"Bir kitabın kaderi okuyanın zekasına bağlıdır." -Latin Atasözü |
|
||||||||||
|
Gün, güneşin sıcaklığını bulaşık süngerinin deterjanlı suyu içine çekmesi gibi iyice içerilerinde toplamış, iyice bir bunalmış, akşamın gelmesini ve bir yumruğun sıkması gibi bu sıcaklığı boşaltmayı bekliyordu. Hikayemize konu olacak olan kahverengi ve pof tüylü güve ise nispeten daha serin olan, iki dağın arasından sakince ve şırıltılarla akıp gelen derenin olduğu kısımda, yabani bir kirazın olgun kirazlarından birini, geniş bir yaprağın altına gizlenmiş halde emiyor ve sömürüyordu. Olgun kirazın tadına iyice dalmış olan bu aç ve simsiyah iki küçük gözlü güvemiz,kendisine sinsice ve muazzam bir sessizlikle yaklaşmakta olan peygamber devesini fark etmedi. Yaprağınki ile birebir aynı renkte olan bu kamuflaj ustası etçil, iki tırtıklı kılıç gibi duran iki uzun kolunu güvenin tam arkasından sırtına doğru saplamak için iyice ve yavaşça kaldırdı. Güvenin hikayesinin oldukça kısa bitmesine neden olacak bu öldürücü hamlenin gelmesine milisaniyeler kalmasına rağmen güvemiz hala kırmızı ve ballı durağında tüm bacaklarıyla sarılmış halde, karnını doyurmaya devam ediyordu. Hikayemizin daha bir uzamasına neden olan cıdık kuşu güvenin birkaç metre arkasından canını alıyorlarmışçasına haykırdı. Bir şahinden veya doğandan kaçtığını belli eden bir haykırıştı bu. Güve korku içinde arkasına dönünce etçilin tırtıklı dirsekleri ile karşılaştı. Kıvrak bir hareketle kendisini daldan aşağı bıraktı fakat düşmüyordu. Etçilin sağ kılıcı güvemizin sağ kanadının arka uç kısmına saplanmış, kanadı kılıç ve kiraz dalı arasında sıkışmıştı. Acısının canını kaybetmekten daha kötü olamayacağını düşünen güve, sirkelendi. Kanadında küçük ince bir çizgi halindeki yeni yarasıyla birlikte aşağı doğru düşmeye başladı. Düşüşünün aksine acısı hızla yukarılara doğru tırmandı. Fakat güvemiz aşağı doğru düşerken kanatları olan her hayvanın yapacağı uçma refleksini yaptığı halde yükselemiyordu. Yarası çok tazeydi ve düzgün bir çizgi halinde yukarı doğru uçmasına engel oluyordu. Çırpındı. Biraz sağa ardından aşağıya, sonra biraz sola ardından aşağıya, tekrar bir sıçrayışla yukarıya ve tekrar aşağıya doğru gitmeye başladı. Olmuyordu, düşecekti. Olsun diye düşündü. Ne de olsa hafifliği ve sağlam sol kanadı yere pamuk gibi bir iniş yapmasını sağlayacaktı. Orman tabanında ise pekala altına girebileceği büyük bir yaprak bulabilir veya bir deliğe sığışabilirdi. Yarası iyileşir iyileşmez ise tam mevsiminde yakaladığı olgun kirazlar ile olan randevusuna geri dönecek, karnını iyice bir şişirecekti. Bu düşüncelerin de rahatlatmasıyla çırpınmayı bıraktı ve güvenli bir iniş için kafasını aşağıya çevirdi. İşte şimdi peygamber devesinden daha büyük bir sorun ortaya çıkmıştı. Düşeceği yerde ne bir yaprak ne bir oyuk vardı. Düşeceği yer orman tabanı bile değildi. Sakince ve şırıltılarla akan küçük derenin tam orta yerine doğru düşüyordu ve derenin alabalıklar ile dolu olduğunu daha önceden bir yaykın yaprağında dinlenirken görmüştü de bu bile onu korkutmuştu. Çırpınışlarını iyice bir artırdı ve bu hareketi suyun yüzeyine daha hızlı inmesine neden oldu. Küçük ve sakin dere, güvemiz için cehennem olmuştu. Güveyi akıntılar önüne kattı ve sağa sola çarpıta çarpıta götürmeye başladı. Yaşama tutunuşu bir güvenin boyutunun belki milyon katı derecesinde olan güvemiz hala üstüne çıkabileceği bir dal parçası, kıyıya yanaşıp tutunabileceği bir ot gözlüyor ve çabalıyordu. Derken küçücük bir şelaleden aşağı doğru attı onu dere. Bu küçük şelalenin döküldüğü yerde iki üç metre çapında bir göl bulunuyordu. Suyun akma gücü iyice azalmış ve daha sakindi. Bu durgunluk güvenin kurtulabileceği ve kirazlarına tekrar kavuşabileceğini sanmasına yetti de arttı. Hemen iki mat siyah küçük gözle kıyıyı taramaya başladı. Tanrının işine bakın ki bir eğrelti otu güvenin baktığı kısımda güveye nazaran bir bomba etkisiyle devrildi. Patlamanın ve kurtulmanın verdiği heyecan güvenin pof tüylerini titreştirdi. Çırpına çırpına yeni devrik ve taze ölü eğreltiye doğru yüzmeye başladı. Eğreltiye iyice bir yaklaşmıştı ki gövdesinin hemen altından bir karaltı onun ne olduğunu yoklamak istercesine hızlıca geçti. Altından geçen her ne ise güveye biraz yardımcı oldu ve oluşturduğu dalga eğreltinin tarafına doğru hızını artırdı. Fakat güve de iyi biliyordu ki bu karaltı bir alabalığa aitti ve asıl saldırısı henüz gelmemişti. Güve yediği kirazın hakkını vermek istercesine hızını artırdı. Tekrardan gövdesinin daha alt ve derin taraflarından bir karaltı gördü fakat bu karaltı hızlıca kaybolmak yerine daha da bir yaklaşıyor ve büyüyordu. O çok ama çok kısa anda kocaman ve canavar dişli bir ağız suyun yüzeyini yardı ve güveyi de içine alarak yukarı doğru gitmeye devam etti. Güve ölümü ve kirazlarından ayrılmanın acısını aynı anda hissetti. Ama hikayemize konu olan bu güvenin diğer güvelerden farkı olması sizi şaşırtmayacaktır. Bu fark oldukça şanslı olmasıydı. Alabalığın dişleri arasına düşeceği sırada kendisini parçalamak ve yemek isteyen alabalık sayısı ikiye çıktı ve katilinin sayısının ikiye çıkması güveye mükemmel bir şans verdi. Diğer aç alabalık, öyle bir iştahla atlamış olmalı ki güvemizin ağzında bulunduğu alabalığa sert bir şekilde çarptı. İki balık da suya bize göre şırıltı güveye göre fırtınayı andıran bir sesle geri döndüğünde, güve eğreltiye doğru havada süzülüyordu. Eğreltinin suya değen uç kısmının beş on santim daha yukarısına düştü. Kurtulmanın, yaşamın ve güneşin sıcaklığı hemencecik sardı içini. Güzelce bir sirkelendi ve kanatlarından su damlalarını fırlatıp attı. Neredeyse mutluluktan olsa gerek ağzına ballı kiraz tadı gelmişti. Başını sokabileceği, biraz dinlenebileceği ve kanadının iyileşmesini bekleyeceği büyükçe bir yaprak veya bir oyuk arandı. Gözleri bir misafirhane aranırken az ileride yabani bir otun arkasında bir titreşim gördü. Çokça ayağının birini saklamayı iyi becerememiş olan ve güveye bir hayatın daha fırsatını veren bir görüştü bu, bir örümceğin kıllı ayak ucuydu. Güvemiz bu sefer kendisine kurulmakta olan pusuyu erken fark etti etmesine fakat minik kalbinin hızlıca titreyişine yine de engel olamadı. Bu örümcek, suyun içinde canavarlarla boğuşurken çıkan gürültüyü duymuş ve güveye bu pusuyu kurmuş olmalıydı. Güve tam olarak ne yapması gerektiğini düşünürken oldukça yavaş kaldı. Yarası, peygamber devesi, alabalıklar onu yeterince yıpratmıştı ve artık hızlıca karar alamıyordu. Bu şaşkınlığı geçmek üzereyken örümcek fark edildiğini fark etmiş olacak, yerinden birden çıktı ve korkunç tıslamalarla birlikte güveye doğru koşmaya başladı. Güve eğrelti otunun ortasından ucuna doğru geri çekildi ve arkasında akan derenin uğultusu git gide daha bir korkunç hal almaya başladı. Fakat örümcek iyice yaklaşmış ve güvenin yapacağı pek bir şey kalmamıştı. Güvenin belki beş katı kadar olan ve her yerinde titreyen korkunç kılları olan örümcek, ölümün yıkıcı etkisini eğreltinin üzerine de yansıtarak, bastığı yeri titreterek küçük güvenin üzerine geliyordu. Uçmayı denemeyi unuttuğu aklına geldi ve bu denemeyi yapar yapmaz kanadına öyle bir acı saplandı ki, uçmak şöyle dursun belki yürüyecek canını bile aldı bu acı. Son bir gayretle ve korku içinde suya geri bıraktı kendisini. Tozlu bir masanın üstündeki kalın toz tabakasını üfleyerek dağıtmanızdaki hafiflikte, suyun yüzeyine geri düştü. Şimdi ise örümcekten kurtulmuş fakat canavarların deresine geri düşmüştü. Yaşamak onu belki de daha önceden hiç bu kadar yormamış ve yıpratmamıştı. Yaşamın kendisi hakkında düşünmek ve yaşama sarılmak değildi yaptığı. Vazgeçti. Kendini suyun akışına doğru bıraktı ve küçük göl onu döndüre döndüre derin kısıma doğru çekti. Güve gözlerini kapatmış, canavarın ağzını sonuna kadar açıp onu suyun üstünden son bir kez yukarı doğru zıplatıp yutmasını bekliyordu. Belki de hayatı boyunca uçan bu güvenin son uçuşu, hayatı boyunca yüzmüş bir canavarın ziyafeti olmadan hemen önce canavar tarafından yaptırılacaktı. Bütün bunları suyun üzerinde suyu çok da incitmeden, suya bir iğne gibi batmadan düşünen güve aynı zamanda korkudan olsa gerek titriyordu. Bu acımasız ve katil dolu dereye yaptığı tek etki ince, küçük ve dairesel titreşimleriydi. Neden sonra aklına olgun kıpkırmızı, koyu kırmızı kirazlar geldi. Yaşamın tadından ziyade kirazların tadı yaşama tutunmasını sağladı ve güvemiz içerisinde kıpır kıpır bir güç buldu. Bu gölün içinden kurtulabilecek olsa en azından akıntı olan yerlerde canavarlardan daha rahat kaçabilirdi. O zaman kirazlar için yapması gereken şey bu gölden kurtulmasını sağlayacak olan, gölün ortasındaki güçlü akıntıya ulaşıp derenin kalan kısmındaki yolculuğuna ilerlemekti. Öyle de yaptı ve akıntıya ulaşana kadar bir saldırıya uğramadı. Akıntı onu saniyeler içerisinde gölün dönüp duran girdabından kurtardı ve derenin akımı yüksek, eğimli kısmına doğru ilerletti. Derenin akışı yüksek bu kısmının güvenin ince damarlarındaki kana etkisi ile birlikte güve, iyice canlandı ve kurtulmayla birlikte yaşamayı düşünmeye başladı. Tanrının birkaç santimetrelik bu canlısına atadığı küçük perilerinden birinin yardımıyla veya doğanın sahip çıkışıyla mıdır bilinmez, az ilerisinde yüzen kalınca bir tahta parçası gördü. Ona ulaşabilecek olsa, tıpkı bir kayık gibi üstüne çıkacak ve canavarlardan kurtulma şansı oldukça artacaktı. İçimizdeki gücün bittiğini veya son bir hamleyle bu gücün kalan son kısmını harcamak zorunda kaldığımızı düşündüğümüz anlar her zaman karşımıza çıkmaktaydı ve gücümüzün bittiğini sanmaktaydık. Ancak belki de güvenin gücünün bir türlü bitmek bilmemesi, bu gücün sonsuzluğunun bir işaretiydi. Neden sonra güve, tüm çabalarıyla birlikte daha bir bitkin, daha bir güçlü şekilde tahtanın üzerindeydi. Azgın akıntıların içinde iki mat siyah gözünü derenin aşağılarına dikmiş ve dimdik duran güve tıpkı bir kaptan gibi görünüyordu. Uçmasına engel olan yarası ölümden kaçışlarının yüzünden olsa gerek daha bir açılmış, acısı daha bir artmıştı. Canavarlara yem olmayacaktı fakat öyle kolayca da uçup gidemeyecekti bu tahta parçasının üzerinden. Güve, kanatlarını kurutmak için ikisini de açtı, yarası acıdı fakat içerisindeki güce sarılıp açık kanatlarını titreştirmeye başladı. Bu görüntüyle birlikte güve, kelimenin tam anlamıyla yeni maceralarına yelken açtı. İki dağın arasından süzülerek gelen küçük dere yüzlerce metre aşağıdan kendisini denize götürecek olan büyük dereye dökülüyordu. Bu birleşim kısmına gelene kadar güvenin başına bir şey gelmedi. Birkaç kere kayığından düşecek gibi olduysa da kıvrak hareketlerle denge merkezini korudu ve devrilmedi. Yeni maceraları sadece bundan ibaretti fakat bu sayede biraz dinlenebildi. Artık ana derenin kucağına düşmüş ve denize doğru ilerliyordu. Ana derenin büyüklüğü güveyi bir miktar korkutmuş olsa da, bu büyüklük ve genişlik sayesinde sular daha dingin akıyordu. Pof tüyleri güneşi arasında ağaç veya başka bir cisim olmadan direkt olarak aldığından kupkuru oldu. Yaşama geri dönebilecek kadar iyi görünüyordu fakat yarası iyileşmek yerine daha bir kötüleşmiş, kabuk bağlamak yerine daha bir sızmıştı. Güve hala başardığını düşünüyor, acısına rağmen gururla ilerliyordu. Nitekim yarasının büyümesi güvenin canını iyice emdi ve iki küçük mat siyah göz huzurla birlikte yavaşça kapandı. Küçük bir tahta parçasının üzerindeki küçük güve baygın bir halde bir saat kadar seyahat etti. Ana derenin denizle buluştuğu kısma kadar geldi. Güve hala baygındı. Güvenin küçük gemisi, denizin dalgalarının derenin akıntılarıyla harp ettiği bölüme geldiğinde, akıntılara üstünlük sağlayabilmiş olan azgın bir dalganın etkisinden kurtulamadı ve devrildi. Bu devrilme ile birlikte güvenin sıcaktan ve yarasından dolayı iyice hantallaşmış yüreği, soğuktan delirmeye başladı. Gözlerini şaşkınlıkla sarılı korku ile açan güve ani bir yaşam refleksiyle derenin getirdiği tortulardan kumsal yapmış denizin çaprazı yönünde yüzmeye başladı. Derenin ve denizin çocuğu bu kumsal, güvenin belki birkaç metre ötesindeydi. Fakat yaşamı büyük maceralar eşliğinde sonuna gelmişti. İki küçük mat siyah gözün önünden yaşamı film şeridi halinde geçmedi. Son anının geldiğini belirten bayağı klişesi küçük ağzının ucundaki meyve ve çiçek özlerine sapladığı hortumunun ucuna gelen kiraz tadıydı. Bu tadı iyice bir emdi kendinden. Uzunca, belki beş saniye kadar süren son titremesini kiraz tadına dalmış halde yaptı ve kendi etrafında hem titredi hem döndü. Derenin akıntıları, yorgun ve sakin denizi deldi geçti. Bu ilerleyiş bulanık suyun ufka doğru ilerlemesinden anlaşılıyordu. Bulanık akıntıların eşliğinde küçük güvenin küçük ve cansız bedeni ufka doğru yollandı. Bu can verişin ardından esaslıca bir rüzgar esti ve sadece kiraz ağaçları sallandı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ekrem Naif Tek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |