği sözler bunlardı. Yalnızım, Yalnızsın, Yalnızın yerini alan sözler… Birden biraz önce düşündüğü çocukluk anısını hatırladı. Kahveden nefret etmesine neden olan dayak olayını ve kahvenin ona, konulmuş bütün kuralları hatırlattığını anımsadı. Ama bu olayı çocukluğunda yaşamıştı. Neden onu son iki aydır rahatsız etsin ki? Kahve,Kahve,Kahve…diye tekrarlamaya başladı. Kahve,Kahve,Kahve… Kahve,Kahve,Kahve… Bu kelimeyi söylerken bile zorlandığını hissediyordu. Ayrıca her söyleyişinde keskin bir kahve kokusunun odaya yayıldığını hissediyordu. Yumruklarını sıktığını fark etti. Tam bu anda gözünde bir sahne canlandı. Bir el. Kahve fincanına uzanan ve onu kendine doğru fırlatan bir el. Havada dans eder gibi ona yaklaşan kahve fincanı ve üzerine sıçradığı andaki düşünceleri…Çocukluğu, annesi, sevgilisi, yıkılışları, terk edilişleri. Evet, hepsini o anda düşünmüştü. Aylin’in evinde…Son kavgalarını yaptıkları o günde…Aylin’in elinin uzandığı kahve fincanında ve onu fırlatırken takındığı yüz ifadesinde… Leylak kokulu, kahve seven anne ve leylak kokulu, kahve seven sevgili… Bunları düşündüğünde yüzüne büyük bir tebessüm yayıldı. Ve sonra; Yorgo Amca’nın o gün ona elinde kahve fincanıyla ‘Hoş geldin evlat’ deyişini, Kafelerdeki ağır kahve kokusunu, İş yerindeki kahve molalarını, Arkadaşlarının kahve kokan evlerini anımsadı. Gülerek saate baktı. Saat beşti. Dingin ve mutlu bir akşamüstüydü yaşadığı. Yorucu bir gün oldu diye düşündü. Bir kahve molası vermenin tam zamanıydı şimdi. Giyindi. Daha önce hiç gitmediği bir kafeye gitti. Tüm kurallara,yasaklara inat bir değil, iki değil, üç kahve sipariş etti. Annesi ve sevgilisiyle birlikte tüm kurallardan, terk edilişlerden uzak içebilsin diye…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ASLI, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |