Bir deliyle aramda tek bir ayrım var. Ben deli değilim. -Salvador Dali |
|
||||||||||
|
- Ellerimi bağlamışlar doktor bey. Ellerim morarmış, parmak uçlarıma kan oturmuş baksana. - İp falan yok. Sen yine rüya görmüşsün. - Sen de onlardansın, biliyorum. Satılık herifin tekisin. - Onlar kim? - Anlamazdan gelme doktor. Hadi kes şu ipi. Bileklerim acıyor. - Hemşire makası getir? Selçuk ellerini birbirine kenetlenmiş olarak doktorun yüzüne doğru uzattı. Doktor olmayan ipleri bir pandomim ustası edasıyla kesti. - Hadi şimdi ellerini ovuştur. Kan akışın hızlansın. - Teşekkür ederim doktor. Ben uykuya dalınca kapımı kilitleyin. Odama kimse girmesin. - Tamam. İstersen nöbet için kapıya birini bile koyabilirim. Sen hiç dert etme… Doktor hemşire ile birlikte odadan çıkıp gitti. Selçuk yatağından kalkıp cam kenarındaki sandalyeye oturdu. Sokaklar, ağaçlar ve kocaman kent bütün şekillerini, renklerini yitirmişti. Sadece ışıklar vardı. Göz alabildiğine ışık, milyonlarca lamba… Bir sigara yakıp karşıki apartmanların pencerelerine baktı. Üst katlarda oturanların bazıları perdelerini çekmemişlerdi. Kendi mahallesini, sokağını, komşu evleri seçmeye çalıştı. Bu imkansızdı. Gece zihnimizle ve mesafelerle oynamayı çok seviyordu. Başaramadı… İzmariti kül tablasında ezip yatağına döndü. Üç çocuk eski Bizans sarnıçlarının önündeki incir ağacına çıkmıştı. Dalların uçlarına kadar tırmanıp çok güneş alan uçlardaki yeni olgunlaşmaya başlayan incirleri topluyorlardı. “ Bir tane daha gördüm. Ben göndüm. O benim. Kimse almasın. Bozuşmayalım…” Ağaçtan inip sarnıçtan sökülmüş kocaman bir taşın üzerine oturdular. Ceplerindeki incirleri çıkarıp kucaklarına dizdiler. Üç çocuk en ballı, en güzel, en tatlı incirleri kendisi yedi. Ötekilerin hepsi daha kozalaktı, hamdı, olmamıştı. Arkadaşlarına göstere göstere, özendire özendire, şamatayla, ağızlarını şapırdata şapırdata yediler. Dalda tüneyen kuşlar gibi bıcır bıcır, mahalledeki en kral üç arkadaştılar. Ertesi sabah üçünün de dudakları incir sütünden yara olmuştu. Parça parça anılar içinden geçip derin bir uykuya daldı. Uykusunda sabaha kadar yüzlerce, binlerce kez hep aynı rüyayı gördü. Gecenin en ıssız saatinde bir musluk damlıyordu. Kocaman bir evin içinde geniş bir yatakta uyumaya çalışıyordu. Damlayan musluk uykusunu kaçırıyordu. Bütün muslukları tek tek sıkıp yatağına geri dönüyordu. Yatağına uzanır uzanmaz yeniden aynı su damlasının sesi duyulmaya başlıyordu. Yeniden kalkıyordu, yeniden kocaman evin içinde damlayan musluğu arıyordu. Üç beş dakikalık bir filmi binlerce kez yeniden izlemek gibiydi. Sırılsıklam ter içinde uyandı. Nefes nefese ve yorgundu… Odasındaki banyoya gidip klozete işedi. Beş musluğun hiç biri damlamıyordu. Geceyi anımsadı. Elleri bağlı olarak uyandığı zamanı düşündü. Doktor odadan çıkarken makas elindeydi. Mavi renkli çamaşır ipini almamışlardı. Yerlere, yatağın altına, yorganın içine, kaloriferin etrafına baktı. Hatta etajerin içine ve çekmecelere, elbise dolabına bile baktı. Hiçbir yerde mavi renkli çamaşır ipini bulamadı. “Aklımı kaçırıyorum galiba, gerçekten deliyim belki,” diye düşündü. Bileklerimde ipten kalmış izler olmalıydı. Hiçbir iz ve morluk yoktu. Göremedi… Uykusunu alamamıştı ama yeniden uyumak ta istemiyordu. Nasılsa uykuya dalar dalmaz yeni bir rüya başlayacaktı. Ve ona anasından doğduğuna bin pişman edecekti. Uykuların insana bu denli eziyet edeceğini hiç düşünmemişti. Yatağın kenarına uzanıp bir sigara yaktı. Balatlar Kilisesi’nin çocukları sokaktan gizleyen bir duvarının arkasına oturmuşlardı. Sami üç beş gün önce bir fırıldak bulup gelmişti. Şark çikolatasından, Mabel sakızlardan çıkan artis fotoğraflarına oynuyorlardı. Zafer’in elindeki fotoğraflar iyice azalmıştı. Ben kendi payımdaydım. Sami ise kârdaydı. Fırıldağı çeviriyorsun dönmesi bitip yere yatınca üzerindeki yazıda ne varsa uymak zorundasın. “Bir koy, bir al, iki koy, hepsini al…” Zafer bütün fotoğraflarını kaybedince yerde birikenleri avuçlayıp kaçtı. Sami’yle ben de arkasından fırladık. Göz açıp kapayıncaya kadar kendini evin kapısından içeri attı. Yakalayamadık… Ertesi gün okulun bahçesinde elimize düştü. Bir daha böyle kalleşlik yapmayacağına dair anasının başı üzerine yemin etti. “Anam ölsün, ekmek, Kur’an çarpsın.”dedi. Temiz bir sopayı hak etmişti ama kıyamadık. Biz üç kral arkadaştık. Üç beş fotoğraf için günlerce küs kalamazdık. Sami kaleye geçmeye razı olduğunda aşağı mahallenin çocuklarını hep yenerdik. Hava aydınlandıktan birkaç saat sonra koridorlardaki sesler çoğaldı. Hasta bakıcılar tekerlekli bir arabayla mercimek çorbası servisi yaptılar. Başka bir görevli banyodaki çöp sepetini boşalttı. İçerisi havlansın diye pencereyi açtı. Kahvaltının ardından hemşire ilaçlarını verdi. Hepsini içinceye kadar da başında bekledi. “Bu gün kendin nasıl hissediyorsun?” türünden her hasta için kullandığı ezbere cümlelerle Selçuk’la konuştu. Moral vermek için “ Yüzüne kan gelmiş. Seni iyi gördüm. Yakında taburcu olursun.”deyip odadan çıktı. Ses tonu Selçuk’a hiç inandırıcı gelmedi. Hemşirenin arkasından açık pencereden içeri kocaman kara bir karga girdi. Hayvan Selçuk’u görünce geri dönmek istedi. Camın kapalı olan üst kısmına çarpıp yere düştü. Kapının altından doğruca koridora geçti. Hasta bakıcılar, hemşireler ve kalabalık koğuşlarda yatan hastalar karganın peşine düştüler. Hayvan panikle nereye kaçacağını şaşırdı. Uzun koridoru boydan boya birkaç kez uçup koridorun sonundaki cama çarpıp yer düşüyordu. Kargayı kovalayanlardan biri en sonunda pencereyi açmayı akıl etti. Hayvan bütün gücü tükenmek üzereyken açık pencereyi bulup dışarı uçtu. Koridorda karganın peşinden bir o yana, bir buna koşuşturanlar balonları elinden alınmış çocuklar gibi kalakaldı. Sanki oyunları yarım kalmıştı. Biraz evvel koşturan, bağıran, gülen, ıslık çalan kalabalık birden sus pus oldu. Hastalar odasına, hemşireler koridorun ortasındaki bürolarına geri döndüler. Doktor saat on gibi Selçuk’u muayene için odasına geldi. Kalem şeklindeki bir fenerle gözlerine baktı. Nabzını saydı. Ağzının içini muayene etti. Sulçuk’u ayağa kaldırdı. Ona küçük bir top atıp tutmasını istedi. Bun birkaç kez yineledi. Elindeki topu gözleriyle izlemesini istedi. Ellerini kendisine doğru uzatmasını, avuçlarını açıp kapatmasını istedi. Birkaç kez çömelip ayağa kalkmasını söyledi. Nabzını saydı ve tansiyonunu ölçmesi için hemşireye talimat verdi. Sonra Selçuk yatağa doktor sandalyeye karşılıklı oturdular. Konuşmaya başladılar; - Kendini nasıl hissediyorsun? - İlaçlar beni uyutuyor . Uyandığımda ağzım zehir gibi acı ve kurumuş oluyor. - Rahat uyuyabiliyor musun? - Hayır, sabaha kadar rüyalar görüyorum. - Nasıl rüyalar bunlar, bana anlatır mısın? - Bu gece sabaha kadar damlayan muslukları kapatmaya çalıştım. Aynı rüyayı yüzlerce kez görüyorum. - Zamanla düzelecek. Rüyalar seni rahat bırakacak. - İlaçlarımı değiştir. Onlar bana iyi gelmiyor. İğnelerin yerleri acıyor. - Belki apse yapmıştır. Aç kalçanı da bir bakayım. Selçuk utanarak picamasını aşağıya indirdi. - Apse yapmamış ama iğne yerlerin morarmış. İlaçların dozunu ayarlarım. - Kullandığımız ilaçları gözden geçirip iğneler için bir çare olup olmadığına bakarım. Dedi. - Sen iyi birine benziyorsun. Nasıl onlardan yanasın anlamadım. - Kimlerden yanayım? - Anlamazlıktan gelme doktor. Bana numara yapma… Doktorla tartışmanın bir yararı olmadığını düşündü. - İlgilendiğin için teşekkür ederim doktor bey. - Öğleden sonra yine geleceğim. Bir isteğin var mı? Hiçbir şey istemiyorum anlamında başını yukarı kaldırdı. Doktor “Geçmiş olsun.” deyip odadan çıktı. Selçuk sonraki birkaç gün çok iyi bir hasta oldu. Hiçbir şeyden yakınmadı. İlaçlarını itiraz etme- den içti ve görevlilere karşı hep kibar davrandı. Odasından çıkıp dolaşmasına, diğer hastalarla konuşmasına göz yummaya başladılar. Hemşireler taze çay demlediklerinde hatta ona sevdiği gibi cam bardakta getirdiler. Uykularını zehir eden rüyaları doktorundan sakladı. “Artık rüya görmüyorum, doktor.”diyordu. Yüzünde kocaman bir gülücük, iyileştiğine seviniyormuş gibi rol yaparak yalanlar söyledi. Ziyaretine gelenlere “Beni hastaneye kapattılar, öldürecekler.”bile demedi. Nasıl olsa olan biteni anlamaları imkansızdı. Yardım istemenin bir anlamı da yoktu. Bir deliye kim inanırdı. Hastaneden kaçmanın bir yolunu bulmalıydı. Ona deli diyorlardı. Deli damgası vurulmuş birini öldürmek hiç zor değildi. “Onlar beni iğnelerle ilaçlarda öldürmeden kaçmalıyım.” Kendi kendine planlar yapmaya başladı. Koridorlarda. serviste dilediğince gezmesine izin verdikleri için çok kolay olacaktı. Ziyaretçilerin geldiği öğlen atinde hastane çok kalabalık oluyordu. Kalabalığa karışmak, telaşlanmadan bakkala gider gibi kapıdan çıkıp gitmeyi planlıyordu. “Her geçen gün biraz daha iyileşiyorsun. Yakında taburcu olacaksın. “ lakırdılarını onu oyalamak için söylüyordu. Eğer bu hastaneden kaçamazsa, dışarı çıkmayı başaramazsa ömrümün sonun kadar burada kalacaktı. Ziyarete gelenler de iyice azalmıştı. Bütün komşular, tanıdıklar, herkes onu yavaş yavaş unutacaktı. Önce unutulacak, sonra öldürülecekti. Ve o öldüğünde buna kimse aldırmayacaktı. Üç arkadaş iskelenin ucundaki kocaman gemiye baktılar. Yabancı gemiler limana yanaşınca iskelenin uzun sürgülü kapısı kapatılırdı. Limanın kapısından sadece gümrükte görevli memurlar ve pasaportu olanlar geçebilirdi. Zafer uzun zamandır bir gemiye binip dünyayı gezmek, yabancı ülkeleri görmekten söz ediyordu. Yazlık sinemada gösterilen filmlerdeki ormanları, yüzlerce metreden aşağı köpük köpük akan çağlayanları, köpeklerin çektiği kızaklarla kutupları merak ediyorduk. Zencilerle, çekik gözlü Japonlarla, saçları mısır püskülü renginde olan İsveçlilerle, kovboy filmlerindeki Kızılderililerle maceralara atılmayı düşlemeye başlamıştık. Bütün iş limana kadar yüzüp çapa zincirinden gemiye tırmanmaktı. Gemi hareket edinceye kadar bir yerde saklanırdık. Amerika’da altın bulup zengin bile olabilirdik. Birkaç defa niyetlendik. Su çok soğuktu, yakalanmaktan da korktuk. Ha bu gün ha yarın derken planımızı uygulamaya sokmayı sürekli erteledik.. Bir sabah uyandığımızda gemi limanda yoktu. Biz çok kral üç arkadaştık. Koca şehirde bizden başka böyle candan arkadaş yoktu. Son zamanlarda nereye baksa altından bu çocukluk anıları çıkıp geliyordu. Belki de ilaçların etkisinden bunları anımsıyorum diye düşündü. Rüyalar, anılar, düşler ve gerçekler çok yakında birbiri içinde kaybolacaktı. Banyoya girip elini yüzünü yıkadı. Üstündeki mavi elbiseleri çıkarabilse, kendi giysileri burada olsa her şey çok kolay olacaktı. Odasından çıktı. Koridor yeteri kadar kalabalıktı. Rahatlıkla merdivenlere ulaştı. Üç katı inip hastanenin hasta kabul ve polikliniklerin bulunduğu geniş bekleme salonlu bölüme kadar ulaştı. Kapıdan çıkmasına birkaç metre kalmıştı. Kapıdaki görevliye bakmadan dışarı doğru yürüdü. Arkadan gelen bir görevli ansızın koluna girdi. Nerden çıktığını hiç anlamadığı öteki görevli de kapının önünde beliriverdi. “Sigara almaya gidiyordum. Karşıki bakkaldan ik paket sigara alıp gelecektim.”dedi. Görevliler söylediklerine inanmadılar. Onu doğruca kendi servisine götürüp görevli hemşirelere teslim ettiler. “ Bu az kalsın kaçacaktı. Son anda fark ettik. Siz burada ne yapıyorsunuz?” diyerek servisteki hemşirelere çıkıştılar. Selçuk artık göz hapsine alınmıştı. Doktor gelip “ Odadan çıkmanı bir süreliğine yasakladılar.” dedi. Hemşireler ve hastabakıcılar ona eskisi gibi yakın davranmadılar. Hatta çay bile getirmez oldular. Zamanlı zamansız odasına girip kontrol etmeye başladılar. Kaçmanın mutlaka bir yolunu bulmalıydı. Koridora çıkabildiği zamanlar her tarafı araştırdı. Merdivenlerin katlara ulaştığı bölümlerdeki pencerelerde demir parmaklık olmadığını fark etti. İki çarşafı birbirine bağlayıp yüksekliği birinci katın seviyesine kadar azaltabilirdi. Çarşafın ve nevresimin uzunluğunu, odasının tavan yüksekliğini karış karış ölçtü. Planını uygulamadan önce birkaç gün geçmesini bekleyecekti. Görevliler onu izlemekten usanmalı ve koridorda rahat dalaşabileceği kadar güven kazanmalıydı. Kaçış mutlaka gece olmalıydı. Gündüz herkesin gözü önünde pencereden aşağı sarkmak imkansızdı. Kaçış planında tek bir sorun vardı. Çünkü gece bütün hasta odalarının kapıları kilitleniyordu. Selçuk kaçış planını uygulamaya karar verdikten sonra tam on gün bekledi. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündü. Hastalara akşam yemeğinin ardından ilaçlarını veriyorlardı. Yatmadan önce isteyen salonuna geçip iki saat kadar televizyon izleyebiliyordu. Saat dokuzda doktor hemşirelerle birlikte gelip bütün odaları ziyaret ediyor, hastaların son muayenelerini yapıyordu. Servisteki hastalara uzun uzun hal hatır sorduğu için, bu ziyaret bazı akşamlar bir saati aşıyordu. Hemşireler doktorun ayrılmasının ardından bütün odaları kilitliyorlardı. Selçuk’un odası koridorun girişindeki üçüncü odaydı. Doktor Selçuk’un muayenesini bitirip diğer odalara geçtiğinde kapılar kilitlenmeden önce yaklaşık kırk dakika kadar zamanı olacaktı. Kapılar kilitlenmeden önce koridordan sessizce ve kimseye görünmeden geçmesi gerekiyordu. Çarşafın ucunu pencerenin koluna bağlayıp aşağıya süzülecek fırsatı bulabilirse hastaneden kurtulabilirdi. Karanlıkta gözden kaybolmak tere yağdan kıl çekmek kadar kolay olacaktı. Hastaneden kaçmak için hazırladığı planın ayrıntılarını son bir kez daha gözden geçindi. Hayatında ilk defa sigara içmenin büyük bir yararını görecekti. Servisteki onlarca hastadan zaten sadece bir kaçının odasında sigara içmesine izin veriliyordu. Odasındaki metal kül tablasının kenarını yerdeki karo taşa sürte sürte bıçak gibi keskin hale getirdi. Odalar kilitlenip servis derin bir sessizliğe bürününce odasının ışığını kapattı. Pencereden odaya sızan aydınlıkta nevresimin iki kenarını büyük bir titizlikle dümdüz kesti. Böylece nevresimin boyu iki kat uzuyordu. Eğer bir aksilik çıkmasa nevresim ve çarşafın uzunluğu onu yerden üç metre yüksekliğe kadar indirecekti. Kendi boyunu da hesaplayınca atlanacak yer bir metre kadar kalıyordu. O gece heyecandan sabah kadar uyumadı. Bütün ayrıntıları gözden geçirdi. Çarşafları birbirine düğümledi, defalarca karış karış karış ölçtü. Sabaha karşı yatağın çarşafını serdi. İki yanı kesilmiş olan nevresimin içine battaniyesini koydu. Kenarlarını içe doğru katlayarak yatağını düzeltti. Sabah gün ağarırken uykuya yenik düştü. Odayı temizliğe gelen görevliler yerlere paspas çekerken onun ruhu bile duymadı. Yumurta, zeytin ve çaydan oluşan sabah kahvaltısını getiren hademe uyandırmasa belki öğleye kadar uyuyacaktı. Onlar üç kral arkadaştı. Ocak başlarında bu güne kadar hiç görülmedik bir Zargana akını olmdu. İskele akşam üzeri karınca gibi insan kaynıyordu. Gece herkes otuz beşlik misinadan oltalarını sabırsızlıkla hazırladı. Sabah Zeytinlik yokuşu başında buluştular. Çantalarını Yesari Türbe’sinin arkasına saklayıp o gün okuldan kaçtılar. Tershanedeki balıkçıdan bir kiloya yakın istavrit aldılar. Kesip kesip yem yaptılar. Ekmek yemediler, su içmediler. Akşama kadar balık yakaladılar. Tuttukları balıkları solungaçlarından misinaya dizip evlerine götürdüler. O akşam eve gidince üçü de eşek sudan gelinceye kadar dayak yediler. Ama balık yiyemediler. Onlar bu koca şehirde en kafadar, en kral üç arkadaştılar. Ertesi sabah okulda “Babam beni dövmedi ki,”diyerek üçü de birbirlerine yalan söylediler. Selçuk o akşam doktorla sadece birkaç cümle konuştu. Doktor yanında çok kalırsa heyecanını gizleyemez, anlaşılır diye korkuyordu. Zaten akşamı zor etmişti. Planı kimseyi sezdirmeden, hastanedeki görevlileri işkillendirmeden uygulamak istiyordu. Doktor odadan çıkınca Selçuk kapıyı aralık bıraktı. Nevresimi ve aceleyle birbirine düğümleyip kapının aralığından koridoru gözetlemeye başladı. Koridor iyice ıssızlaşınca, terliklerini çıkardı, çarşaftan halatını kucağına alıp yalın ayak koridoru geçti. Pencereyi açıp sokağı kontrol etti. Çarşafın ucunu pencerenin kolun bağlayıp aşağıya sarkıttı. “Ölmek var ama artık dönmek yok.”dedi. Pencere tırmandı. Çarşafa sımsıkı sarılıp aşağıya kaymaya başladı. Heyecandan kalbi duracak gibi oldu. Birkaç metre aşağı inince pencerenin kolu yerinden fırladı. Suçluk uzun bir boşluktan aşağı akıp sırt üstü beton zemine düştü. Yerden kalkıp hızla karanlığa doğru koşmak istedi. Kolları, bacakları beynini bu isteğine yanıt vermedi. Yerinde kalkamayacağını, kaçamayacağını anladı. Sokak lambaları, hastanenin ışıkları, duvar, kaldırımlar ve bütün görüntüler birbirine karıştı. Selçuk’un başından sızan kan kendine ince bir yol çizip duvarın kıyısında göllendi. Gözleri uzaklara bakıyordu. Hastanenin kapısından çıkıp yanına koşanlar, sokaktan toplananlar kocaman bir kalabalık oldular. Gözleri hızlı hızlı hareket etmeye, yüzü seğirmeye başladı. Dudakları son kez aralandı. “Aysel” dedi. Başka bir şey bir şey demedi. Dünyanın bütün ışıkları karardı. Selçuk için başka sabah ve doğacak güneş kalmadı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |