Doğallık sahip olunan değil, kazanılması gereken bir erdemdir.
-Cervantes |
|
||||||||||
|
(Değerli şair-yazar Hatice Eğilmez Kaya'ya teşekkürle.) -Sizi daha çok şair kimliğinizle tanıyoruz. Roman yazmaya karar verdiğinizde ya da yazarken "şiir bana küsmesin" dediğiniz oldu mu? Zira şiir için kıskanç olduğu söylenir. -Çoğu yazar gibi ben de edebiyat dünyasına şiirle girdim, diyebilirim. Roman yazmaya başlamadan bir süre evvel şiir edalı bir sevgili gibi nazlanmaya, peçesini indirmeye başlamıştı. Bu fark edebilen için bir işarettir aslında. Yerini dev bir şiire bırakmaya hazırlanıyordu mısralar, geri çekilişleri bundandı. Şiir, onunla ezelden gönül bağı kuranlara küsmez kanımca ama yalnız şiir sahneye çıkacağı zamanı iyi bilir. Romanı okuyanlar göreceklerdir, anlatımın, kurgunun akışında, her türlü iniş çıkışta, kelimelerin ve harflerin kıvrımında şiir başroldedir, ancak kendini ustalıkla gizler. Onu yalnızca hissedebilirsiniz. - İlk romanınızın adını –temennimiz odur ki yeni romanlarınızla da buluşalım- neden Göğsündeki Gökyüzü olarak düşündünüz? -Teşekkürler bu güzel temenniler için. Olup biten her şey bizzat bizim kendi göğümüzde olup bitmektedir. Zaten romanın içinde Dilruba bunun böyle olduğunu deneyimlemekte. Onun vasıtasıyla okur da kendi göğünde bunun izlerini sürer. Kitabın adı için elbette konusu gereği bir anlamda her şeyi tanımlayabilecek, bize her şeyin aslını, kaynağını işaret edecek bir ifade gerekiyordu. Ama bu ifadeyi bulmak yazmanın sihri gereği yalnızca akışa uyulduğunda bulunabilecek bir şeydi. Yani kısaca o akışa kendimi bıraktım ve kendisi açığa çıktı, diyebilirim. Öte yandan açıklamam gerekirse, dışarıda olup bittiğini düşündüğümüz her şey bizim algı filtrelerimizden geçerek yani nötr’lüğünü kaybederek ulaşır bize. Biraz daha ileri gidelim. Bizim gördüğümüz, duyduğumuz, kokladığımız, kısacası varolduğunu düşündüğümüz her şeyin aslı yalnızca elektrik sinyalidir. Dahası romanı yazarken anlattıklarımla fotoğraf sanatı arasında tuhaf bir bağlantı kendiliğinden kuruldu. Görmek Alemi’nde Keşşaf, görmenin aslını fotoğraf imgesiyle anlatırken fotoğrafın sanatsal yönlerinden de bahseder ve Dilruba’ya Göğsündeki Gökyüzü’nün fotoğrafını çekmek gibi zor bir görev verir. Bu görev aslında varoluşun sırrıyla eş bir görevdir. Ve Dilruba bu görevi çetin ve zorlu bir yolda, aşk yolunda gerçekleştirecektir. Bu bölümde en ufak bir hata yapmamak için fotoğraf sanatıyla ilgili ne kadar kitap bulduysam okudum ve bu süreçten olağanüstü keyif aldım. Sorunuzun cevabının tam keşfi için romanın okunması gerekir. Siz okuduğunuz için aslında cevabı da biliyorsunuz. - Göğsündeki Gökyüzü'nde kalp ülkesine akın var. Daha doğrusu bir yolculuk bu... Kalp ve insan ikilemesi hakkında neler söylemek istersiniz? Siz bana sonsuzluğu soruyorsunuz. Müsadenizle o bir ikileme değil de birliktir. Kişi, kalbinde ne varsa hayatına onu ekiyor. Kalbimizde ne varsa yeşerttiğimiz odur. Düşünce ve kalp arasındaki dengeyi bulabilen insan aslına yakın bir yerde konumlayabilir artık kendini. - Sizin yazdıklarınızda felsefe ve tasavvuf daima iç içe. Aslında ağırlık hangisindedir sizin içinizde? -İçimdeki ağırlık felsefede sanırım. Ne var ki ben de tasavvufun o sonsuz dairesinin içinde buluyorum kendimi. Bu öyle bir içindelik ki ne yapsanız dışında kalamadığınız tuhaf ve sırlı bir kaynama noktası. Düşünsel anlamda birileri beni tasavvufa lehimlemiş gibi. Ben de kendimi felsefeye lehimlemişim. Bu her iki alanın yollarında da çok çetin, geçilmez vadiler var. Nasıl hayatta kaldığıma şaşırdım şu an. Şaka bir yana biryerden sonra ikisi bir bütün oluveriyor. - Hakikatin varlığı ve içeriği üzerine kafa yorduğunuz oldukça görünür bir halde. Acaba hakikatin peşinden mi gitsek, yoksa o bizi bulur mu? -Bulanlar ancak arayanlar olduğuna göre peşinden gitmekte fayda var elbette. Olur a yine bizi bulacak olan O’dur. Bulduğumuzda bulan biz olmayacağız elbette. Yalnızca aramış olmakla şerefleneceğiz. - Okurun zaman, mekân, gerçeklik, hayal gibi birçok algısıyla oynuyorsunuz. Bu tercihinizin nedenini sorsak ne dersiniz? -Okuru sarsmak, şaşırtmak, algısında yeni pencereler açmak, onu düşünceye sevketmek için. Yukarda romanın dev bir şiire benzediğini söylemiştim. Şiir de düşünce kalıplarını paramparça eder bu anlamda, okura yeni bakış açıları, yeni dünyalar sunarken okuru şaşırtır, onun algısına farklı makaslar atar. Ben de romanımda yeni ve keşfedilmemiş gökleri okur için aralamak istedim. Herkesin böylece kendi göğüne biraz daha yakınlaşacağını ve onu farkedeceğini umut ettim. - Oldukça sağlam duruşlu bir şair olarak roman yazmak neler hissettirdi size? -Teşekkür ederim. Denir ki, ruhsal açıdan gelişmiş insanların ruhsal bedenleri kilometrelerce öteye uzanır. Ben de etki alanımın genişlediğini hissettim. Kendimi akışın serbest kaldığı bir oluk gibi görmeye başladığımdan mıdır nedir arınmaya eskiye oranla daha çok önem veriyorum şimdi. Zihnimi ve ruhumu temiz tutmaya çabalıyorum. Çünkü biliyorum ki benim arınmış olmaya çalışmam romanın görücüye çıkma aşamalarından tutun da okurun his dünyasında bıraktığı etkiye kadar pek çok aşamada etkili olacaktır. Ve elbette bu arınma uğraşı aslında evrene hep güzel ve temiz enerjiler yollamak için. Çünkü ne yollarsanız size geri dönecek olan odur. Özellikle romanın çıkışından sonra hayatım ciddi, güzel bir ivme kazandı. Çok şükrediyorum. - Bir üniversite öğrencisinin -elbette sıradan olmayan bir kız o- maddi âlemdeki ve manalar âlemindeki hayatından kesitler veriyorsunuz Göğsündeki Gökyüzünde. Üniversite yıllarınızın sizin için önemi nedir? -Dilruba’ya bunu söylemeli, sıradan olmadığına memnun olacak. Göğsündeki Gökyüzü otobiyografik unsurlarla kurgunun olabilecek en iyi şekilde kaynaşıp birbirini erittiği ve yeni bir düzlemde görünür olduğu bir roman oldu. Yaşamınıza baktığınızda göreceksiniz ki maddi ve manevi hayat birbirine eklemlenmiş şekilde ilerler. Biri diğerinden ayrı gitmez. Her iki alem arasında gidip gelirken işaretleri kullanırsınız, yönlendirilirsiniz. Üniversite yıllarımdan esinlendim çünkü kurguya da çok uygundu, akış hep o yönde ilerledi. O yıllar benim uhrevi bir yaşamın da olduğunu fark ettiğim zamanlar… Safran’ı tanıdığım yıllar… - Kahramanlarınızdan en çok kimi sevdiniz? -Normal şartlar altında Dilruba veya Tuğrul demem gerekir sanırım ama ben hakikate aşık biri olarak asla mecazi aşkta takılıp kalamayanlardanım. Kahramanlarımın hepsi yedi renkli çiçeğin her biri gibi, o muhteşem güzelliğin nadide parçaları. İşte bu yüzden aslında onlardan bana gelen, can kulağımla duyduğum o müzikalde her birini çok seviyorum. Ama Atlı Süvari bambaşka biri. Tabii o Keşşaf’la aynı kişi olduğu için bunu rahatça söyleyebilirim. Gerçek hayatta Atlı Süvari gibi birini görsem kendisine aşık olmam işten sayılmamalı. Ama belki de onun öte alemlerde yaşaması onu çok çekici kılıyor. - Dış dünya bazen çok yorucu hatta ezici gelir bizlere neden yoruyor sizce dünya bizi? -Çok güzel bir soru bu. Cevabı yine kendi göğsümüzdeki gökyüzünde aslında. Öte yandan bunun bence birden fazla sebebi var. İlk olarak koşulsuz sevmek öğretilmemiş bize. Kendimiz de bu şekilde sevmenin varlığını kabul etmekte zorlanıyoruz. Dolayısıyla tam anlamıyla sevmek değil bizimki. Hepimizin ‘Bir’ olduğumuz ve o Bir’e dahil olduğumuz düşüncesinden öyle uzağız ki, kendi kendimizi bölüyoruz bu yüzden. İşte bu bölünmüşlük, bu ayrışma, ruhsal bütünlüğümüz üzerinde neredeyse bir baltanın yapacağı işi yapıyor. Darmadağın ediyor bizi. Bir de şu var, düşünmeyi bilmiyoruz. Düşünme çoğumuzda kendiliğinden ve gelişigüzel oluşuyor. Oysa yeri geldiğinde kontrol edilebilmesi gereken bir süreçtir düşünmek. Çoğumuz egonun uzaktan kumandasıyla yaşıyor, ki bu tam bir felakettir. Ama asıl önemli olan, biz düşüncelerimiz değiliz. Biz, düşüncelerin arkasında yatan gerçekliğiz. Bir de şunu eklemeliyim. Beyne giren ve çıkan sinir teli sayısı dört milyonken ve beyin her saniyede sinir tellerinden gelen 750 milyon uyarıyla uğraşırken biz nasıl oluyor da hayatımızın her anını, her şeyi kontrol etmek istiyoruz? Böyle bir şey ne kadar mümkün? Oysa kendimizi saf sıfır noktasına çekip esinlenmeye ve evrensel akışa açılabilmeliyiz. Üstelik her şeyi kontrol etmek isterken kendi hayatımızın sorumluluğunu almak da istemiyoruz. Bilincin ışığının kararmaya durduğu yer işte orası. - Simurg’u arayan kuşlardan biri olmak nasıl bir duygu? Böylesi yoğun varoluş kaygıları yaşamaktan memnun musunuz? Çoğu kimseyi oyalayan maddi âlem sizi neden oyalamadı? -Otuz yaşımı geçtikten sonra sorgulamaya başladım bunu. Kendi hayatımın diğerlerinin hayatından daha zor olduğunu fark ettiğimde bunun neden böyle olduğunu sordum kendime. Diğerlerinin gittiği yoldan gitmemekte bilinçsiz bir şekilde ısrar ediyorum. Varoluş kaygılarının bana yoğun acı verdiği dönemler oldu. Ama Hakikat veya muhteşem Bir sizden bu anlamda acı çekmenizi istemiyor, bizim bilincimizin yeterince aydınlanmamış olmasından doğan bir acı o. Simurg insana ‘imkansız bu!’ dedirtecek kadar yaklaşmışken bizim onu hep dışarıda arıyor olmamızdır bize acı çektiren. Çok şükür artık o kaygıları neredeyse hiç yaşamıyorum, bilincinizi kontrol ederek öğreniyorsunuz bunu zamanla ve bilinçaltınızı dönüştürerek. Şimdi geriye dönüp baktığımda, tüm o kaygılara değmiş, diye şükrediyorum. Bu anlamda çok memnunum; ancak varoluş kaygıları insanı acımasız bir girdap gibi içine çekmemeli çünkü çok kaygan bir zemin orası. Bundan arınarak korunmalı insan. Son soruya gelince… Maddi âlem neden oyalamadı? Aklım bunun bir maya, bir yoğrulma ve bir sezgi meselesi olduğunu söylüyor şu an. İsteğiniz elmas ve zümrüt ise cam parçalarıyla oyalanmazsınız. Ama ne var ki o cam parçaları da gerekiyor hayatta. En azından şimdi ve burada olabilmek için gerekiyor. Aristo’nun dediği gibi ‘Golden Mean’ yani Orta Yol’u bulmak hayati önem taşıyor. Temrin-60
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © leyla karaca, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |