Paul'un Peter hakkında söyledikleri, Peter'den çok Paul'u tanımamızı sağlar -Spinoza |
|
||||||||||
|
İstanbul, hayal edilemeyecek kadar büyük, güzel ve eski bir şehir. Türkiye’nin nazlı şehri. Güzelliği dillere destan. Melekleri bile kıskandıracak bir güzelliğe sahip. Görkemli, heybetli şehirlerin, başkentlerin sultanı. Onların baş tacı. Padişahların, prenslerin, sultanların, kralların rüyalarını süsleyen şehir. Avrupa’nın özeti. Tüm şehirlerin gözdesi… Bir taksiye atlayıp Bakırköy’e geçiyorum. Burada deniz otobüslerine binip Bostancı’ya, oradan da İçerenköy’e geçeceğim. Boğaz’ın tüm güzelliklerini doya doya seyrederek kısa bir yolculuk yapıyorum. Adeta cennetten bir güzellik parçası Boğaz. “Cennet, bu kadar güzel olabilir ancak” diye düşünüyorum. Yarım saat kadar sonra Bostancı’ya varıyorum. Liman çıkışında önüme gelen ilk taksiyi durdurarak adresi veriyorum: Karslı Ahmet Caddesi İçerenköy. Şoför “Uzak değil.” diyor. Aracı trafikte dans ettirerek sürüyor. Şehrin güzelliklerine veriyorum kendimi. Kalabalık ve gürültülü bir şehir. Deyim yerindeyse devasa bir anakent. Binlerce aracın arasından yüzerek ilerliyoruz. Çok geçmeden araç, verilen adresin önünde duruyor. Ücreti ödeyip iniyorum. Özen Sitesi işte karşımda duruyor. Apartmanlar dev bloklar halinde yan yana. Bu bloklara doğru yürüyorum. A Blok hemen önde. Biraz ötesinde B Blok, onun yanında da C Blok var. Ben, C Blok’a doğru gidiyorum. Ana kapıdan içeri giriyorum. Asansör beni bekliyor. Kapıyı açıp girmek istiyorum. Ama hayal kırıklığı yaşıyorum. Kapıda kocaman bir yazı: “BOZUK” Merdivenlere yöneliyorum. Çaresiz basamakları tek tek çıkıyorum. Elimdeki adrese göre 5. Kata kadar tırmanacağım. Nefes nefese kalıyorum. Bu tırmanma, beni çok yoruyor. Nihayet bitiyor. Kapının önündeyim. Zili çalıyorum. Kapı açılıyor. Kadir, karşımda. Şaşkın şaşkın bana bakıyor: - Aman hocam! Hoş geldin. Evi nasıl buldun böyle? Ben de her an için gel, beni al dersin diye hazır bekliyordum. Buyur, içeri gir, diyor. İçeri geçiyoruz. Çantamı uygun bir yere bırakıyorum. Oturup biraz soluklanıyoruz. Merdivenler o kadar yordu ki konuşmaya gücüm kalmadı. İçerisi oldukça sıcak. Terlemeye başlıyorum. Rahatlamamı istiyor. Rahatım. Sohbete başlıyoruz. Memleketi, köyü, köylüleri, dostları, akrabaları soruyor. Ben de köyde yaşanan son olayları tek tek anlatıyorum. Kadir: - Biraz sonra pazara çıkıp bir şeyler alalım. İftara yemek hazırlayalım, diyor. Ramazan Ayı içinde olduğumuz için oruç tutuyoruz. Bu yüzden iftara yemek hazırlamak gerekiyor. Biraz sonra hazırlanıp çıkıyoruz. Kadir, Mağusa Türk Gücü’nün sağlam bir futbolcusu. “Efsane” desek yalan olmaz. İstanbul’da Spor Akademisi’nde okuyor. Yakında o da beden eğitimi öğretmeni olacak. Çok zorda olan biri. Çünkü her hafta sonu Kıbrıs ile İstanbul arasında mekik dokuyor. Maça çıkıyor, biter bitmez aynı gün İstanbul’a geri dönüyor. Doğrusu, bu durum, hiç kimsenin dayanamayacağı ve çekemeyeceği bir meşakkat. Pazara geliyoruz. Pazar, hemen evin gerisinde. Kadıköy Belediyesi, halka iyi hizmet veriyor. Hemen hemen bütün yerleşim bölgelerinde bu tür pazarlar kurulmuş. Buralarda aradığınız her şeyi bulmanız mümkün. İçeri girerken önde büyük bir levha göze çarpıyor: “İçerenköy Sabit Pazarı” Pazara giriyor ve dükkânları gezmeye başlıyoruz. Yan yana ve karşılıklı olarak yapılmış onlarca dükkân var. Oldukça kalabalık. İnsanlar, iftarlık malzemeler alıyor. Genelde bayanlar var. Ellerinde çantalar, geziniyorlar. Biz de alışverişe başladık. Patlıcan, domates, soğan, patates gibi sebzeler alıyoruz. Yemeğin yanına pilav yapma düşüncemiz var. Pirinç almak için küçücük bir markete giriyoruz. Burada genç, orta boylu, sarışın, güzel bir bayan bulunuyor. Çok nazik. Tatlı, şirin biri. “Hoş geldiniz efendim” diyor, çok güzel bir İstanbul Türkçesiyle. “Neler arzu ettiğimizi” soruyor. Ben, hemen isteklerimizi arka arkaya sıralıyorum. Kız, benim, bu hareketime gülüyor. Ben, yanlış bir şey mi yaptım diye şaşkınlıkla bakıyorum. Kız : “Özür dilerim. Çok içtensiniz. O nedenle güldüm. Size yardımcı olayım, buyurun.” diyor. Bizi, pirinçlerin olduğu bölüme götürüyor. Pirinçleri çıkarıp veriyor. Sonra şaşırarak “Neydi? Başka neydi?” diye sormaya başlıyor. Ben de tekrar ediyorum. Ama bu defa tek tek söylüyorum istediklerimi. O da tek tek alıp getiriyor. Alacaklarımızın hepsini alıyoruz. Pirinççi kız – çünkü adını bilmiyoruz- “Salça da ister misiniz?” diye soruyor. Evde salça var mı, yok mu, Kadir, emin değil. O kadar malzemeden sonra salça almamak olmaz. Evde varsa dahi zararı yok. Kutuda bekler. Bozulmaz. Pirinççi kız, bu defa da reyondan bir kutu salça alıp getiriyor. Her şey tamam. Ödemeyi yapıp dışarı çıkacağız. Tam o esnada duvarda asılı bir resim görüyorum. Bir futbol takımının resmi: Beşiktaş. - İşte bu olmadı, diyorum resmi göstererek. Kız, gülerek cevap veriyor: - Haklısınız. Ben de memnun değilim. Oraya güzel bir Fenerbahçe posteri yakışırdı. Ne de olsa Kadıköylüyüz, diyor. - Aman Allah’ım! O hiç olmaz, diye isyan ediyorum. - Neden? - Çünkü duvarları süsleyen en güzel resim Galatasaray’ın resmidir. Tam o esnada, içeri başka bir kız giriyor. Yan dükkânda çalışan bir kız bu. Esmer biri. Beşiktaşlı olmalı ki bize söylemediği kalmıyor: - Hoop hop! Ne oluyor abiler? Sizler kendi takımınıza bakın. Biz, Beşiktaşlıyız. Beşiktaş’ımıza laf söyletmeyiz. Kan çıkar, kan! Sert, haşin ve gaddar bir görünümü var. Hiç şakası da yok gibi. Doğrusu beni korkutuyor: - Aman bacım dur! Gözünü seveyim bizi dövme. Sen ne diyorsan odur, diyorum. - Ha şöyle yola gelin. Her kuşun eti yenmez, diyor gülerek. Bu gülmesi, ortamı biraz yumuşatıyor. Pirinççi kıza dönüp akl-ı selim olmaya davet ediyorum: - Sen yine de beni dinle. Galatasaray’dan vazgeçme, diyorum. Gel, Galatasaraylı ol. Hiç pişman olmazsın, diyorum. Kızlar, gülüyor. Onlar da beni, kendi takımlarına davet ediyor. Biri Beşiktaşlı, diğeri Fenerli yapmaya çalışıyor. Dükkândan çıkıyoruz. Yürüyerek eve geliyoruz. Birkaç saat sonra iftar olacak. Yemek hazırlamak için Kadir ile kolları sıvıyoruz. Kadir, bu konuda çok tembel. Ancak ayak işlerini yapıyor. Daha ziyade ben yapıyorum yemekleri. Biraz sonra yemekler hazır oluyor. Nefis yemekler yapıyoruz. Çorba, patlıcan yemeği, pirinç pilavı, makarna ve salata var menüde. Akşam oluyor. İş çıkışı Mehmet de geliyor eve. Mehmet de bilgisayar mühendisi. Program tasarımcısı olarak çalışıyor. Aynı zamanda da ikinci bir okula öğrenci olarak devam ediyor. Üç ay sonra da bu okulu bitirip çiçeği burnunda bir iktisatçı olacak. Her ikisi de çalışkan gençler. Sorumluluklarını biliyorlar. Büyük bir gayretle çalışıyorlar. Her türlü takdiri hak ediyorlar doğrusu. İftar vakti geliyor. Oturup afiyetle yemeklerimizi yiyoruz. Sonrası Kadıköy’e şöyle bir çıkıyoruz. Tesadüf bu ya, bir havai fişek gösterisine rast geliyoruz. Gökyüzü rengârenk. Adeta bir renk cümbüşü yaşıyoruz. Gördüğümüz bu güzellik karşısında büyüleniyoruz. Başımız hep yukarıda. Patlayıp sönen ışıkları takip ediyoruz. Mc Donalds’ın bir şubesine oturup çay içiyoruz. Uzun uzun sohbet ediyoruz burada. Saatler geçiyor. Farkında dahi olmuyoruz. Kalkma vakti geliyor. Kalkıyoruz. Kadir, sabah erkenden kalkıp Kıbrıs’a gidecek. Cumartesi günü maçı var. Pazartesi sabah sabah da geri dönecek. Bu çark, her hafta onun için aynı şekilde dönüp duruyor. Yatmak için eve dönüyoruz. Ev, gerçekten çok güzel. Daireler, küçük olmasına rağmen çok lüks. Bir öğrenci için oldukça konforlu. Kendi öğrenciliğimle bunları karşılaştırıyorum. Ben, Erzurum’da, bunlar İstanbul’da. Ben, yoksulluklar ve yokluklar içinde, bunlar bolluk içinde. Ben, soğuklar içinde bunlar, sıcacık bir yuvadalar. Hele o yıllarımızda “İhtiyar” diye takıldığımız, yaşça bizden büyük olan Avanoslu Yusuf’un kaldığı evi gözlerimin önüne getiriyorum. Taşlardan örülü tek oda. Banyo ve tuvalet yok. Girişi, mutfak olarak kullanıyorduk. Burası hol biçiminde dar bir yerdi. Odanın içinde tek bir ranza, masa ve sandalye vardı. Televizyon yoktu. Küçük bir el radyosu ile dünyadan haberleri öğrenebiliyorduk. Her şeye rağmen en lüks otellerden bile çok seviyorduk burasını. Gözümüzde “İhtiyarın muhteşem şatosu” idi. Dönüp dolaşıp, “Bizim” diyebileceğimiz küçük bir yuvamızdı. Paramızın olmadığı vakitlerde veya yurdun yemeklerini beğenmediğimiz zamanlar, hemen buraya koşuyor, kendimizi ihtiyara zorla misafir ettiriyorduk. Zamanımız, neşe içinde geçiyordu. Kaloriferi de yoktu. Nuh devrinden kalma bir sac sobası vardı. Onunla idare ediyorduk. Odun ve kömürün olmadığı günlerde bakkaldan aldığımız birkaç tahta kasayı yakıyorduk. Sobanın üzerinde demlenen çayın tadına doyum olmuyordu. Ateş de sönüp bittiği zaman battaniyelere bürünüp sohbetlerimize öyle devam ediyorduk. Şimdi ise burada, kışın ortasında şort - atletle geziyoruz. Hatta terlediğimiz bile oluyor. Kendi kendime “Bu gençler çok şanslı, biz de İstanbul’da okusak ne olurdu?” diye düşünüyorum. Oysa İstanbul’a yıllar sonra sadece misafir olarak geliyorum. O da bir haftalığına. Bu nedenle planlı olmam gerekiyor. Tiyatrolara, sinemalara gitmek istiyorum. Fırsat bulabilirsem müzeleri gezeceğim. Hafta sonu Galatasaray maçı var. Diğer günlerde Taksim, Beyoğlu, Bebek, Beşiktaş ilçelerini gezmek istiyorum. Ertesi gün öğleye doğru uyanıyorum. Kadir, erkenden Kıbrıs’a Mehmet de işe gitmişler. Bana dokunmamışlar. Öyle ki kaldırmaya kıyamamışlar. Kalkıyorum. Yatağımı düzeltiyorum. Hazırlanıp dışarı çıkıyorum. Dolmuşa binip Kadıköy’e iniyorum. Kadıköy, çok kalabalık bir ilçe. İnsanlar, bir o yana, bir bu yana su gibi akıp gidiyor. Gemilerden inenler, belediye otobüslerinden inenler, yolda yürüyen insanlar, büyük bir kalabalık oluşturuyor. Buralara yabancı olduğum için akşam dolaştığımız yerlerin tekrarını yapıp bir de gündüz gözüyle görüyorum. Caddeye çıkıp yol boyunca yürüyorum. Karşıma akşamki boğa heykeli çıkıyor. Sağından yukarı caddeye doğru çıkıyorum. Çünkü kalabalık buradan akıyor. Yol kenarlarında rengârenk çeşit çeşit çiçekler bulunuyor. Çok güzel görünüyorlar. Her köşe başında bir işportacıya rastlıyorsunuz. Mallarını satabilmek için alabildiğince bağırıyorlar. İnsanların önünü kesip almaya zorluyorlar. Büyük bir canlılık var sokaklarda. Cadde yanlarında sinemalar var. Afişler asılı. Durup bu afişlere bakıyorum. Avrupa’da oynayan son filmler, burada da oynuyor. Ansızın gözüme Halk Eğitimi Merkezi çarpıyor. Önde, oynanan oyunun reklamı var. “Deli” adlı bir oyun oynanıyor. Oyunu Refik Erduran yazmış. Enis Fosforoğlu Tiyatrosu da sahneliyor. “Bu oyunu, mutlaka izlemem gerek” diye düşünüyorum. Gişeye yaklaşıyorum. Bilet soruyorum. O gün için oyunun oynanmadığını öğreniyorum. Ertesi gün, saat 15.00 için bilet alıyorum. Gişede görevli memura, “Öğretmenler için indirim olup olmadığını” soruyorum. Çünkü Devlet Tiyatrolarında böyle bir uygulama var. Gişedeki görevli memur “Kendilerinin böyle bir uygulama yapmadıklarını, ama istersem, önlerden iyi bir yer verebileceğini” söylüyor. İkinci sıranın tam ortasından bir yer veriyor. Bu sırada bir genç kız gişeye yaklaşıyor: “Hoca yok mu?” diye soruyor. “Yok” cevabını alıyor. Çünkü hoca çekime gitmiş. Hoca dediği kişinin Enis Fosforoğlu olduğunu öğreniyorum. Genç kız, geriye dönüyor. Panodaki resimleri görünce çığlık atıyor: - Aaa! Bizim oyunun resimleri çıkmış, diyor. Ay! İnanamıyorum. Aşırı derecede bir sevinç sergiliyor. Oyunculardan biri olduğunu anlıyorum. Belli ki daha yeni. Yoksa “Bu kadar sevinç olmazdı” diye düşünüyorum. Tebessümle oradan ayrılıyorum. Artık akşam olmak üzere. Dolmuşa atlayıp eve dönüyorum. İftar yemeğini yedikten sonra Mehmet ile sinemaya gidiyoruz. Güzel bir aksiyon filmi izliyoruz. Çıkışta bir pastaneye oturuyoruz. Sıcacık saleplerimizi yudumluyoruz. Küçük bir sohbetten sonra evin yolunu tutuyoruz. Ertesi gün. Yine yataktan geç kalkıyorum. Saat tam 13.00. Bu kadar yatma da olur mu diyeceksiniz? Oluyor işte. Saat 15.00’ te oyun başlayacak. En geç, saat 14.00’te evden çıkmam gerekiyor. Oyuna yetişemeyebilirim. Geç kalmak hiç de iyi olmaz. Çünkü geç kalan bölüme seyirci alınmıyor. Bekleyip bir sonraki bölümü izleyebiliyorsunuz. O da hiç iyi olmaz. Geç döneceğimi biliyorum. Bu nedenle alelacele yemeği de hazırlıyorum. İftara yemekler hazır. Saate bakıyorum: 14.00. Artık çıkmam gerek. Zamanla yarışıyorum. Trafiğe takılırsam kötü olur. Oyuna yetişemem. Evden erken çıkıyorum. Dolmuşa atlıyorum. Off! O, ne trafik öyle? Oyuna yetişemeyeceğimi düşünerek içimi bir korku kaplıyor. Oyunun tamamını izlemek istiyorum. Başını izleyemezsem hiçbir işe yaramayacak. Dolmuş, yolda durmadan durup yolcu alıyor veya indiriyor. Bu da vakit alıyor. Adı üzerinde: Dolmuş. Yolda bulduğu her müşteriyi alır. Aracı tıka basa doldurur. Şoför, durmadan yolcu alıyor, bindiriyor. Çok geçmeden indiriyor. Tabii yolcu bindikçe o da keyfe geliyor. Eh dolmuş bu! Biraz sonra biri bağırıyor: - Köşede inecek var! Ah be kardeşim! 10 metre geride durdu araç. Arası ne kadarcık? Biraz yürüsen ölür müsün? Ne vardı sanki orada inseydin. Yine hareket. Eyvah! Az ilerde birkaç yolcu daha var. Kesin duracağız. El kaldırıyorlar. Nitekim duruyoruz. Oyuna yetişelim dedik ya! Yetiştirmezler. Yolcu, araca biner binmez kaptana soruyor: - Kadıköy mü? - Evet. Diğer biri: - Göztepe Hastanesi’nden geçiyor mu? - Geçer abi. Atla. Biniyorlar. Hareket ediyoruz. Biri soruyor: - Kadıköy ne kadar? - Otuz. - Hastane? - Yirmi beş Paralar, elden ele uzatılıyor. Şoföre kadar gidiyor. Şoför, bu konuda çok usta. Bir eliyle direksiyonu tutuyor, diğer eliyle para alıyor, bozuyor, üstünü geri veriyor. Bu arada gözleri de yolda. Pür dikkat sürüyor aracı. Tam bir direksiyon cambazı. İn-binler oldukça sıklaşıyor. Anlaşıldı. Oyuna yetişemeyeceğiz. Çok az bir zaman kaldı. Yanı bu kadar sık durmasa olmaz mı? Diğer taraftan da hava çok soğuk. Kar yağıyor hafiften. Yollar kaygan. Yokuş aşağı inerken ödümüz patlıyor. Araç sanki kayarak kendiliğinden gidiyor. Bir yerlere vurdu vuracak. Kıbrıs’ta böyle hava mı görüyoruz? Saate bakıyorum. 10 dakika kalmış oyunun başlamasına. Belediye binasının önünden geçiyoruz. Az kaldı. Umutlanıyorum. Yetişeceğimi düşünüyorum. O da ne? Bu sefer de trafik lambalarına takılıyoruz. Kırmızı ışık. Duruyoruz. Bu, bir anlık durma ömre bedel geliyor. Tekrar hareket. Rahatlıyorum. Artık iyice yaklaştık. Cadde ortasındaki boğa heykeli gözüktü. Hemen yukarısında salon var. Şoför bağırıyor: - Öküzde inmek isteyenler burada insin. Sağdan döneceğim. Duruyor. Bir hamlede dolmuştan iniyorum. Daha iki- üç dakikam var. Caddede koşmaya başlıyorum. Sanki herkes bana bakıyormuş gibime geliyor. Öyle ya! Burası İstanbul. Her çeşit insan var. İşte Boğa heykeli. Tam karşımda. Yanından koşarak geçiyorum. Trafik çok yoğun. Araçların arasından geçiyorum. Solumda havuz, önümde yokuş; yol ortasında, yolu ikiye bölen demir parmaklıklar var. En önemlisi de insan seli akıyor. Büyük bir şelaleden akan amansız sulara benziyorlar. Onlara çarpmadan bir sağa, bir sola yalpalayarak koşuyorum. Hemen ilerde sinema afişlerini görüyorum. İşte “Moda Sineması” iyice yaklaştım. Vakit hiç kalmadı. Süratimi biraz daha arttırıyorum. Bu arada yorulduğumu da hissediyorum. Nefesim değişmeye başladı. Nihayet salon göründü. Koşarak basamakları çıkıyorum. Salondan içeri giriyorum. Geç kalmadığımı görünce içimi büyük bir sevinç kaplıyor. Teşrifatçı: - Hoş geldiniz, diyor. Biletimi ona veriyorum. Bana yerimi gösteriyor. Cebimden çıkardığım bozuk paralarla bahşişini vererek, teşekkür ediyorum. Oyunun henüz başlamaması beni keyiflendiriyor. Paltomu ve ceketimi çıkarıp yanıma alıyorum. İçerisi sıcak. Etrafa şöyle bir bakıyorum. Hayli de seyirci var. Derken zil çalıyor. Biliyorum ki üçüncü zilden sonra oyun başlayacak. Demek ki bu üçüncü zil. Işıklar sönüyor. Müzik başlıyor. Perde, adeta dans ederek, yavaş yavaş açılıyor. Sahne aydınlanmaya başlıyor. Seyirciler çok sessiz. Kimsede çıt yok. Zannedersiniz nefes dahi almıyorlar. Hareketli bir müzik eşliğinde oyun başlıyor. Dekor, zengin bir aile evi biçiminde düzenlenmiş. Oyuncular sahneye girip çıkmaya başlıyor. Artık kendimi iyice oyuna veriyorum. Enis Fosforoğlu, kadrosuna genellikle gençleri almış. Kendisine yılların tecrübeli oyuncusu Suna Keskin ve kızı Seren Fosforoğlu eşlik ediyorlar. Gençler, pırlanta gibi. Kendilerine güveniyorlar. Zaten, Enis Bey, oyunu tek başına sürüklüyor. Her sözü, her hareketi ayrı bir espri. Müthiş bir oyunculuk gücü var. Hayran kalmamak elde değil. İnsan, onu zevkle izliyor. Oyundaki ütün oyuncular, sanatlarını, en iyi şekilde ortaya koyuyorlar. Oyun kısaca, insanların paraya olan aşırı düşkünlüğünü anlatıyor. Para hırsının delirttiği insanı, komik bir üslupla eleştiriyor. İnsanın para karşısındaki acizliğini, ona boyun büküşünü anlatıyor. İnsanın ihtirasını, göz doymazlığını dile getiriyor. Enis Bey, okumuş, kültürlü birini canlandırıyor. Biraz da kaçık biri olarak değerlendirilmiş. Paraya, pula önem vermeyen biri. İnsan olur da paraya nasıl önem vermez? Bu yüzden deli. Oyunun adı da buradan geliyor olsa gerek. Paraya olan düşkünlüğü ile Suna Keskin, adı gibi keskin bir çizgi çiziyor. Müthiş bir kompozisyonla karşımıza çıkıyor. Doğrusu rolünün hakkını en iyi şekilde veriyor. Ama oyun sonunda hak ettiği cezayı buluyor. Çünkü kötüler, kesinlikle cezasız kalmaz. Aşkını paraya değişmeyen Seren, babasının çizgisinde olduğunu başarılı oyunculuğu ile gösteriyor. Gerçek sevgiyi her şeyin üstünde tutan genç bir üniversiteli rolünde. Adeta “Bu yarışta ben de varım” diyor sanatıyla. Oyun sıkıcı değil. Kötü, hiç değil. Gerçekten hoşça vakit geçirmek için gidilebilecek bir oyun. Hatta aklımdan “Bu oyun, Kıbrıs’ta da sahnelenebilir” diye geçiyor. İşte, organizatörlere iyi bir fırsat. Benden duyurması… Nihayet oyun bitiyor. Oyuncular, selamlamaya çıkıyor. Ayakta alkışlanıyorlar. Hele en son Enis Fosforoğlu çıktığında yer, yerinden oynuyor. Enis Bey, seyircilere: - Bu Ramazan gününde bizleri yalnız bırakmadığınız için hepinize teşekkür ediyorum. Gala gibi bir şey oldu. Çünkü bu ikinci oynayışımız. Umarım beğenmişsinizdir. Bu arada oyunumuzun yazarı Sayın Refik Erduran da aramızda. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz, diyor. Alkışlar, alkışlar. Perde kapanıyor. Salon yavaş yavaş boşalıyor. Ben, oyunun yazarına gidiyorum. Kendimi tanıtıyorum. İzin isteyip resmini çekiyorum. Kıbrıslı olduğumu öğrenince memnuniyeti daha da artıyor. Benimle yakından ilgileniyor: - Buyurun, beraber çekilelim, diyor. Eşi olduğunu düşündüğüm bir bayana fotoğrafımızı çekmesini söylüyor. Birlikte ölümsüz bir hatıraya imza atıyoruz. Yazara, oyunu soruyorum. Çok kısa cevaplıyor: - Çocuklar, çok güzel oynadı. Beğendim. Bu oyunu, yirmi yıl önce yazmıştım. İnsanlar, hiç değişmiyor. Yirmi yıl önceki insanla, bugünkü insan aynı, diyor. Bu söz, beni çok etkiliyor: “İnsanlar, hiç değişmiyor.” Gerçekten de insanlar değişmiyor. Yıllar geçse de, yüzyıllar geçse de insan, aynı kalıyor. İnsan, aynı insan. Şahıslar, değişse de insan, değişmiyor. Aynı kalıyor. Çıkar, menfaat kendini düşünme, kendini beğenme, para hırsı… Bu gün de aynı şeyleri görmüyor muyuz? Yolsuzluklar, haksız kazançlar, sahtekârlıklar, üçkâğıtçılıklar, düzenbazlık, tokatçılık, adam kayırma, insan seçme… Peki, bu durum nereye kadar sürüp gidecek? Bu insan, ne zaman değişecek? Ne zaman sadece kendini düşünmeyecek? Ne zaman kölesi olduğu paraya değer vermeyecek? Onun kölesi olmayacak? Bu dünyayı ne zaman güzelleştirecek? Ne zaman, insan, insanı insan olarak görecek? Bunun için dünyadaki bütün paraları ortadan mı kaldırmalı? Yok mu etmeli tüm paraları? Yakmalı, imha mı etmeli? Yoksa insanın içindeki menfaat duygularını mı köreltmeli? En iyisi insanın içindeki bütün; ama bütün kötülükleri yok etmeli. Güzel bir dünya kurmalı. Kötüsüz, çirkinsiz bir dünya. İyiliklerle dolu, huzur, mutluluk dolu. Barış dolu bir dünya. GÜZEL BİR DÜNYA! Hakan Yozcu Güzel Bir Dünya Öyküler KKTC 1997
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Yozcu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |