Gene gel gel gel. / Ne olursan ol. / ... / Umutsuzluk kapısı değil bu kapı. / Nasılsan öyle gel. -Mevlânâ |
|
||||||||||
|
Yer, Sağmacılar Cezaevi… Onu, ilk kez ziyaret ettiğimde sırtını soğuk taş duvarlara yaslamıştı ve sık sık öksürmekteydi… -”Şu zıkkımı içmesen, ne vardı yani… Bari filtreli içsen, diyorum…” -”Sen gel de bana sor, burada geçmiyor günler. Gün bile çok geç doğuyor. Sen bilmezsin, sabahlara nasıl kavuştuğumuzu… Bilemezsin can, ruhum nasıl isyanlarda..! Bir sigara içimi zamanda neleri imgeliyorsun şu gri renkli duvarların ardında… Kendimi Butimar’a benzetiyorum.” -“…” -”Sustun can, neden? Konuş, dışarıda hayat nasıl? Yoldaşlarımız ne haldeler?” -”Susmamın nedeni, az önce kendini Butimar’a benzetmeni düşündüm. O ne, ilk kez duydum bu sözcüğü? Bilemedim… Utandım da ondan sustum!” Güldü. Biten sigarasını tazeledi bir öncekini söndürmeden… -” Butimar, Pers Mitolojisindeki efsanevi bir kuştur can. Sıvı ihtiyacını deniz suyu ile karşılar. Denize aşıktır. Benim vatanıma aşkım gibi… Ve denizi o kadar çok sever ki, deniz kıyısına konar, kanatlarını açar ve tek başına oturur sürekli denizi seyreder durur. Denizin bir gün kuruyacağından korkar ve bu korku yüzünden hiç su içmez. En sonunda da susuzluktan ölür… Tek başınadır… Tıpkı ben gibi…” Daha fazla konuşamadı. Kesik kesik öksürmeye başlamıştı. Öksürdü… Öksürdü… Ciğerleri yırtılırcasına..! İçim acıyarak çaresizce onu izledim. -”Doktora görünmelisin: İyi değilsin senn!” Eliyle boş vermemi işaret etti. Öksürmeye ara verince konuşmaya devam etti: -”Nasıl olsa hepimiz bir gün şu yaşama veda etmeyecek miyiz be can? Gelsin bir an önce ölüm. Korkum yoktur ondan. Korkum ülkemin bir gün tam bağımsızlığını yitirmesidir… Yorgunum can, yorgunum… En kötüsü de Butimar gibi umudum da yok artık… Gelsin artık ölüm..!” Demir kafesin ardındaki soluk benizli, elmacık kemikleri belirginleşmiş yüzüne şefkatle bakarken; ellerini tutmak, “Dostum yakında genel af çıkacak, kurtulacaksın, özgür olacaksın, üzülme” demek istedim. Bir daha üstelemedim sigara konusunu. Konuyu yine savaş ve barışa getirmiştik, istemeden. İstediği kitapları ona verememenin üzüntüsünü henüz üzerimden atamamıştım. Ve kitapları müdür beyin odasına götürmek için -el koyan- gardiyana da çok içerlemiştim. Bu kısa suskunluğum esnasında o, sanki içimi okumuş gibiydi. -”Getirdin mi, senden istediğim kitapları?” -”Son baskısını bulamadım, sanırım toplatılmış, ama Freud-Hugo’nun ve Balzac’ın iki eserini getirdim, onlara bi şey demediler.” -”Dünya klasiklerine bi şey demezler, tabi… Burada zaman çok yavaş be can, sağ ol.” Ona sorduğum soruyu dün gibi anımsıyorum: -”Barışı özledim, ne zaman gelecek?” -”Kavganın ve Kanın Olamadığı Yerde BARIŞ Yoktur”. Ürpermiştim. Üşütmüştü bu yanıt beni. * İkinci ziyaretimi 2000 yılında yapmıştım. 1999 Marmara Depremi evimizi vurmuş, iki canı da toprağa vermiştik. Göç etmiştik başka bir şehre, uzaklaşmıştım koca şehrimizden. Göç sonrası toparlandıktan sonra uğradığım şehirde öncelikle ziyaret edeceğim bir dost varsa – vefalı- ardımda bıraktığım, bir tek oydu… Nedense ona özgürlük yakışmamıştı ve yaklaşmamıştı da… Her duruşmasında bir hâkim değişmişti. Onu savunacak avukatlar barodandı ve çoğu davalarına girmiyorlardı bile, kısacası onun Allah’ından başka kimsesi yoktu… Uzun zaman mektuplaştığım insanı bu ziyaretimde daha da güçsüz ve çökmüş görmüştüm. Ciğeri yırtılacakmış gibi öksürmesi içimi kıymıştı. Üzüntümü derin bir soluk çekerek belli ettim: Havdan sudan konuşmayla ilk yarım saati aşmıştık. -”Ne zaman BARIŞ yaşayacak ülkemizin insanları?” diye sorduğumda bir anda siyah kaşları çatıldı, kara gözlerindeki o yumuşaklık yitmiş, yerine daha farklı bir ifade yerleşmişti. Hani, -Kartal bakışı-dediğimiz bir ifadeydi bu. Meydanlarda bir zamanlar ,”Özgürlük kan dökülmeden elde edilmez..!” sloganları atan, o uzun boylu kara yağız delikanlı hani neredeydi? Bir deri bir kemik kalmış, saçları ağarmıştı. Yıllar ondan çok şey çalmıştı. Sorum sanki onu kışkırtmıştı ki, parmakları kasıldı, gri demirlere sıkıca sarıldı. -”Kavganın ve Kanın Olamadığı Yerde BARIŞ Yoktur”. -”Yine aynı türküyü söylüyorsun.” dedim ve ekledim: -”İstediğin sigarayı hiçbir yerde bulamadım.” -”Neden bulamadın?” -”Filtresiz Bafra sigarasını –Tekel- artık çıkartmıyormuş, Malbora ve Parlement’i de sen istemezsin…” -”İstemem kalsınnn..! Sarma tütün ciğerlerimin işini görür!..” İstememesinin nedenini anladığım için ona, burukça gülümsemiştim: -”Bunu diyeceğini bal gibi biliyordum, biraz tütün ve sarma aletini de aldım, nöbetçiye teslim ettim. Kontrolden geçince sana vereceklermiş.” -”Tamam, sağ ol.. Ya kuru soğanımı?” Gülüştük birlikte. Cebinden filtresiz sigarasını çıkartıp yaktı. Bir nefes çekip, dumanı savurdu taş duvarlara doğru. Ve o şen sesiyle A.Arif’in dizelerini okumaya başlamıştı: “Haberin var mı taş duvar? Demir kapı, kör pencere, Yastığım, ranzam, zincirim, Uğruna ölümlere gidip geldiğim, Zulamdaki mahzun resim, Haberin var mı? Görüşmecim yeşil soğan göndermiş, Karanfil kokuyor cigaram Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…” * Yıl 2001… Yer Kilyos… Ve O öldü. Ölüm raporunda, -Zatülcenp- teşhisi konulmuştu. Onun hala iddianamesi okunmadı, savunması alınamadı. Suçlu olup olmadığı belirlenemeden kara toprağa girmişti. O, şimdi Belediyenin Sahipsizler Mezarlığında ebedi uykusunda. Bu ziyaretimde sanki onun ruhu ile söyleşiyordum. Ve dudaklarımdan sıklıkla,”Kadersiz arkadaşım” sözcükleri dökülmekteydi. Daha önceden, mermerciye yazdırmış olduğum çok sevdiği A.Arif’in dizelerini buğulanmış gözlerle ona okuyorum: “Başım gözüm üstünesin Suskum, avazım üstüne… Adından başka silah Yazgından başka günah Daha yazmamış Hiçbir gizli dosyada Hiçbir açık kitapta. Lo ben seni hapislerde sevmişim Ben seni sürgünlerde. Yurdum benim şahdamarım…” * Kuru toprağı parmaklarımla eşeliyorum. Sahipsizin en sevdiği, -nergis- çiçeğini özenle diktikten sonra yanımda getirmiş olduğum içi su dolu termostan, can suyunu verdim. Kalan suyu kuru toprağa serpiştirerek döktüm. O anda bir kanat sesi ile ürpermiştim: Ardından farklı bir sese kulak kabarttım. Sesin geldiği yöne doğru başımı çevirdiğimde onu gördüm. Geniş ağızlı, kahverengi ve yedi rengi veren yeşil mavi ışıltılı uzun kuyruğu vardı. Güvercinden daha büyük bir kuştu gördüğüm. Mermersiz mezarın başucuna konmuştu. Kıpırtısız durmaktaydı. Dudaklarımdan bir nida döküldü!: “Butimar!” İçim üşüdü! Nemli gözlerimi kapadım: O an gördüğüm şeyin bir hayal olduğunu düşündüm. Ve Butimar acı acı ötmeye başladı. Ötüşü kesilince gözlerimi şaşkınlıkla araladım. Butimar hareketsiz yatmaktaydı! Ellerim titreyerek ona uzandı. Küçük göğsündeki kalp artık atmıyordu. Onu az önce can suyu verdiğim çiçeğin yanına gömdüm. Her ikisi içinde dua ettikten sonra yüreğimdeki hüzünleri sağdığım kimsesizler mezarlığından uzaklaştım. Eğer O, bugün yaşamış olsaydı, sanırım yine aynı tümceyi söyleyecekti. -”Kavganın ve Kanın Olamadığı Yerde BARIŞ Yoktur” diye… Ruhu ışık içinde olsun. Emine PİŞİREN
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Emine Pişiren, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |