Şiir, seçmek ve gizlemek sanatıdır. -Chateaubriand |
|
||||||||||
|
Yaşlı, kimsesiz biriydi. Hastalığı artık iyice azmıştı. Yakında öleceğini kendisi de biliyordu. Yürüyemiyordu. Elleri ve ayakları şişiyor, göğsü de iyice daralıyordu. Bu yüzden ne nefes alabiliyor; ne de yürüyebiliyordu. 10 metre yürüdüğü zaman nefes nefese kalıyor, ayaklarında gücü kalmadığı için dinlenme ihtiyacı hissediyordu. Doktora gidecek parası da yoktu. Olsa da zaten yine gitmezdi. İçki içmeyi çok sevdiği için o parasını da içkiye verecekti mutlaka. Önceleri hayli şişmandı. Fakat şimdilerde düzenli beslenmediği için zayıflamıştı da. Günden güne de çöküyor, eriyip bitiyordu. Doktor, sigara ve alkolü yasak etmişti. Ama o, inat edercesine dudağından sigarayı, cebinden de şişeyi eksik etmiyordu. Evi de yoktu. Sağlıksız, virane görünümlü, boyasız, sıvasız, rutubetli küçücük bir odada kalıyordu. Burası bir dükkândan bozma bir mekândı. Ev desen eve benzemiyor, dükkân desen dükkâna benzemiyordu. Yalnızdı. Yapayalnız. Karısı, çocuğu, akrabası kimsesi yoktu. Bu yüzden gamsız, kedersiz, umarsız olmuştu. Beklediği, istediği hiçbir şey yoktu. Nasıl olsa ölecekti. Niye bu dünyayı kendine zehir edecekti? Bir döşek, bir yastık, bir battaniyesi vardı ya, kuş tüylü yatağı, yorganı olsa ne yapacaktı? Komşular da çorbasını, aşını, ekmeğini getiriyordu, daha ne isteyecekti? Sarayda, köşkte yaşasa ne olacaktı? Herkesin sonu aynı değil miydi neticede? Yaşayan herkes günü gelince bir gün ölmeyecek miydi? Yine bir gün, kahvehaneye gidebilmek için odasından çıkmıştı. Çok yavaş adımlarla hareket ediyordu. Normal biri olsa evden kahveye 5 dakikada varırdı. Kendisi 15 dakika olduğu halde ancak komşunun kapısına varabilmişti. Kahvehane daha çok uzaktaydı. Nefes nefese kalmış, yorulmuş, takati kalmamıştı. Adımları atmıyor, yürüyemiyor, ileriye bir türlü gidemiyordu. Oracığa yığılıp kaldı. Ta ki komşunun oğlu onu görene kadar orada kaldı. Ne kadar orada kaldığının farkına bile varamadı. Zaman durmuştu sanki. Vakit geçmiyordu. Gözlerini açtığında kendini hastanede buldu. Bembeyaz elbiseler giymiş hemşireyi gördü karşısında. Tansiyonunu ölçüyordu. Hemşire, kendisine: “Kıpırdama amca, öyle kal. Kolunu aç.” demese, öldüğünü sanacaktı. Zira hemşireyi bembeyaz elbiseler içinde görünce kendini cennette zannetmişti. Oysa hastanede idi işte. Komşu oğlu kendisini hemen araya atmış, hastaneye getirmişti. Oysa ne gerek vardı buna? Orada 10 dakikacık dinlense bir şeyciği kalmazdı. Kendine gelir ayaklanır giderdi. Şimdi, iğneler, ilaçlar, serumla haplar… Kim çekecekti bütün bunları? Biraz sonra hemşire kız da gitmişti. İşte yine yalnız kalmıştı. Gözleri bir ara kapanır gibi olmuştu. Ama uyumaya hiç niyeti yoktu. Düşünmek istiyordu. Şu andaki çektiği bütün acıları unutup geçmişteki mutlu günlerini hatırlamak istiyordu. Döndü, geriye şöyle bir baktı: Karısını gördü. Sahi, bir zamanlar karısı vardı. Evlenmişti. Çocukları olmuştu. Çocuklarını düşündü? Kaç tane çocuğu vardı? Kaç kız, kaç erkek? Peki, neredeydiler şimdi? Neden yanında değillerdi? Neden hep yalnızdı? Gözleri, daha gerilere gitti. Gençlik yıllarını anımsadı. Paralı olduğu günleri, herkesin kendine “Ağa”, “Bey”, “Efendi” dedikleri günleri düşündü. Her başı derde giren, her sıkıntıya düşen ona koşmuyor muydu? Her aç kalan, her parasız kalan onu bulmuyor muydu? Her dara düşen, her başı ağrıyan, her işi düşen ona gelmiyor muydu? Hepsinin işini görmüyor muydu? En önemlisi de ailesi ile iyi geçinmiyor muydu? Ne kadar da iyiydi oysa. Mutluydular. Peki, nerde kaldı şimdi o bütün peşinde koşanlar? Vefalı dostları hani neredeler? Elinden tuttuğu, işlerini hallettiği, dertlerine deva olduğu insanlar neredeler? Kaç gündür boğazından bir lokma ekmek bile geçmemişti. Hastaydı işte. Niye kimse arayıp sormuyordu. Hasta olduğunu bilmiyorlar mıydı? Elbette hepsi biliyordu. O halde neden biri “Geçmiş olsun” demeye gelmiyordu. İşleri mi çıkmıştı yoksa? Peki, karısı ve çocukları neredeydi? Neden yanlarında değillerdi? Neden yalnızdı? Karısı, kendisini yıllar önce terk etmemiş miydi? Çocuklarını da alıp gitmemiş miydi? “Haksızlık” diye düşündü. Ama bu haksızlık, kime idi? Kendine mi; yoksa ailesine mi? Eşi, belki de haklıydı kendini bırakıp gitmekle. “Ah!” dedi, kendi kendine. “ O, içki ve kumarın gözü kör olsun.” Onlar yüzünden değil miydi tüm bu çektikleri? Bütün varlığını içkili içkili kumar masalarında kaybetmemiş miydi? Az mı bekletmişti karısını, o kış soğuk gecelerinde sabahlara kadar dayak atarak… Evet. Belki de haksızlığı kendisi yapmıştı böyle davranarak. Belki de haklıydı karısı böyle davranmakla. Ne yapsın? Canına tak etmişti artık. Aç kalmak, sabahlara kadar uykusuz kalmak; üstelik bir de sarhoş dayağı yemek. Çekilecek durum muydu bunlar? Tabii ki çekip gidecekti. Kendisi olsa, bir saniye bile beklemeyecekti. O mutlu günlerini özlüyordu. O günlerin bir daha geri gelmeyeceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden kendini muhakeme ediyordu. Kızıyordu kendisine. Tanrıdan özür diliyordu. Yaptıklarından büyük bir pişmanlık duyuyor, tövbe ediyordu. Küçük kızını düşündü. Narin, zarif, güzel, sessiz, içli kızını… Kendi halinde, umutlu, sevecen, hayata bağlı, gelecekten beklentisi olan, o, dünyada benzeri olmayan, eşsiz kızını. Belki de en büyük haksızlığı ona yapmıştı. Gençti kızı. Henüz on beşinde. Rahatsızdı. Doktora gitmesi gerekiyordu. Ameliyat olması gerekiyordu. Ah bu doktorlar! Neden bir ameliyat yapabilmek için bu kadar çok para istiyorlardı? Neden insanın sağlığına, hayatına önem vermiyorlardı? Para, bir insandan, onun canından daha mı önemliydi? Her şey para mıydı? Dünyanın temeli paranın üzerine mi kurulmuştu? Parası olmayanlara neden yaşama hakkı yoktu? Neden? Neden? Neden? İsyan etti. Kurtaramamıştı kızını. Kendi elleriyle toprağa vermişti onu. Doyamamıştı onun sevgisine. Kızı da babasına doyamamıştı. Sevgileri yarım kalmıştı. Önünde daha uzun yıllar vardı. Okuyacaktı. Doktor olacaktı. Parası olmayan hastaları parasız muayene edecekti. Darda olanlara yardım edecekti. İlerde evlenecekti. Çocukları olacaktı. Onlara bakacak, büyütecek, onların en iyi şekilde eğitim almaları için elinden gelen her şeyi yapacaktı. Onları geleceğe hazırlayacaktı. Olmadı işte. Bütün bunları çok gördüler ona. Gencecik yaşta gidivermişti. İstemiş miydi acaba o, gitmeyi? “İster misin?” diye ona sormuşlar mıydı? “İşte kader” deyip atıverdiler. Evet, kader. Ama bu kaderi biraz da kendisi yaratmamış mıydı? Utandı kendisinden. Kendisini katil gibi görmeye başladı. Bir çare bulamamıştı ona. Derman olamamıştı. Özür diledi kızından. Kendisini affetmesi için Tanrıya dua etti. Gözlerini açtığında sabah olmuştu. “Meğer uyuyakalmışım” dedi. “Öğleye çıkarım” diye düşünüyordu. Oysa doktorun düşüncesi hiç öyle değildi. Onu bırakmayı düşünmüyordu. Bu cinayet olurdu. “Kalsın” diyordu. “Çok güç kaybetmiş. Kendine gelsin.” Kendine geldiğinde hemen kalkıp gitmek istedi. Fakat bırakılmıyordu. Doktor şimdi de “Kalsın” diyordu. Tıpkı kızına dediği gibi. Korktu. “Hastane köşesinde ölmektense evimde, dostlarımın arasında öleyim” diye düşünüyordu Kalktı. Dolaptaki elbiselerini aldı. Yavaş yavaş giydi. Kimseye görünmeden dışarı çıktı. Merdivenleri küçük adımlarla indi. Arada bir duruyor, soluklanıyordu. Dışarı çıktı. Yoldan geçen bir taksiye işaret vererek durdurdu. Bindi. “Güvercinlik” dedi. Taksi verilen adrese doğru hareket etti. Taksi, çemberi geçmişti. Yol, tenha idi. Birkaç dakika içinde terminale geldi. “Burada kalayım” diye düşündü. Fakat sonra bu düşünceden vaz geçti. Şoföre bir şey demedi. O da köyün yoluna devam etti. Araba köye doğru yol aldı. Mağusa, çoktan geride kaldı. Güvercinlik 15 km kadar uzaklıktaydı. Çok geçmeden köyde olurlardı. 10 dakika içinde köy yokuşunu çıktılar. Köye gelmişti işte. Araç, odasının önünde durdu. Araçtan indi. Taksi ücretini ödedi. Kimsecikler görmemişti geldiğini. Etrafta hiç kimse yoktu. Sessizce ağır ağır kapıyı açıp odasına girdi. Odada eşya cinsinden pek bir şey yoktu. Bir somya, bir döşek, kirli bir yastık, eski bir de battaniye vardı. Masa, sandalye, koltuk türünden hiçbir şey yoktu. Hemencecik yatağına girdi. Uyumak istiyordu. Yorulmuştu. Biraz uyursa dinlenmiş olacaktı. Gözleri şişmişti sanki. Oysa yeteri kadar uykusunu almıştı. Ama yıllardır hiç uyumamış gibi bir hali vardı. Nedense hiç yapmadığı halde odasını içten kilitlemişti bu defa. Hâlbuki nesi vardı çalınacak? Sebebi bu değildi. Çok iyi biliyordu sebebini. İçinden böyle gelmişti. Böyle hükmetti kendisine. Perdeleri de çekmişti sonuna kadar. Karanlığa bürünmüştü oda tamamen. Hiç ışık almıyordu. Gece olmuştu. Üşüyordu. Hem de ne üşüme? Soğuktu. Sanki kar kapıyı götürmüştü. İliklerine kadar donmuştu. Öylesine üşüyordu işte. Elleri ve ayakları yine şişmişti. Belki ondandır diye düşündü. Battaniyesini üzerine çekmek istedi. Fakat bir türlü battaniyesini bulamadı. Battaniyesi yere düşmüştü. Demek bunun için üşüyordu. Almak istedi. Ama bir türlü doğrulamadı. Kalkmaya gücü yoktu. Yorulmuştu da. Mücadeleyi bıraktı. Yenik düşmüştü. Son bir kez daha denedi. Kalkmak, battaniyeyi almak ve üzerini örtmek istiyordu. “Şu battaniyeyi üzerime örtmeliyim.” diyordu. Yapamadı. Bunu bir türlü başaramadı. Artık zaman kavramını da yitirmişti. Ne kadar zamandan beri buradaydı? Aradan kaç gün geçmişti? Şu an gece miydi; yoksa gündüz müydü? Kapkaranlık bir dünyada idi. Işık yoktu. Gün görünmüyordu. Sessizlik ve karanlıktan başka bir şey yoktu. Odanın içi buz gibi idi. İliklerine kadar üşüyordu. Gelip giden de yoktu. Birileri gelse de şu üzerini örtseydi ne güzel olurdu. Oysa ne gelen vardı ne de giden. Bağırmak istiyordu ama sesi kesinlikle çıkmıyordu. Pes etmişti artık. Belki de burada böyle ölüp gidecekti. Tam o anda kapı çaldı. Evet, evet kapı çaldı. “Tak tak tak!” Kapı çalıyor işte. Komşunun küçük kızı. Bağırıyordu dışardan: “Amca! Amca! Evde misin?” Annesi, hastaneden gelip gelmediğini merak ediyordu. Bunu öğrenmek için de kızı göndermişti. Zira tam dört gün olmuştu hastaneye gideli. “Buradayım, içerdeyim!” diye bağırdı. Ama bu bağırmayı değil küçük kız, kendisi bile duymuyordu. Ağzından kelimeler tıkalı kalıyor, hiç ses çıkmıyordu. Bağırmaya devam ediyordu: “Gir içeri. Buradayım. Niye girmiyorsun? Hastayım, sesim çıkmıyor!” diye bağırsa da küçük kız, onu duymamış ve çekip gitmişti. Annesine de “Amca daha gelmemiş. Evde kimse yok” demişti. “Belki de bir tas çorba getirmişti diye düşündü. Hem de sıcak bir çorba. Şimdi içebilseydi ne kadar iyi gelirdi kendisine “Bir kaşık bile içsem ayağa kalkardım” diyordu. “Isınırdım, üşümem geçerdi.” dedi. Ama duyuramamıştı sesini ve küçük kız çekip gitmişti. Son umudu muhtar olmuştu. O gelebilirdi. Çünkü arada sırada geliyor, yokluyordu kendisini. Bazen bir paket de sigarasını alıyordu. “Mutlaka gelir” diye düşündü. Yine üşümeye başlamıştı. Gözleri de kararmıştı. Sanki dünyayı artık görmüyordu. Başına müthiş bir ağrı girmişti. Artık birinin gelmesini istiyordu. Biri gelsin de kim olursa olsun. Yeter ki biri gelsindi. Ölüp gidecekti yoksa. Tam o esnada kapı açılıverdi. İçerisi adeta nurla dolmuştu. Işık. İçeri ışıkla dolmuştu. Biri girdi içeri. “Her halde muhtardır” diyordu kendi kendine. Başka kim olacaktı? Ama muhtar hiç konuşmuyordu. Uzakta durmuş öylece bakıyordu. Neden hiç konuşmuyordu? Neden karşısında durmuş susuyordu? Kafasını kaldırıp muhtara şöyle bir baktı. Tanrım! Gelen muhtar değildi. Şaşırdı. Öyle ki şaşkınlıktan dilini yutacaktı neredeyse. Karşısında duran kişi, muhtar değildi. Kızıydı. Yıllar önce kendi elleriyle toprağa verdiği gencecik kızıydı. Bembeyaz elbise giymişti. Ne kadar güzeldi. Gülümsüyordu. Tıpkı bir meleğe benziyordu. Arkasında kanatları olsa melek diyecekti. Ama bu imkânsızdı. Olamazdı. Çünkü yıllar önce kızını kendi elleriyle toprağa… Yok yok! Hayır! Bu mümkün değildi. Olamazdı. Gözleri, elleri, beyni, tüm vücudu artık iflas etmişti. Tekrar karanlık bir dünyada kalmıştı. Kızı hiç konuşmuyordu. Sadece gülümsüyordu. “Neden konuşmuyorsun?” diyecek oldu. Kızı dönüp gitmeye başladı. Arkasından bağırmaya başladı. “Dur! Gitme! Beni bırakma! Dön! Ne olur geri dön!” diye ağlamaya başladı. “Beni bırakma. Bu defa dayanamam. Sensizliğe katlanamam. Gitme kızım. Ne olur geri gel. Bu karanlık dünyadan bıktım, usandım. Gidiyorsan beni de götür. Beni burada bırakma!” Kızı birden durdu. Geri döndü. Babasına tebessüm dolu bir yüzle baktı. Yüzünden ışıklar saçılıyordu etrafa. Saçları dalgalanıyordu. Adım adım yaklaştı babasına. Elini uzattı. Babasının elinden tuttu. Babası da onun eline sarıldı. Doğruldu yatağından. Kolayca kalktı yerinden. Ne kadar mutlu olmuştu. Dışarıya yöneldiler. Kapı kendiliğinden açıldı. Işıklar doldu kapıdan. O kapkaranlık dünya nasıl da aydınlanmıştı şimdi. El eleydiler. Adeta uçar gibi gökyüzüne doğru yükseldiler. Rüya görüyordu mutlaka. Ama uyanıkken insan nasıl rüya görebilirdi. Uyanık olduğunu biliyordu. Kızı ile birlikteydi. “Bırakma beni. Ellerimi bırakma. Sıkı tut.” dedi. Göğe doğru yükseliyorlardı. Her taraf aydınlanmış, ışıkla dolmuştu. Nur gibi sonsuz bir ışık. Şimdi huzur içindeydi. Tüm acıları bitmişti. Dert, keder, gam hepsi sona ermişti. Büyük bir huzura ermişti. Bu ışık ona mutluluğu vermişti. Yükseldiler, yükseldiler… Her şey geride kalmıştı. Dünya artık hiç görünmüyordu. Güzel Bir Dünya Öyküler Hakan Yozcu KKTC 1997
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Yozcu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |