..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Sevmek bir başkasının yaşamını yaşamaktır. -Balzac
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > İnceleme > Dünya > leyla karaca




25 Kasım 2009
Boğazlar Ülkesi'nin Büyüsü - 1  
leyla karaca
Düşünüyorum da saatleri ayarlama enstitüsü gibi çayları ayarlama enstitüsü kurulsa hiç fena olmayacak!


:BEFD:
Plastik şişelere doldurulmuş pancar pekmezleri gözüme ilişiyor, cam kenarında usulca dizilmiş bu suskun günün sakinliğine eşlik ediyorlar.Bu küçük kahvecik, önündeki ıhlamur ağacının huzurlu hışırtısına kulak verirken, biz içerde bol karbonat dercedilmiş çayları içmeye devam ediyoruz, içimiz ezilerek.Yol boyunca beni en çok rahatsız eden şey buydu belki de; karbonat katılmış çaya alışmak zorunda kalmak.Belki burada çay iyidir diye oturduğum her yerde hayal kırıklığına uğruyorum.Düşünüyorum da saatleri ayarlama enstitüsü gibi çayları ayarlama enstitüsü kurulsa hiç fena olmayacak!

Karşımdaki tabelalara bakıyorum.Yolağzındaki tabelada , yukardan aşağıya : Demirköy –İğneada, Demirköy dökümhanesi , Dupnisa Mağarası yazıyor. Bu kahvecikte arkamdaki iki masa dolu yalnıza, birinde kağıt diğerinde okey oynanıyor.Bu defteri burada buldum. Bir sürücü kursuna ait olduğu anlaşılan bir kantin adisyon koçanı…

Biraz önce “ Manyetik alan başlangıcı”yazan levhanın hemen yanında arabayı durdurup ne olacağına beklemeye koyulduk, araba beklediğimiz gibi yokuş yukarı çıkmaya başladı.Bu dev mıknatıs insanı öyle şaşırtıyor ki , insan neye uğradığını şaşırıyor.
Istranca Dağlarının yoluna giriyoruz. Yolun aniden beliriveren keskin virajları bir lunaparkta balerinin eteklerinde gidiyormuşçasına içimi altüst ediyor.

Dün ilk olarak uğradığımız yer Kıyıköy oldu.Kırklareli’nde çok güzel bir kıyı kasabası, denizi neredeyse içilebilecek kadar berrak, kumsalı tertemiz ve yer yer kayalıklar beliriyor.Kıyıköy’de nilüferlerle bezeli bir sazlıktan geçerek kumsala varıyorsunuz.Kıyıda bir levhanın resmini çekiyorum telefonumla.Bayılıyorum bu levhaya çok ironik duruyor:
“Dalgalı havada denize girmek yasaktır, “ yazıyor.Gülüyorum.Su burada mükemmel ve fazla kalabalık değil.Kıyıköyden sonra Hamidiye , Demirköy ve İğneada istikametinde yol aldık.İğneada bir hafta öncesinden görmeyi planladığımız bir yerdi bizim için.İğneada’dan başlayarak Boğazlar Ülkesi’ni baştan başa fethetmek kendiliğinden gelişen değil , kurgulanmış bir yolculuktu. (Eski Yunanca’da Trakya kelimesi “ trachea” kelimesinden gelmektedir ve bu da “ gırtlak, boğaz” demektir.Bunun için Trakya “Boğazlar Ülkesi’dir.”)

Gezi Türkiye tatil rehberinde İğneada için “Bulgaristan sınırına 12 , İstanbul’a 260 km uzaklıktaki İğneada, kilometrelerce uzanan kumluk sahili ve plajıyla çevredeki en güzel sayfiye yerlerinden biri deniyor ve devamında şu ilginç bilgiye yer veriliyor;Evliya çelebi seyahatnamesinde İğneada için “Fatihin akıncılarından İne gazinin fethettiği belde. Harap yıkılmış kalesi ayakta zor duruyor.Kale içinde odunculukla geçinen Rumlar yaşamış “diyor.(sayfa,108)

Yenice’de manyetik alandan sonra Lüleburgaz’a doğru yol alıyoruz.Gece İğneada’da güzel bir motelde kaldık.Mevsimin en civcivli zamanı olmasına rağmen motelin boş olması dikkatimi çekti.Bizden başka kimse yoktu.Denize sıfır, muhteşem manzaralı bir oda.Kumsalının temiz olmadığından bahsediyor babam.”Toprakla karışık, “ diyor.Hemen gezi rehberine bakıyorum.Aynı sayfada MTA tarafından yapılan araştırmalarda bu bölgede altın zerreciklerinin bulunduğu yazıyor.Maliyetin yüksekliği sebebiyle projeden vazgeçilmiş.İğneada’dan ayrılırken Longoz ormanlarına dalıyoruz ve Lagün göllerini görmek için yeşili dayanılmaz bir ormanda buluyoruz kendimizi.Ağaçların sıklığından ilerlemek ne mümkün ,dallar öylesine kavuşmuş ki yolun iki yakasında , gökyüzü aradan çekilmiş ve kaybolmuş.Fakat göle giden yolu bir türlü bulamıyoruz,ormandan içeri 5-6 km gitmemize rağmen.Yol gittikçe yukarı çıkıyor, gözümüz sürekli bir levha bir işaret arıyor ama ne mümkün,suların aşağı doğru aktığını düşünerek yukarı çıkmaktan vazgeçip tura devam etmeye karar veriyoruz.

Tam bu sırada Longoz Ormanları Bilgilendirme Merkezi yazan büyük bir levha gözümüze çarpıyor.Durup bilgi edineceğiz.Korunaklı bir yapı, büyük ağıt kapılar , temiz bir giriş ne var ki terkedilmiş görünüyor.Ağabeyim inip sağı solu kolaçan ediyor, ağır, kallavi kapıları yokluyor.Hiç kimse yok.Bunun yerine orayı mesken tutmaya niyetlenmiş bir eşek bir görevli edasıyla salınıyor.Kardeşim Cem Karaca, tam bu anı makaraya sarma fırsatını asla kaçırmaz: Camı açıp eşeğe ciddi ciddi soru sormaya başlıyor, eşek esneyerek ve kuyruğuyla sinek kovalayarak cevap veriyor tüm sorulara.Gülmekten kırılıyoruz.Galiba bu en çok oğlumun hoşuna gitti.Eşeğe bağırarak soru sormaya devam ediyor ilerlerken.

Gölleri bulmaya karar verip yine ormana dalıyoruz.Bu kadar sık bir ormanda bir korku filmi rahatça çekebilirsiniz, rol yapabilen kargalara bile ihtiyacınız olmaz.İnsana gerçekten dehşet veriyor.Sık dallardan ilerlemek imkansız, her biri bir kol gibi tutuyor sizi, geçit vermiyor.Ormanda film senaryolarını bir kenara bırakıp yola devam edeceğiz anlaşılan.Yolda Dupnisa Mağrası 25 km yazan levhayı görünce ,hemen gezi rehberine müracaat ediyorum, el değmemiş sarkıt ve dikitlerden bahsediyor kitap ve içinden bir nehrin geçtiğinden sözediyor.Yıldız Dağları ile Istranca ormanları arasında Dupnisa mağarası.Biz onu görmeden geçiyoruz, yolu iyi değil .

Trakya bölge müdürlüğüne Hayrabolu’ya nasıl gideceğimizi soruyoruz.İlerde 15 km sonra sola dön diyor.Bir yanda Gps’den takip ediyoruz nerede olduğumuzu.Galiba Babaeski yolundayız, bir yağmur boşanıyor burada aniden.Günebakan tarlalarının yanından geçiyoruz.Yağmur bir süre sonra duruyor, hava serinliyor suyun havaya dokunmasıyla.Babam, Allpullu’nun Türkiye’nin ilk şeker fabrikasına ev sahipliği yapan yer olduğunu söylüyor.Alpullu şeker ilköğretim okulunun önünden geçiyoruz.Oldukça eski bir yerleşim olduğunu söylemeye gerek yok, küspe kokuları çok belirgin.

Tarih, 29 haziran 2009 u gösteriyor.Hayrabolu’dan Malkara’ya inmek üzere yola çıkıyouz.Amacımız Saros körfezine inmek.Haritada ilginç bir kelime var: Susuzmüsellim.Arapça teslim eden demek bu kelime.(Kelime hakkında küçük bir araştırma yaptığımda kaydadeğer bilgilere rastlıyorum. Merkezi otorite adına müsellem askerlerinin komutanı olarak bölgeyi yöneten kişilere bu isim veriliyormuş. Osmanlı Türkleri’nin Rumeli’yi almalarını sağlayan kuvvetlerin başında Yörükler (onlardan kurulmuş Yayalar ve Müsellemler) geliyor. Müsellimler , Osmanlı Devleti'nde, pekçok görevi yerine getiren, harp zamanlarında ordunun geçeceği yolları temizlemek, köprüleri tamir etmek ve yol açmak gibi hizmetlerle de mükellef imişler. Buna karşılık barış zamanlarında bütün vergilerden muaf sayılıyorlarmış. Cumhuriyetin ilk yıllarında adı sadece müsellim olan köylerin bazıları diğer müsellim köyleriyle karıştırılmasın diye Trakya müsellim köylerine de ya coğrafi özelliğine,ya da kurucusu müsellimin özelliğine göre isimlendirilmiş:.taşlımüsellim, çerkezmüsellim, kızılcamüsellim)

Yol boyunca tadında bir çay içme umudumu yitirmişken Saros körfezine yakın Korudağ tesisinde mükemmel bir çay buluyoruz.Burası ahşap bir çay evi.Kayısı ve çam ağaçlarının içinde yoldan biraz yüksekçe biryerde konuşlanmış, tahta masalar ve güllerle bezenmiş. Babam ve ben karbonatsız çayın keyfini çıkarırken bir yandan yolun devamı hakkında konuşuyoruz. Burada dev pembe çiçekleriyle şimşir ağacı ilgimi çekiyor. Karşımda Saros körfezinin adaları muhteşem güzelliğiyle arzı endam ediyor.Tesisin sahibi bizi bilgilendiriyor.Burada Adilhan köyü maceraseverlerin uğrak yeri.Sahilinde ahtapotların yavruladığını duyunca kardeşim orada denize giremeyeceğimizi belirtiyor.

Akşam olmadan kalacak bir yer bulmalıyız.Orman kampı pansiyon ya da otel bulmalıyız.İlk gece kaldığımız İğneada’daki otelden sonra ikinci gece yeni bir mekan aramaya koyulmadan önce bizimkiler daha vaktin olduğunu ve denize girmek istediklerini söylüyorlar.

Adilhan köyüne saptık.Yol boyunca günebakanlar eşliğinde ilerliyoruz.Pekçoğunun çiçeği henüz açmamış.Araya yulaf karışmış buğday tarlaları.Uzakta villa tipi bahçeli yapılar göz dolduruyor.Sazlıdere’ye gidiyoruz , karşımızda Saros’un adarlı irili ufaklı.Orada yaşayan olup olmadığını merak ediyorum.Köy yolunda rastladığımız ufak tefek bir adam Trakyalılara has şivesiyle kelimeleri eze eze konuşuyor bizimle.Yüzünde çileli gecen bir ömrün izleri yüzün her hareketinde ele veriyor kendini.Bu tarafta denize girecek güvenli bir yer tarif ediyor.ve ekliyor. “ Amma buralarda galacah yer yogdur!..”

Deniz güzel .Pırıl pırıl.İnsana neden yaşaması gerektiğini hatırlatır gibi özgürlüğe çağırıyor.Su olanca büyüsüyle karşımda.Bir hafta sürecek bu turda öyle hızla yol alıyoruz ki deyim yerindeyse sadece “uğruyoruz.” Denizden sonra babam Namık Kemalin mezarının buralarda olması gerektiğini söylüyor.Meraklanıyorum.Oraya uğramaya karar veriyoruz.

Bolayırda Namık kemal ve gazi Süleyman paşanın türbelerini bulduk.Büyükçe bir park içinde.Gece ışıklandırması yetersiz de olsa bakımlı sayılır.En azından temiz.

Namık Kemal buraya defnedilmeyi kendisi vasiyet etmiş.Parkın girişinde onun şu dizeleri karşılıyor bizi:

Ölürsem görmeden millette ümid ettiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun ben mahzun

Burada mezarın yanında yazarın hayatı hakkında bilgi veren camlı genişçe bir pano var ve bir şiiri yer alıyor.Burada yazdığına göre yazar (1840-1888) Sakız
Adasında zatürreden ölüyor ve buraya gömülmek istediğini vasiyet ediyor.
Süleyman şah1316-1359 bir Rumeli fatihi.Lalası ve atı ile yan yana yatıyor.Türklerde eğitime verilen öneme ve hayvan sevgisine bakar mısınız? Kendisi burayı fetheden Osmanlı paşası.”Osmanlı şehzadesi ve komutan 1330’da İznik ve 1337 ‘de İzmit’in alınmasında önemli rol oynadı.Bolayır yakınlarında bir av gezisi sırasında atıyla birlikte uçurumdan düşerek hayatını kaybetti.” şeklinde bir not var burada.

Yola devam ediyoruz.Gece konaklamak için önceden duyduğumuz Güneyli köyünün yolunu tuttuk bile.Gece karanlıkta vardığımız bu köyde kaldığımız sınırlı saatler boyunca küçük bir masal kentinde gibiydik.Küçük bir sahil kasabası burası. Şirin sahiliyle göz dolduruyor.Gelibolu’ya inerken yolda , elektrik üreten rüzgar pervanaleri dikkatimizi çekiyor bu elbette bir anlamda ülkemizin enerjide ilerleme kaydettiğinin açık bir kanıtı.

Güneylide Rusça konuşan birkaç Bulgar dışında turiste rastlamadım.Bu tatil köyünün öyle sıcak ve samimi bir havası var ki insanı hemen esir ediyor.Şirin sahil boyunda gece gezintisine çıkmış insanların arasına karışıyoruz.Kalabalık burada bir nebze arttı.Burda kaldığımız Martı motel gece muhteşem ışıklandırmasıyla dikkatimi çekmişti.İçeri bir göz atınca buranın ne kadar isabetli bir karar olduğunu anladım.Her ayrıntı misafirlerin rahatı için düşünülmüş, odaların fiyatları çok uygun ve odalar son derece rahat ve şık.Özellikle kaldığım 204 numaralı oda pembe-gülkurusu dizaynıyla görür görmez beni büyüledi.Pembe halı , gülkurusu perdeler ve yatak, hasır kaplama kapı ve dolap ve ortadaki hasır koltuk , balkonun kapısını açınca içeriyi huzura boğan deniz kokusu ve tatilcilerin sevimli gürültüleri ve buna eşlik eden hafif bir çekirge melodisi.Mükemmel bir dekor oluşturulmuş motelin içinde.İnsanı saran ve güven veren mutlu bir romanda dolaşıyormuşum gibi. Buraya yeniden gelip daha uzun süre kalmalıyım.Sabah kahvaltısı neşe içinde geçiyor burada, bahçe düzenlemesi nefis , her adımda başka bir güzelliğe çekiyor sizi.

Üzüntüyle ayrılıyorum buradan, yolda biraz surat da asıyorum galiba.Kadınlar erkeklerden farklı olarak her yeri görmeyi değil de beğendikleri bir yerde biraz daha uzun kalmayı tercih ediyorlar.Belki evcimen yapıları bunu gerektiriyor.

Gelibolu yarımadası tarihi milli parkına giriyoruz.Gelibolu yarımadasında Çanakkale savaşları tanıtım merkezi sinevizyon gösterisi için duraklıyoruz.Oradan Kabatepe’ye geçiyoruz.Burası orman ve kamp alanı , denize girmeye ve yemek yemeğe müsait alanlar oluşturulmuş.

Beni burada şaşırtan oturduğumuz masanın hemen yanında aşikare siperlerin olmasıydı.Gelişigüzel çukur değil de bildiğiniz siper.Kıvrıla kıvrıla giden son derece estetik bu siperler insanların oturup sohbet ettiği masaların hemen yanından su gibi akıyordu.Siperlerin içine girdim, acaipti.Gerçekten korunaklı bir saklanma yeri.
Girişi paralı bir piknik alanı ve aynı zamanda bir plaj burası. İnsanlar denize giriyorlar, mangal yakıyorlar bir yandan. Ecdadımız, binlerce Mehmetçik burada can verdi ve bu siperler mutlaka koruma altına alınmalıydı.En azından etrafı çevrilebilir, o siperlerin içinde vatan için düşünmeden can verenler yoksa bu kadarını da mı hak etmiyor? Ziyaretçiler orada siperlerin üstünden atlayarak (afedersiniz) biraz ilerdeki wc’de hacetlerini gidermeye gidiyorlar, belki çoğu farkında bile değil.

”Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı! Düşün altında binlerce kefensiz yatanı!”, diyen üstada hak vermemek mümkün mü?Yetkililerden ricamız bu konuya acil müdahale etmeleri (hatta o bölge paralı bir plaj alanı olmasa da olur!) ve bir zamanlar kan gölüne dönmüş o siperlere gereken önemi vermeleridir.Biz bunun telafi edileceğine tüm kalbimizle inanarak yola devam edelim.


Hayraboluda bir not defteri edinmeme rağmen halen inatla bu küçük ve daracık adisyon koçanına yazmaya devam ediyorum.Çanakkale’de Seddülbahire iniyoruz.Abideyi ziyaret edeceğiz.Çok kalabalık burası , insanlar rehberlerinin etrafından toplanmış ilgiyle dinliyorlar anlatılanları.Biz de eksik kalmayalım diye yanaşıyouz kalabalığa.Rehber ilginç şeyler anlatıyor.Anzakların bir şehidimizin başını kesip memleketine götürdüğünü ve ölürken bunu torunlarına itiraf ettiğini söyleyerek başın Türkiye’ye iade edildikten sonra gömüldüğü yeri gösteriyor.Kalabalık grup ikişerli sıra halinde o tarafa yöneliyor.Yüzlerinde saygı en belirgin ifade ve biraz da anlayabilme çabası.Burada öyle çok anıtmezar yapılmış ki okumaya kalksanız neredeyse günler alacak,İçim titriyor.Rehber devam ediyor: Abidenin 41 m 70 cm olduğunu ,abidenin dört ayağının dört kıtadan düşmanı yendik anlamına geldiğini söylüyor.

Eceabat’tan vapurla karşıya geçip Çanakkale’den Truva’ya doğru gidiyoruz.Burada çekirge sesleri yoğunlaşıyor.Hatta bu çekirgeleri görebilirsiniz.Kaz dağlarına doğru yaklaştıkça bu çekirge seslerinin ekosu da artıyor.Dayanılmaz bir ritm.Bozcaada tarafına doğru ilerliyoruz.Mahmudiyedeyiz. Behramkalaye çıkacağız.yani assosa.Don kişotun yeldeğirmenlerine benzeyen rüzgar türbinleri yine karşımıza çıkıyor.Bu pervanalerin bir kanadının uzunluğu en az 50 m.Orada bu manzarayı izlerken sevimli bir keçi ailesinin arasında kalakalıyoruz. Bozcaadaya giden yolda sık zeytinlikler var.Bu ağaçların yaz kış yeşil kalabildiğini söylüyor babam.Doğrusu tüm bitkileri tanıyan hatta tüm kuşları çok uzaktan tasvir eden biriyle gezmek insana çok şey öğretiyor.Hele arpa ve yulafı zor ayıran biri olarak benim böyle doğayı iyi bilen ve onun dilini çözmüş biriyle gezmem oldukça faydalı oldu.En azından söğüt ağacıyla zeytin ağacını bir daha karıştırmayacağım.

Yollarda gezerken bu göçebe yaşam içinde insan yaşama hakim olan kozmopolit yapıyı görüyor en şeffaf haliyle.İnsanlar ne kadar benziyorsa bir o kadar da farklı yaşamlar sürdürmekte.Çanakkale’de asyanın batıdaki en uç noktası olma özelliğiyle ön plana çıkan Babakale’ye uğruyoruz.Burası da küçük bir köy.Burada üçüncü geceyi geçireceğiz.Bu bölgeye geç bir saatte vardığımız için belki de kalacak yer bulmakta zorlanıyoruz.Köyün otelleri bana hiç güven vermiyor nedense.Çok eski ve tuhaf kokuyor, yadırgıyorum doğrusu.Bir yerde kalabilmeniz için – bu çadır veya karavan da olabilir ki bana zevk verir- önce uykuya dalabilecek asgari bir güven edinmeniz gerekiyor.

O kadar yorgunuz ki bulduğumuz ilk pansiyonda kalıyoruz.Burası temiz, ben hemen seriliyorum yorgunluktan ,oğlum çoktan uyudu.Bir çocukla gezerken her şeye iki kat fazla dikkat etmek zorundasınız, onun rahatı ve yeterince beslenmesi - elbette yollarda risk her zaman daha fazla-için hep onun yerine de düşünüp onu kollamak gerekiyor.Sanırım bu gezide oğlum benden daha rahattı ve hiç şikayet etmedi.

Yatağa uzanıp biraz kitap okumalı şimdi.Camı açıp dışarı bakıyorum önce .Daracık bir taş sokak.Çok eski bir yerleşim burası.Ağaçlıktan yolun ilerisini seçemiyorum, ama girişte hemen her köyde olduğu gibi bir geniş bahçeli bir kahvehane vardı.Sabah olunca anlayacağız nerede olduğumuzu.Elimde kitabım uzanmışken merdivenleri çıkan kibar bir hanımefendinin sesi geliyor kulağıma.Yan odada kalan babamlara pikeyi üst kattan getireceğini yeni yıkamış olduğu için oradan alması gerektiğini söylüyor.Bayanların dahil olduğu işletmeler her zaman daha temiz ve daha özenli işliyor.Burası kalite olarak da iyi.

Sabah duştan sonra kahvaltıya iniyorum.Gayet itina ile hazırlanmış nefis bir masa bu.Buranın sahibi bayanla sohbet ediyoruz bir yandan.Bizi bilgilendiriyor, hemen yantaraftan gelen sesleri fark etmiyorum önce, el yapımı bıçakların olduğu çok küçük bir işletme.(Bu pansiyonun kartını kaybettiğim için adını hatırlayamıyorum.)

Babakale’nin hemen girişinde kahvenin arkasında el yapımı bıçakların üretildiği dükkanın hemen yanında burası.Ateşte demiri/çeliği dövüyor, seslerden yalnızca bunu çıkarabiliyorum o an.Yöreye has avcı bıçakları yaplıyormuş burada.Hayvan boynuz ve kemikleri kullanılarak ve tamamen elde.Ziyaret ettiğimiz dükkan sahibi yurtdışından pek çok ülke televizyonunun buraya çekime geldiğini fakat türk televizyonlarının –TRT dışında- bu konuya ilgisiz kaldığını belirtiyor.Buradan el yapımı avcı bıçağı alıyorum.Gerçekten orijinal görünüyor.

Kale çok yakın buraya.Duvarların fazla yüksek olmaması dikkatimi çekiyor.Buranın çok ilginç bir hikayesi var.Bunun öykü ustalarınca es geçilmemesini diliyorum.1725 yılında padişah 3.Ahmet döneminde korsanlardan korunmak üzere vezir kaptan Mustafa paşa tarafından yaptırılıyor.Olay şöyle gelişiyor:Bir fırtınada köye sığınan Mustafa paşaya köylüler korsan saldırılarına karşı bir kale yapılmasını istediklerini söylüyorlar.Ve bu kale o devrin mahkumlarına karşılığında serbest bırakılacakları vaadiyle yaptırılıyor.Gerçekten buranın yerlileri de serbest bırakılan mahkumlar oluyor.Ve burada çeşitli zanaatlarla uğraşıyorlar demin örneğini verdiğim el yapımı bıçaklar ve deri tabaklama gibi.Kalede otururken karşınızda Midilli adasını görüyorsunuz.O kadar yakınınızda ki , oranın yunan adası olduğuna inanmak güç.Kale surlarında otururken kendimi o zaman dönmüş hissettim.Bacaklarımda koyun yününden dolamalar, ayağımda çarıklar, önümde çamur kaplar.Kalenin surları halen sağlam hatta kenarlarda birkaç odası da sağlam görünüyor.Ama ortası tamamen yıkılmış.

Buradan çıktığımızda yolculuğun başından beri 800 kilometre yol katettiğimizi görüyorum.Buradan Gülpınar köyüne geri dönüp Assos’a hareket ediyoruz.İleri gidemeyiz çünkü asyanın batıdaki en uç noktası burası.( devam edecek)

Temrin -18.sayı





Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın dünya kümesinde bulunan diğer yazıları...
Boğazlar Ülkesi'nin Büyüsü - 2

Yazarın İnceleme ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Okurdan Gecikmiş Bir Özür / Gerekli Açıklama İçin Gerekçeli Karar
Bir Akustiğin Armonisi: Dilküşa
Bir Huzur Durağı; Pervanenin Duası
Kalp Ülkesinin Seyyahı Leyla Karaca

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Çeviri Günlükleri 2 [Şiir]
Leyla Karaca / Üçüncü Mevki Dergisi İçin Söyleşi [Şiir]
Kırık Beyaz [Şiir]
Yaseminler Yavaş Açar [Şiir]
Çeviri Günlükleri 1 [Şiir]
Sonsuzla Sek Sek'te Var mısın? [Şiir]
Leyla Karaca / Acemi Dergisi İçin Söyleşi [Şiir]
ve Şiir (1) [Şiir]
Yumuşak G Soruşturma; Şiirin Estetik Değeri [Şiir]
Muazzam [Şiir]


leyla karaca kimdir?

Ruh bedende ihtiyar olarak doğar; beden ruhu gençleştirmek için ihtiyarlar. (Oscar Wilde)


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © leyla karaca, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.