Gençliğinde müzik öğrenen, felsefeyi daha iyi anlar. -Platon |
|
||||||||||
|
ANKARA ANILARI Bir fani gördüm tanıdım Yarım asır geriye gitmiş Bir ses duydum Yarım asır sonraki vakit Kim diyor ki dünya büyük Gelip geçen yolcular Ben, sen, o, Vakit aynı, aynı sular... CUMHURİYET Biz eli bayraklı büyüdük Babalarımız verdi bayrakları çocuklarına, Onların da çocuklarına vermesi için Biz silsileden geliyoruz birbiri ardına Daha doğmamıştık Belki de henüz doğacaktık ‘Müştak Baba’nın kehanetine,* Vatanın ak karnında, Kemal’e ererek doğacaktık. Cumhuriyetin ilanında, Onuncu yılında, Az zamanda çok iş yaparak, Belki de o ilk adımlarda, Ankara’nın Başkent oluşunda doğacaktık. Biz eli bayraklı doğduk, Eli bayraklı büyüdük, Eli bayraklı öleceğiz. Boşuna mı bekliyor Gelibolu’da ‘Bayraklı Baba’ Şehit olduğunu unutarak... Hey gidi günler hey!... Hangi güç koşullarda gelindi bu yerlere?.. Askerler geçerdi merasimlerde, Omuz omuza gerilmiş urgan gibi... Süvariler rahvan, topçular, kadana atları, Kartallar çifte kanatlarıyla, Uzayan bir kervan gibi. Yılları geride bıraktık, Cumhuriyetin 80. Yılındayız Kara, Deniz ve Hava Birliklerimiz Gene tören alanlarında, Eskisinden kat kat üstün, Çağı çağa ekledik, eğitildik, eğittik Boz tepelerde, sarp dağlarda, Buğday sarısında, Harran yeşilinde Kucak açmış denizlerimizin bağrında, Dalgalarının beyaz köpüklerinde, Vatan semalarının maviliklerinde Üveyik, ak güvercin, bir kartal olduk... Asya’nın en ucunda Üç yanı su, dağ, ovayız Gökyüzüdür armadamız, Çıkamaz karşımıza bir müstebit, Söz dinlemez diktatör Şaki, haydut; hiç birisi Ne kin güden haçlı, Ne taç giyen isevi Çünkü biz Cumhuriyetiz, Bu toprak için kan, kemik, etiz... * 18. YY. Yaşamış ‘Müştak-ı Bitlisi’ (Müştak Baba) Ankara Başkent olmadan 150 yıl önce Hacı Bayram-ı Veli ruhaniyetiyle yazdığı bir gazelinde ebced hesabıyla tarih düşürerek, Ankara’nın başkent olacağını, Kâmal isminde bir şahsın başa geçeceğini söylemiştir. Fuat Bayramoğlu, Gönülden gönüle, S.56-59 Her hakkı saklıdır ve kitabın yazarına aittir. Bu yayının tümü veya bir bölümü yazarın onayı alınmadan kullanılamaz; kayıt, kopya yapılamaz. KİTAP İÇİN BİRKAÇ SÖZ Geçtiğimiz asırda gözünü dünyaya Türkiye’de açanlar, biraz şanssız doğmuş sayılırlar. Çünkü; hiçbir şeyi tam olarak yaşayamadan başı gedik, sonu eksik bir yaşamın içinde kendilerini buldular. Bu görüş Ankara için daha da çarpıcıdır. Eskinin sıradan bir il, bazılarına göre kasaba görünümündeki Ankara’sından, çağımıza uygun Başkent yaratmak, başlı başına tarihi bir süreçtir. Ankara ve Ankara’lıya ait anılar bunun için önemlidir. Ankara Başkent olurken, pek çok yoklukları da yaşıyordu. Hem hizmet kuruluşları yoktu, hem de hizmet alacak toplumsal oluşumlar!... Günümüzle karşılaştırılması bunun için önemlidir. Ankara’nın üç bin yıla uzanan tarihi yapısını yaşarken, Mustafa Kemal Ankara’ya gelene dek Ankara’nın simgelerinden biri olan Altındağ’da, hâlâ yosunlu kayalardan başka bir varlık yoktu. Ankara’da insan unsuru bu sebeple önemlidir. Okuyacağınız kitap, anı olarak eski Ankara’yı anlatmakla birlikte, caddede, sokakta, cami alanında, bağda, bahçede geçmiş anılar da vardır. Yüce varlığımız Atatürk’ün Ankara’da geçen ve bazı eski siyasilerin, genellikle esnaf, eşraf, köylü, kasabalı Ankaralı kişilere aittir. Burada, birçok yeniliği Türk halkının yaşamına sunan, başta Vehbi Koç ve Koç Topluluğunu anmadan geçemedim. Özellikle örnek sanayici Vehbi Koç’u halk arasında bilinen birkaç anekdot anısıyla geçiştiremezdim. Sayın Can Kıraç’ın ‘Patronum Vehbi Koç’ belgeselinden bazı anıları paylaşmama rıza gösterdiğinden, kendisine tekrar teşekkür ederim. Kitabın çekirdeği Ankara’nın yerli halkı idi. Çekirdek filizlenerek dalları çoğalan bir ağaç gibi, nesilden nesile Ankaralı olma kavramı da büyük ölçüde değişmiştir. Bu sebeple Ankaralılar ile birlikte pek tabii Ankara’da yaşayanların anıları da kitapta yer almıştır. Niçin yazdım, niçin derledim: Cumhuriyetimizin kurulduğu asırda, Ankara’da doğup, büyümek, yaşamın içinde pek çok değişimle karşılaşmak, kazandıklarımıza sevinirken, kaybettiklerimize üzülürken, yurtsamayı da beraberinde getirmektedir. Özlenen yurt, ‘Eski Ankara’dır. Babamız, anamız, o pespembe çocukluk dönemimiz; daha önemlisi umut tüten günlerimizdir... Eski Ankara değişse de yerinde durmakta, insanı ise kurşuni rengindeki beton blokları arasında kaybolmuştur. Bu duygularla geçmişi yazmak, anılarımızı tazelemek istedim. Unutulanları hatırlamak, soğuk rüzgârın melteme dönüşmesi gibidir. Bu iklimin içinde yaşayan biri olarak, eskiyle yeniyi biraraya getirmek istedim. Yazmamın bir nedeni de sokaklarında gözümü açtığım, mahallem Hacıbayram’dır. Hacıbayram, maddi, manevi varlıklarıyla büyüktü, anlatmaya değerdi…Yazma cesaretimi de, oradaki yaşanan anılar vermişti. O günleri, bu günlere birleştirerek bir kitapçık oluşturacağımı sanıyordum. Bu düşüncelerle başladığım kitap, beni alarak başka yerlere de götürdü. Bildiğimce, bulduğumca derledim, toparladım, dağarcığımda bulunanlarla biraraya getirdim. Şiir kitabımdan sonra ikinci kitabımdır. Başkent Ankara’nın dünü, bugünü, yarını kolay yazılmaz. Bu çaresizlik içinde yazdıklarımla yetinmek zorunda kaldım. Çünkü ekip çalışması olmalıydı. Kitap, içinde bulunan konular, kitaptaki şiirlere ilham kaynağı olmuştur. Kitapta gözden kaçan hatalar varsa bağışlanmasını dilerim. Bundan sonraki basımlarda giderilmesi mümkündür. Ankara dün bizimdi, bugün de, yarın da hepimizin olacaktır. Yazdıklarımla, anlatılanlarla belki, bazı konularda ‘küçük adam’ imajı çizmiş olabilirim. Böyle de olsa toplumun içinden çıktığına inanıyorum. Bu konuda şunları da eklemek isterim. Mütevazi sayılacak kitaplığıma, elimde bulunan birkaç belgeye ve hafızama güvenerek yola çıkmıştım.Kitabı daktilo ile yazıyordum, sonra Bandırma’da üniversitede tahsiline devam eden, öncesini tanımadığım bir çocukla yazdıklarımı bilgisayara aktararak devam ettik.Bu nedenle matbaacılığıma güvenerek çıktığım bu yolda hoşgörünüze sığınıyorum.Ulaşabildiklerim az ve tanıdığım kişiler oldu. Gerek benden kaynaklanan, gerekse bilgisayarda çalışan çocuktan kaynaklanan hatalardan dolayı tekrar özür diliyorum.Kitabı 2. baskıya hazırlarken bu etkinliği tekrar bana ışık tutanlarla paylaşmak isterim. Her kitabın başlangıcı ve bitişi vardır. Bu kitaba tamamlandı gözüyle bakamadım. Gönül isterdi ki daha pek çok Ankaralı anılarıyla bu kitapta yer alsın. İnşallah bu kitabın sonu, ikinci bir kitabın başlangıcı olur. Başka yazanlar da kaldığımız yerden devam eder. Kitapta bana yardımlarını esirgemeyen, Ankara Kulübü Derneği Başkanı Sayın Dr. Bülent KALIPÇI’ya, Sayın Hanımefendi Nesteren BAYRAMOĞLU’na, Beden Terbiyesi Eski Bölge Başkanlarından Sayın Sami YAVRUCUK ve Kardeşi Selahattin YAVRUCUK’a, saygılarımı iletir, kendilerine teşekkür ederim. Fani alemden, ebediyete göçen, kitapta anısı bulunan Hacı Hüseyin MALOĞLU’ nu yadederek, Allahın rahmetini diler, geride kalanlara başsağlığı, uzun ömürler diliyorum. Saygılarımla Haydar KÖPRÜLÜOĞLU ANKARA’NIN TARİHİ Yaşadığımız bu son asrın (20.Asrın) başlarında, tepelerindeki bağ evlerini, Altındağ’ın çıplak halini görüp de, Ankara’ya, Cumhuriyet’ten önce kasaba görünümündeydi gözüyle bakmayın. Ankara’nın çok eski bir tarihi geçmişi vardır. Cumhuriyet’ten önce, Aşağıyüz, Yukarıyüz olarak bilinen Ankara’nın, bugünkü gerçeğine ancak, Cumhuriyet’in mucizesi diyebiliriz. Arkeolojik bilgilere rağmen, Kent’ in ne zaman kimler tarafından kurulduğu tam olarak bilinmemektedir. Tarihçi Herodot’a göre; Kent, Hititlere ait yerleşim alanıyken, Makedonya’da oturan “Brigler”adını taşıyan Brigyalı’lar (İ.Ö VIII-VII) yüzyıllarda gelip, Hititlerin egemenliğine son vererek, bölgeye bütünüyle egemen olmuşlardır. Polatlı civarındaki kalıntılar da, bu görüşü doğrulamaktadır. Yine Hacıbayram Camiinin hemen yanındaki, ‘Augustus Tapınağı’nın temellerinde bulunan Frig duvarı; Bahçelievler ve Beştepe tümülüslerinde görülen kalıntılar, Gordion’ un uzantısı ve Frigya uygarlığının kanıtlarıdır. Frigyalı’lardan sonra Lidya’lılar, bir yüzyıla yakın, bu bölgede hüküm sürmüşlerdir. Lidya Kralı Krezüs’ün, (İ.Ö.574) yılında, Pers Kralı Kyros’a yenilmesiyle Anadolu, Perslerin egemenliği altına girmiştir. Lidya ve Pers dönemlerini içeren bilgiler az olmakla birlikte, anılan tarih kesitlerinden Ankara’nın önemli bir yol üstünde olduğunu bilmekteyiz. Tarihte bilinen “Kral Yolu”, Mezopotamya’dan başlayarak, tüm Anadolu’yu katedip, Batı Anadolu’da son buluyordu. ‘Kral Yolu’nun Ankara’dan geçmesi de, kent’in ticari ve askeri yönden önemini göstermektedir. Tarihte bilinen topraklarıyla, Büyük adını alan İskender’in, doğuya düzenlediği seferler sonucu, bölge Makedonyalıların eline geçmiştir. (İ.Ö. 323) yılında İskender ölünce, Ankara ve çevresinin Antigonos’un; sonra da, Lysimakbos’un, daha sonra da, Selevkos’ların egemenliğinde olduğu görülmüştür. (İ.Ö.III) yüzyılda Galat Kabilelerinin üç boyu, Ankara kentinin tarihinde önemli bir yer tutmaktadır. (İ.Ö.278) Bu üç boydan biri olan Tegtosaglar, kenti merkez seçerek, bölgeyi egemenliklerine almışlardır. Komşu kralların arasında tampon bir bölge oluşturması, Galat’ların 250 yıl hükümranlığını sürdürme nedeni olmuştur. Galatlar (İ.Ö.183)’de Bergama Krallığına bağlanmıştır. Bergama Kralı II. Attalos’un vasiyetiyle, ülkesini Roma egemenliğine bırakarak öldü. Bundan sonraki Galat Kralları, (İ.Ö.25)’e kadar bölgelerini yönetmiş; (İ.Ö.25)’de ise bölge Roma İmparatorluğu’na bağlanmıştır. (İ.Ö.21)’de de, Galatya’nın Roma Eyaleti olmasıyla Ankara, o bölgenin başkenti olmuştur. Ankara, Roma İmparatorluğu döneminde gelişerek, yüzbin nüfuslu kent olarak, pek çok mimari yapıtlarla donanmıştır. İmparator Arkadius zamanında, Ankara’nın bir tatil yeri olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bu dönemdeki gelişmenin somut örneği, şehre Elmadağ’dan getirilen su dağıtım sistemidir. O dönemden kalan, Hacıbayram’daki Agustus Tapınağı, Hükümetin Konağı önündeki Belkıs Minaresi olarak da bilinen Julianus Sütunu ve Roma Hamamı hâlâ ayakta kalabilmişlerdir. Taşlar üstündeki yazılardan edinilen bilgilere göre, Roma Hamamı (İ.S 211-217) yılları arasında, İmparator Caracalla döneminde yapılmıştır. Kitabelerin yanısıra, sikkelere de başvurulduğunda, burada güçlü bir “Afrodit Kült’ü”nün varlığı ortaya çıkmıştır. Konuyla ilgili araştırmacılar, sikkelerin üstünde, deniz suyundan çıkan ‘Tanrıça’ figürleri belirlemişlerdir. Ayrıca “Artemis” ve “Athena” nın Kült heykellerinin, Ankara civarında bir gölde yıkandığını tasvir eden kalıntılar, araştırmacılar tarafından belirtilmiştir. Bu gölün Eymür veya Mogan olacağı düşünülmüştür. Kült, bilineceği gibi Tanrı’ya, Tanrı sayılan ilahi varlıklara gösterilen saygı demektir. O tarihlerde ilk önce Hacıbayram yamaçlarında kurulan kent, açık kent düzeninde kurulan Ankara, Roma İmparatorluğu’nun çöküş döneminde Pers’lere karşı güvenliğini korumak zorunda kalmıştır. Günümüzde yer yer kalıntılarına rastladığımız dış surlar, o tarihte yapılmıştır.) (İ.S.270) Roma İmparatorluğu’ nun ikiye ayrılmasıyla Ankara, Doğu Roma İmparatorluğu içinde kalmıştır. Bu dönemde Hristiyanlığın yaygınlaştığı anlaşılmaktadır. Tarihin akışı içinde Ankara, altı asırdan fazla, Bizans İmparatorluğu’ nun kaderini paylaşmıştır. (İ.S.395-1073) Bu dönemde kentte ticaret, tarım, hayvancılık ve dokumacılığın hızlandığı anlaşılmaktadır. Bizans ordusunun konakladığı, erzak depoladığı yer olması bir yana, Hristiyan dünyasının “Hac Yolu” üstünde olması da, Ankara’nın önemini arttırmıştır. VII. Yüzyılın başlarında kent, Sasani’lerin saldırısına uğramış, 620’de II.Hüsrev kent’i ele geçirerek yağmalamıştır. 654’de ise kent, Arap Ordularının saldırısına uğramıştır. Tarihin içinde yaşanan başka saldırılar, işgaller olmuşsa da Ankara, 1073 yılına kadar, Bizans İmparatorluğu’ nun egemenliği altında kalmıştır. Bu dönem içinde başka saldırılar da olmuştur. Kent’ in uğradığı saldırıların en önemlileri, Abbasi Halifesi Harun Reşid ve Halife El Mutasım’a ait orduların saldırı, işgal ve yağmalarıdır. İkinci bin yılın başlarında, Asya’dan, Anadolu’ya yönelen Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Bizans’ı zorlamağa başlamıştı. Türkler’in Anadolu’ya asıl yerleşimi, 1071de Alparslan’ın Malazgirt Zaferi ile başlamıştır. Selçuklular döneminde Ankara, Asya’dan göçen Türkmenler’in ilk yurtları ve hayvanlarının otlak yeri olmuştur. Bölgede yaşayan Rumlar’la, Türkmenler arasında ticari ilişkiler yoğunlaşarak artmıştır. Ankara bir sınır kenti olduğunda, askeri açıdan da önem kazanarak, o dönemde kale çevresinde bulunan surlar sağlamlaştırılarak, Ankara “Dar-ül Hısn” (Sağlamlaştırılmış Belde) olarak adlandırılmıştır. Aslında Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu, 50 yıl boyunca, Bizans, Selçuklular ve Danişmendliler arasındaki egemenlik uğraşları dönemini de beraber yaşamıştır. 1127-1143 Yılları arasında Danişmendoğulları’nın elinde kalan Ankara, II. Melik Muhammed Gazi’nin ölümünden sonra, Selçuklular’dan I.Mesut’un yönetimine girmiştir. 1155’de Mesut’un ölümü üzerine Ankara, oğlu Şahin Şah’a kalmış; ancak kardeşler arasında çıkan toprak ve erk savaşı sonucunda, bu kez de kente, II. Kılıçarslan egemen olmuştur. Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan yaşı ilerleyince, ülkesini 11 oğlu arasında paylaştırmış; Ankara’nın yönetimi oğlu Muhittin Mesut’a bırakılmıştır. Mesut’un yönetimi uzun sürmemiş; Kardeşlerden Tokat’ta bulunan Rüknettin Süleyman, tüm toprakları egemenliği altına almak istemiştir. Surlarına güvenen kent direnmişse de 2-3 yıl süren kuşatmadan sonra, 1204’de Rüknettin kenti teslim almıştır. ¬ Rüknettin Süleyman’ın ölümünden sonra, sırasıyla: III. Kılıçarslan, Gıyasettin Keyhüsrev, Alaaddin Keykubad ve II. Keykavus, Ankara’da egemenlik sağlamışlardır. Ankara Kale’sindeki Farsça kitabeden ve eski paralardan anlaşıldığına göre (14.yy.) başlarında kente İlhanlılar hakim olmuş. İlhanlılardan sonra kent bir süre Ahiler’in yerel yönetiminde kalmış. Selçuklu Beyleri arasındaki güç gösterme savaşları ve Haçlı Seferleri Türkler’in çoğalmasını geciktirse de, 1362 yılında 1. Murat, Ahiler’le anlaşarak kent’in yönetimini almıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ nun sınır kenti olan Ankara’da, Çubuk Ovasında 1402’de Timur’la, Yıldırım Beyazıd’ın yaptığı savaşta, Yıldırım Beyazıd yenilerek Timur’a esir düşmüş, bir süre Ankara Kalesi’nde tutsak kalmıştır. 1403’de Timur’un çekilmesinden sonra kent, siyasal kargaşalıklar yaşamış, 1421’de II. Murat Kent’e hakim olarak yeni yapılanmaya önem vermiştir. Askeri bir merkez olarak kalan Ankara’da Fatih Sultan Mehmet, ordusuyla birlikte bir müddet konaklamıştır. (1460). Fatih’in Başvezirlerinden Mahmut Paşa, 1469-1471 tarihinde kendi adıyla anılan, Kurşunlu Han’ın bitişiğindeki Bedesteni yaptırmıştır. Sırasıyla Hacı Bayram-ı Veli Camii, Eyne, Tor Hasan, Taht-el Kal’a, Karacabey ve Şengül Hamamları; Sarı Hatip ve Ak Medreseler (14.yy. ve 15.yy.) yapıtlarındandır. Orta Asya’dan yapılan göçler sırasında getirilen tiftik keçisi, zamanla ıslah edilerek, Ankara’yı dünyanın ‘Sof” üreten belli başlı merkezi haline getirmiştir. 1539 ve 1555’de Ankara’ya gelen ‘Michele Membre’ ve ‘Busbecq’ gibi kişiler kentin en önemli ekonomik etkinliğinin, Ankara keçisi olduğu fikrinde birleşmişlerdir. Kentin 16.yy’daki görünümü ‘Busbecq’le aynı heyette bulunan ‘Hans Dernschwam’ın çizdiği kent krokisinde, dış surların olmadığını, şehrin kaleyi çevreleyen düzlükler de bulunduğunu göstermektedir. Adı geçen tarihlerde kent, 87 mahalleden oluşurken, bunların altısı kale içinde, diğerleri kale çevresinde yer alıyordu. Kentin bu yapısı ‘Celali İsyanları’ nedeniyle değişerek, bir dış surun yapıldığını çizim ve yazılı belgelerden öğreniyoruz. 1618’de Ankara’da bulunan Polonyalı ‘Simeon’ dünyada üretilen en iyi sofun bu kentte dokunduğunu ancak, Celaliler’in Kent’i yağmaladıklarını, yine bu cümleden olmak üzere, Osmanlı askeri yapılanması içinde bulunan ‘Kara Leventler’in de halka zalimce davrandıklarını yazmıştır. Levent’lerin başı olan ‘Engürülü Gedik Mehmet Bölükbaşı’na kent halkı bin kuruş ve bir samur kürk göndererek, çatışmaları önlemiştir. 18.yy’a girerken iç ayaklanmalar ve imparatorluğun zor günler yaşaması sonucunda, ‘Ankara Tiftiği’ önemini kaybetmeye başlamış, dünyada yaşanan ekonomik ve siyasi olumsuzluklar da eklenince, keçi yünü, sof, dolayısıyle Ankara’da payını almıştır. Bu kadar olumsuzluklara rağmen 1701’de Ankara’da 1255 dokuma tezgahı bulunduğu, 20-25 bin top sofun Avrupa’ya gönderildiğini, gezgin ‘Pitton’ de ‘Tournefor’ un arşivde bulunan yazılarından anlaşılmaktadır. 19.yy başlarında tiftik ve sof üretiminin yerli halktan, gayri müslimlerin eline geçtiği anlaşılıyor. 1813’de Ankara’da, ‘East İndis Company’görevlisi, ‘Kinneir’: “Anladığım kadarıyla şehrin refahı tamamen çökmüştür...” sözleriyle gözlemini belirtmiştir. Tiftiği doğrudan alıp, sof üretimini gerileten batılılar, bununla da yetinmeyip, keçinin kendisini götürerek, kendi ülkelerinde üretmeyi tercih etmişlerdir. Nitekim ‘Tiftik Keçisi’ 1820’de Fransa’da ‘Mont Dore’e, İspanya’da ‘Escuriel’e hatta Amerika’ya götürülmüştür. 1860’lardan sonra Ümit Burnu’na götürülen keçiler, iklim ve bitki örtüsü bakımından, daha önce götürüldükleri yerlerden, daha iyi uyum sağladıklarından, orada üretilerek, ilk yıllarda sürülerle gönderdiğimiz canlı keçi ihracatı bu sebeple uzun sürmemiş, kasaplık keçi olarak İstanbul’da satılmaya başlamıştır. Ekonomik yönden çöken Ankara, (1813-1817) yılları arasında büyük bir veba salgını, 1826’da kuraklık ve çekirge istilası yaşamıştır. (1873-1874) yıllarında doğa şartlarından dolayı yaşanılan kıtlıktan sonra, 18 bin kişinin ölümünü ve kitle halinde göçlerin olduğunu görüyoruz. Yine kaynaklardan öğrendiğimiz, (1880-1881) yazında da Ankara çekirge saldırısına uğramış, zor günler yaşanmıştır. Ankara’da Vali olarak bulunan Abidin Paşa, (1886-1894), Bayındır ve İmar çalışmalarına ağırlık vermiştir. Ankara Sultanisi (Taşmektep), Hamidiye Sanayi Mektebi, Gureba Hastahanesi bu dönemde yapılmış, Elmadağ’daki su, kaleye kadar ulaştırılmıştır. 1892 yılı sonunda Ankara’ya tren ulaşmıştı. Vali Abidin Paşa, daha demiryolu tamamlanmadan, kentin karayolu bağlantılarını hazırlatmıştı. 1907 Vilayet salnamesinde, Ankara’da 6518 konut, 1 Un fabrikası, 10 Kiremithane, 1 Gureba Hastanesi, 1 Kız Ortaokulu, 2 Erkek Lisesi, 65 İlkokul, 1 Mekteb-i Mülki, 1 Mekteb-i İdadi, 1 Mekteb-i Hamidi ve 1 Mekteb-i Sanayi olduğu belirtilmektedir. Kent’e trenle geleceklere hizmet sunabilmek için “Taşhan”yapılmış, üzerine “Hotel Angora”diye bir levha asılmıştır. 1918’e gelindiğinde Yemen’den Balkanlar’ a kadar egemenlik sınırlarımız içinde kan dökülmüş ‘Mondoros’ ve ’Sevr’ antlaşmalarıyla Osmanlı Devleti zor durumda bırakılmıştı. Anadolu’nun yer yer düşmanlar tarafından işgal edilmesi, İstanbul Hükümeti’nin karşı koymaması, karşı koyanlara da baskı yapması, ülkenin çok yerinde milliyetçileri ayağa kaldırmıştı. Mustafa Kemal’in ‘Ordu Müfettişi’olarak Samsun’a gönderilmesi bu döneme rastlar. ‘Amasya Tamimi’ yeni bir devlet için ilk adım olmuş; ‘Erzurum Kongresi’ Mustafa Kemal önderliğinde Doğu Anadolu’yla birlik ve beraberlik kararları, ‘Sivas Kongresi’nde ise tüm Anadolu ve Rumeli’nin Kuva-yı Milliye ruhu içinde birleşmesine dönüşmüştür. Kongrenin önemli kararlarından biri, ‘Heyet-i Temsiliye’ nin devamı ve güçlendirilerek, Vatanın tümünü temsil etmesidir. ‘Heyet-i Temsiliye’ gideceği yeri gizli tutup, 19 Aralık’ da Sivas’dan yola çıkarak Kayseri, Mucur, Hacıbektaş, Kırşehir, Kaman üzerinden Ankara İl sınırlarına sağ salim ulaştılar. Bu bilgiler Ankara Büyükşehir Belediyesinin “Bir Zamanlar Ankara”eserinden özet olarak alınmıştır. NEREDEN BAŞLASAM... Ankaralı Ağzıyla Yazılmıştır. Nereden başlasam bilmem ki Ankaram’ı yazıvirmek kolay mı? Bağ bahçe yollarımız bulvar; Tarla, tonç’um cadde, sokak; Dağım taşım, derem tepem ev oldu Neresinden başlayım bilemeyom… Yardan mı, yarenden mi, Seymenimden, erenden mi, Nirden başlayım… Oyunlarımız vardı Kendimizden giçercesine coşkulu Aşklarımız içe kapanık Şarkılarımız sırılsıklam sokak sokak, Saçak altlarında suskun… Hangisini disem! Bayramlarımız olurdu Abariş… Bayrak bayrak El öpmeli, mendilli, akide şekerli Ciplerimiz şıkır şıkır Aşağı yüze koşardık yüzüngoyun Adırık çödürük, dönme dolap, türlü oyun… Ne zenginimiz vardı kızdıran, Ne insanda bunca kahır Uç ucaydı, içiçeydi Şehir avucun içindeydi topluca. Hangisini anlatsam! Bir ışık düşmüştü kış günü Dikmen yamaçlarından Ankaramız’a Gönülleri ısıtan… “Konkuru paşası’ydı” kulaktan kulağa haber Ne rütbesi, ne de nişanı, Boz kalpaklı bir önder. Işık didimya baştan Şavkı ülkeye vurdu Guruba gurup kattı şimşek gibi Başlara şapka verdi, sırtlara urba Od ocak oldu, Okullara baş öğretmen… Pay dağıttı kadına, kıza, dula Aklına gelen her kula. Hangisini anlatsam bilmem ki… Yaptıkları tutuyordu ağaç aşısı gibi Yeniden şıvgın sürdü koca kök Dikenleri çiçek oldu Dağın, taşın Akasya dalları gibi elle tutulur, Gözle görülür salkım saçak Suyumu berrak yaptı, Toprağı toprak. Kısaca dostlarım! O bayrağı kaldırandı Bizse bayraktar, Ne başı anlatılır, ne sonu Uzar gider arşa kadar. MUSTAFA KEMAL RÜZGÂRI Mustafa Kemal, daha İstanbul’da iken, Halaskargazi Caddesindeki evinde arkadaşları ile yaptığı gizli toplantılarında, İstanbul’dan farklı bir yer düşünüyordu. Zaman bunu da gösterecekti. Ankara’da konuşlanmak için Konya’da bulunan 20. Kolordunun bazı birlikleri yola çıkmıştı. Demiryollarımız yabancıların denetiminde olduğu için, birliklerimize vagon vermiyorlardı. Birlik, yaya olarak yola çıkarak Nisan başlarında Sarıkışla ve Etlik sırtlarında kurulan ordugah çadırlarına yerleşmişlerdi. Birliğin başında Atatürk’ün yakın arkadaşı Ali Fuat Cebesoy bulunuyordu. Ankara’nın direniş merkezi olmasını kendileri kararlaştırmışlardı. Nitekim Atatürk ‘Ankara’ya ayak bastığı zaman Cebesoy Paşa: “Ben ve kolordum daima emrinizdedir”diyecektir. Aynı günlerde Ankara’nın Cebeci mevkiinde kuvvetli bir İngiliz müfrezesi bulunuyordu. Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşı Fuat Cebesoy, ilk zaferini de bu İngiliz birliğine karşı kazanmıştı. Olay şöyle gelişmişti: Birliğin Ankara’ya gelişinin ilk haftası idi. Ali Fuat Paşa’ya yaveri Mülazimevvel (asteğmen İdris, sonradan Başkonsolos olan İdris Cora) bir İngiliz subayının kendisini görmek istediğini söyler ve bu isteği kabul edilir. Cebesoy Paşa’nın huzuruna çıkan İngiliz subayı, nezaket kurallarına uymayarak gösterilen yere değil, selam bile vermeden Paşa’nın yakınına oturup, ayak ayak üstüne atarak söze başlar. Meramını anlatacak kadar Türkçe bildiği halde Fransızca, “kolorduya ait palaska tokalarının Alman askerlerine ait olduğunu, neden kendisine bilgi verilmediğini” sorarak, “Palaskaların derhal teslimini istiyorum “der. Cebesoy Paşa sükunetle dinler. Bu isteklerini cevapsız bırakır. Bunun üzerine ayağa kalkarak bir eli masada Türkçe olarak: “Neden cevap vermiyorsunuz?..”diyerek sormuştu. Baştan sona sükunetini koruyan Cebesoy Paşa, bu İngiliz subayına gerekli dersin verileceği zamanın geldiğine inanmıştı gayet sakin sordu: “Rütbeniz nedir?” “İngiliz Yüzbaşısı” “Önce, sizden büyük bir Türk Paşası’nın önünde bulunduğunuzu unutmayın. Söz ve hareketlerinize dikkat edin” Yüzü kızaran İngiliz Yüzbaşısı hareketsiz kalarak bir eli masada: “Ne diyorsunuz! Ne diyorsunuz!” “Ne demek istediğimi şimdi anlarsınız”diyerek Zile basıp içeri giren boylu boslu nefere şu emri verir: “Alın bunu Merkez Komutanlığı’na götürün. Bir hafta müddetle kendisine talim ve terbiye öğretsinler.” Emir derhal yerine getirilir. Bunun üzerine Vali konağının İngilizler tarafından işgal edilmesinden çekinen Vali Muhittin, ne olur ne olmaz düşüncesiyle Cebesoy Paşa’dan güvence istemişti. Paşa, Valiye Cebeci’deki bir İngiliz birliğinin, ne Valiliğe ne de şehre karşı etkisi olmayacağını bu işlere karışmamasını, şehrin sorumluluğunun kendisinde bulunduğunu söyler. Bu haber Ankara halkı tarafından duyulunca artık şehirde bulunan herkesin, padişahın bile kabul edeceği, yabancılara karşı koyacak bir gücün olduğuna inanmıştı. Cebesoy Paşa, bu ve bu gibi hareketlerle o günkü nabza göre şerbet vermesini biliyor, halkın moralini yükseltiyordu. Bu büyük komutan böylelikle Ankaralılar’la yakın bir temas içinde kalabiliyordu. Temas kurduğu aydın kişiler arasında başta Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi Hoca, sonradan Vali vekili olan Yahya Galip Bey, Hafızzade Mehmet, Bulgurluzade Mehmet, Serattarzade Rasim, Kınacızade Mehmet, Hatiphoca Ahmet, Tolluzade Hacı Rıfat ve Ademzade Ahmet Beyefendiler vardı. Artık her yolda, her yerde beraberdiler. Ankara’da da komutan, müftü el ele halkı ile, askeri ile, seymeni ile yola çıkmıştı. Son durak Ankara’da yeni bir dönem başlıyordu. Beklentiler içinde bulunduğumuz o yıllarda, kötü haber tüm ülke ile birlikte Ankara’ya da ulaşmıştı. İzmir işgal edilmişti. Cebesoy Paşa, Müftü Rıfat ve çevresindeki Ankaralılar’ı çağırarak halkın birliğini ve moralini bozacak hareketlerden kaçınılmasını, milli heyecanın ayakta tutulmasını istemişti. İzmir’in işgaline karşı İstanbul’da mitingler yapıldığı, az sayıda, bazı kimselere gelen gazetelerden öğreniliyordu. Aynı gazeteler birkaç gün sonra Ankara’ya ulaştırılmıştı. Sonra da Mustafa Kemal, 28 Mayıs 1919’da Havza’dan yayınladığı bir tamim ile milleti Yunan çıkarmasına karşı miting yapmaya çağırmıştır. Bu arada Cebeci’de bulunan İngiliz Birliği Komutanı, Ali Fuat Cebesoy Paşa’dan makamına kaba davranan İngiliz Yüzbaşısı’ndan dolayı özür dilemiş, Paşa da 5 gündür hapis bulunan yüzbaşıyı serbest bıraktırmıştır. Bilahare İngiliz Yüzbaşısı, tasını tarağını alarak İzmit’e hareket etmiştir. Ali Fuat Paşa halkın bozulmuş moralini düzeltmek, birlik ve beraberliklerini sağlamak için çeşitli konuşmalarında İstanbul Hükümeti’ne inanmamalarını söyler ve Atatürk 28 Mayıs 1919 günü Havza’dan gönderdiği aynı genelge ile İzmir ve Manisa’nın işgalinin tel’in edilmesini ister. Bunun üzerine Ankara halkı ertesi günü (29 Mayıs 1919) vilayet konağı önünde toplanmış, tecavüzü protesto etmişlerdir.Yaşlı, genç bütün Ankaralı o gün tek yürek olarak, nutuklar atarak kısa ve çarpıcı sözler söyleyerek, halkı çoşturmuşlardır. Ali Fuat Paşa, Ankaralılar’ın bu coşkusunu gördükten sonra sağlam zemin üzerinde olduklarını bir kere daha anlar. Adım Adım Ankara I. Dünya Savaşı sona ermiş, teslimiyetimizin belgesi olan, ‘Sevr’ imzalanmıştı. Bu habis hastalık ülkenin üç tarafını sarmış, halen idare merkezi İstanbul’a İngiliz donanması demir atmıştı. Düşmanlar yer yer ülkenin içlerine sızmaya başlamışlardı. Bu durum Gazi Mustafa Kemal’in güzergahını da belli etmişti. İstanbul’dan Samsun’a, Samsun’dan doğuya, oradan da İç Anadolu’ya yönelen Mustafa Kemal, İstanbul Hükümetine bağlı olan rütbe ve müfettişlik görevini bırakarak, Ankaralılar’la kucaklaşacaktı. Ülkede olup bitenden, İstanbul Hükümeti’nin tavrından endişe duyan Ankara, askeri, mülki erkanı ve halkı ile Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye’yi karşılamaya hazırdı. Ankara Başkent olmaya lâyıktı. Aslında Rus ve Balkan Savaşları’ndan sonra, Başkentin daha çok iç bölgelerde olması, ta o zaman düşünülüyordu. Şimdi artık şartlar değişmiş, zaruret halini almıştı. Seçilecek yer aynı zamanda Mustafa Kemal ve arkadaşlarının karargah merkezi olacaktı. Ankara yerel yönetimi İstanbul Hükümeti’ne bir çok kez karşı çıkmıştı. Bunlardan bir tanesi de şudur: Daha önce Kuvay-i Milliye tarafından tutuklanan Ankara Valisi Muhittin Paşa’nın yerine İstanbul Hükümeti’nin göndermek istediği Ziya Paşa hakkında Ankaralılar’ın görüşlerini bildirmek için Ankara Vali Vekili Yahya Galip Bey, Ankara Müftüsü Rıfat Hoca (Börekçi) ve Belediye başkanı Kütükçüzade Ali Bey’le anlaşarak 15 Ekim 1919 günü Mustafa Kemal Paşa’ya şu telgrafı çekmişti: “Paşa Hazretleri: Biz kaderimizi ,ne böyle ulusun kaderini bilmeyen bir hükümete, ne de gelişigüzel gönderilecek valilere bırakamayız. Bir çok kez yüksek kişiliğinize sunduğumuz düşünceler dikkate alınmadığı için, İstanbul Hükümeti Ferit Paşa hükümetinin atayıp da gönderemediği, Bitlis eski Valisi Ziya Paşa’yı buraya ve yaptığı bütün görevlerinde hiçbir varlık gösterememiş olan Suphi Bey’i de Konya’ya vali atayarak ilk adımını atmaya başladı. İşte bu gibi düşüncelere dayanarak Meclisi Mebusan kurulmadan önce, hiçbir göreve dışarıdan bir kimsenin getirilmemesini rica etmiştik. İstanbul Hükümetinin buraya yeniden vali göndermeye kalkıştığına bakılırsa buradaki ulusal eylemin söndürülmesi isteniyor demektir. Nasıl askerlikten çekilerek, halktan bir kişi gibi çalışmaya karar verdiniz ise ben de bu görevden çekilerek, sizin yaptığınız gibi ulusal görevimi yapmaya karar verdim. Vali gelinceye değin vekilliği, kime vereceğimi bildirmek iyiliğinde bulununuz efendim. ” 15 Ekim 1919” Alıntılayan Bilal N.Şimşir Ankara Ankara,S.129, Bilgi yayınevi, 1988 Ankara. Damat Ferit Paşa, sadarete getirildikten sonra, Mustafa Kemal’in Anadolu’da başlattığı milli hareketi, dağıtma gayretine girmişti. Vali atamasını yapansa, 2 ekim 1919 da sadarete getirilen Ali Rıza Paşa’dır. Paşa, aynı zamanda Sivas’ta bulunan Heyeti Temsiliye ile el sıkışmak istiyordu. Ankara’dan gelen telgraftan 6 gün sonra bir telgrafta kabinenin harbiye nazırı Cemal Paşa’dan gelmişti. Telgrafta Ankara şikayet ediliyor. Atanan Vali’nin geri çevrilmesi İstanbul Hükümeti’ince kabul edilemiyeceği bildiriliyordu. Gazi Mustafa Kemal, gelişen bu sorunla yüz yüze kalmıştır. Sonunda Amasya’dan Harbiye Nazırı Cemal Paşa’ya karşı cevabını bildirir: “Ankara Valiliğine atanan Ziya Paşa’nın tutumu ve üzerinde bir şey denemezse de, kendisinin iş başarma gücüne ve yeterliliğine güvenilemiyeceğinden, Ankara İli gibi ulusal örgütlerin ve ulusal eylemin en önemli merkezlerinden biri olan yerde daha durum aydınlanıp birlik ve tam güven sağlanmayan, buradaki önemli işlerin başına hiç denenmemiş, yetersiz bir valinin atanması duraksama yaratmıştır. Ankara’da bulunan vali vekili ve komutan ve heyeti temsiliye arasında yapılan yazışmalarda şimdiki hükümetin nasıl olursa olsun emirlerine ve yürütümüne uymak gerektiği üzerinde durulmuş ve o yolda davranılmış ise de; doğrudan doğruya halk, sezdikleri tehlikeye karşı verilen inancayı yetersiz görerek, tam güven sağlanıncaya değin ulusal isteklere uygun iş gördüğü kendilerince deneme ile anlaşılmış bulunan vali vekilinin görevinde bırakılmasını gerekli sayıp hükümete başvurmuşlardır. Son bildirimiz üzerine, Ankarada gerekenlerle yeniden görüşüldü; sakıncaları olsa bile hükümet erkini kırmamak için, Ziya Paşa’nın kabul olmasını sağlamaya çalıştık. Ancak, tehlikelerden ve geçmekte olan karıştırıcı olaylardan çok korkmuş bulunan halkı inandıramadık. …Bundan dolayı Ziya Paşa’nın şimdilik gönderilmemesinin sağlanmasına aracı olmanızı ve sonucunun bildirilmesini çok rica ederim” Alıntılayan Bilâl N. Şimşir, Ankara… Ankara, s.130-131 Sonuçta İstanbul hükümeti’ne karşı Ankara halkı kararlıdır. Bu durumun bilinmesine karşın, yine de gönderilmiştir. Vali Ziya Paşa Eskişehir’e Kadar gelir, oradan izin alarak geri döner. Böyle de olsa Ankara’nın iki Valisi vardır; hukuken Ziya Paşa, fiilen Yahya Galip… Bu şartlarda geçerli olan fiili durumdur. Ankara halkının başlarında büyükleriyle, saray hükümetine karşı durmaları Mustafa Kemal’i de memnun eder. Gerçekten de, Ankara’nın tutumu her türlü takdire değerdi. MUSTAFA KEMAL İÇİN TUTUKLAMA TALİMATI İşgal kuvvetlerine karşı, ülke çapında yer yer yapılan miting ve gösteriler, İstanbul Hükümeti’ni ve işgalci güçleri tedirgin etmişti. Mustafa Kemal geri çağrılıyordu. Mustafa Kemal’in cevabı: ”Hayır” olmuştu. Gerekirse görevinden istifa edecekti ama asla İstanbul’a dönmeyecekti. İşte o zaman karargahını kuracağı, İstanbul dışında bir yer gerekliydi. Ulusal işbirliği sağlamak için önce kongre toplanmasını istiyordu. Bu arada iki önemli olay yaşanıyordu. Birincisi, İstanbul’dan Dahiliye Nazırı Ali Kemal, bütün İl yetkililerine haber göndererek, Mustafa Kemal’in aczedildiğini bildiriyor; ikincisi de, aynı nazır Elazığ Valisi Ali Galip’e Mustafa Kemal’in tutuklanması için talimat veriyordu. 8 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal, padişaha bağlı bütün görevlerinden, kısaca ordudan ayrıldığını bildiriyordu. Bundan sonra, Vilayeti Şarkiye Müdafa-i Hukuk Maliye Cemiyeti’nin Erzurum’da düzenlenen kongresine Mustafa Kemal oy birliği ile başkan seçiliyor. (20 Temmuz-7 Ağustos) Bu kongre Millet Meclisi’nin toplanmamasına karar vererek 9 kişilik Heyet-i Temsiliye seçerek dağılıyordu... İkinci kongre için 2 Eylül’de Sivas’a gelerek 4 Eylül-11 Eylül 1919’da Misak-ı Milliye kararı alınarak, ilkeleri saptandı. Aynı zamanda ülkenin yönetiminde tek kurulun Heyet-i Temsiliye olduğu padişaha bildirildi. Damat Ferit Paşa istifa etti. Yeni kabineyi kuran Ali Rıza Paşa, Sivas Kongresini İstanbul Hükümeti’ne mal etmek isteyerek Mustafa Kemal ile anlaşmak istiyordu. İşte burada Mustafa Kemal Heyet-i Temsiliye merkezini Ankara’ya taşımaya karar verdi. Artık olup bitenden herkes haberdardı. Mustafa Kemal’in başlattığı harekete Ankara hazırdı. Halkı, askeri ve mülki erkanıyla, heyeti temsiliye’yi heyecanla karşılamaya hazırdı. MUSTAFA KEMAL’İN ANKARA’YA GELİŞİ Mustafa Kemal ve arkadaşları, Boztepeler arasındaki yokuşu, motor homurtuları arasında tırmanarak düzlüğe vardıklarında, perdeleri açık pencere gibi, iki tepenin arasından Ankara’yı görmüşlerdi. Mersedes Benz marka otomobiller, günümüzdeki Atatürk Sitesi 20. Blokların yanından az meyilli yokuşu tırmanarak, Keklikpınarı’nda bekleyen atlı seğmenler ve karşılayanların toplandığı yere gelmişlerdi. Tarih 27 Aralık 1919, günlerden Cumartesi, vakit öğleden sonra 15:00 olarak bilinir. İçlerinde Heyet-i Temsiliye üyeleri de bulunan Hüseyin Rauf Orbay, Ahmet Rüstem, Mazhar Müfit (Kansu), Hakkı Behiç, Dr.Binbaşı Refik (Saydam), Binbaşı Hüsrev (Gerede), İbrahim Süreyya Yiğit, Yaver Muzaffer Kılıç ve onlara Gölbaşı’nda katılan Ankara Vali Vekili Yahya Galip Bey ile 20. Kolordu komutanı Ali Fuat Cebesoy otomobillerinden inerek, karşılayıcılarla eller sıkılıp coşku ile kucaklaşırlar. Heyet ve karşılayanlar, yürüyerek Ankara’yı cepheden gören yere gelince, Ankara’ya ilk kez gelen Mustafa Kemal’e, Ali Fuat Paşa sorar: “Ankara’yı nasıl buldunuz?” Doğa olarak da, insan olarak da manzara muhteşemdi. Mustafa Kemal bu sorunun cevabını O’nun elini sıkıp gülümseyerek: “Olağanüstü...Tebrik ederim. Ankara ulusal davamızın merkezi haline gelmiş.” Yanıtını verir. Mustafa Kemal’in 27 Aralık’ta Ankara’ya geleceği önceden bilindiği için, karşılama Mustafa Kemal’e yakışan şekilde idi. Aralarında 700 yaya, 3.000 atlıdan oluşan Seymen alayından, yol boyu tren istasyonuna oradan da valiliğin önüne kadar uzanıyordu. Mustafa Kemal’in gözlerini, Ankara’nın kalesi kadar, bu insan seli de çekmişti. Ankara’nın nüfusu o tarihlerde 28.000 olduğuna dikkat çekilirse bu kalabalığın önemi daha iyi anlaşılıyor. Otomobiller ve halk ağır ağır Dikmen Caddesinden inerek, Genelkurmay binasının bulunduğu alana gelmişlerdi. Otomobiller Genelkurmay’ın bulunduğu alana geldiği zaman Ankaralı’lar tarafından burada alaca bir dana kurban edilir. Mustafa Kemal Paşa buradaki karşılama heyeti ve devlet memurlarını bir arada görünce otomobilinden inerek herkesin ayrı ayrı ellerini sıkar… Bir tarafta kendilerini karşılayan seymenleri dimdik ayakta görünce, misli az görülen bu gösteriye hayran kalarak, “Merhaba Efeler!”diyerek yüksek sesle selamladıklarında: Efeler hep bir ağızdan; “Sağol Paşa Hazretleri!...” Mustafa Kemal; “Arkadaşlar buraya niçin geldiniz?” Efeler hep bir ağızdan; “Millet yolunda kanımızı akıtmaya geldik!” Evet, Dikmen’den,Ulus’taki valilik binasına kadar yol boyları Mustafa Kemal’i karşılamaya gelen Ankaralılarla bayram yerlerini andırıyordu. Ankaralı gerekirse, milleti için kanını bile akıtmaya hazırdı. Çünkü o günlerin şartları ölmeyi de gerektiriyordu. Yaya, atlı Ankaralı Seymenler, dikkati çekerken, yer yer düzenin sağlanmasında yardımcı oluyorlardı. Mustafa Kemal’in başında gri bir kalpak, sırtında belinden kemerli açık renkli bir palto vardı. Mustafa Kemal ve arkadaşları bugünkü Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin önüne yaklaşırken, arabadan inerek, biraz ileride bekleyen Müftü Rıfat Beyefendi’nin de bulunduğu, Ankara’nın ileri gelenleri ve Ankara İdadisinin (Taş Mektep) hocalarının ve talebelerinin bulunduğu yere gelir. Müftü Rıfat Efendi ile diğer ileri gelenlerin: “Hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz” hitapları ve tokalaşmalardan sonra buradan, tozlu, topraklı istasyon yönüne hareket edilir. Güvençli İbrahim, Kasap Yaşar Efe, Kırış’ın oğlu Bekir Efe ve Seymenler’den bir grup, Çok yerde olduğu gibi istasyon yolunda Gazi Paşa’nın gelmesini bekliyorlardı. Güvençli İbrahim’in sağ elinde bayrak, sol elinde altın işlemeli iri pala, göğsünde Kuran-ı Kerim, grubunun başında bekliyordu. Gazi Paşa ve arkadaşları, yanlarında bulunanlar bu gruba yaklaşırlar. Seymen grubunun yanlarına geldikleri zaman Gazi Paşa, İbrahim’in elindeki bayrağı göğsündeki Kuran-ı dudaklarına yaklaştırarak öper. Gazi Paşa: “Nasılsın Ağa” Güvençli İbrahim: “Sağol Paşam” Selamlaşmalar yapıldıktan sonra, Gazi Paşa ve arkadaşları otomobilleriyle önde davul zurna eşliğinde, seymen grubu arkalarında ‘Taşhan’a (Ulus Meydanı) gelmişlerdi. Fransız askerlerinin karargâh olarak kullandığı, günümüzde Kurtuluş Müzesi olan binanın balkonundan bir Fransız subayı ve madam önlerinden geçen heyeti küçümseyerek seyrediyorlardı. Mustafa Kemal, Mahzar Müfit’e hitaben! “Bu küstahlar çok yakında memleketlerine gidecekler” diyerek tepkisini göstermiştir. Nitekim de öyle olmuştur. ‘Taşhan’ın (Ulus Meydanı) çevresinde toplanan halk hayret içinde boz kalpaklı, yakası kürklü Gazi Paşa’yı alkış, yaşa varol sesleriyle karşılarken, heyet ve yanındakiler Karoğlan Çarşısı’ndan Hacıbayram-ı Veli Türbesinin önüne gelirler. Mustafa Kemal Paşa: “Burada ne yapacağız?”diye sorduğunda Yahya Galip: “Yalnızca ziyaret edeceğiz.” diyerek, Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin türbesi ziyaret edilir. Dualar okunduktan sonra otomobillere binilerek, Hükümet Konağının önüne gelinir. Hükümet Konağı önünde Ankaralı’lar adına “Hoşgeldiniz” diyenler arasında şu isimler vadır: Müdafaa-i Hukuk üyelerinden, Ankara Müftüsü Rıfat Efendi (Börekçi), Bnb. Fuat, Kınacızade Şakir, Toygarzade Ahmet, Kütükçüzade Ali, Hanifzade Mehmet ve Bulgurluzade Tevfik Beylerle, birlikte pek çok karşılayıcılar… Alkışlar, türlü tezahüratlar ve dualar arasında Hükümet Meydanı’na gelindikten sonra Mustafa Kemal ve Heyeti Temsiliye üyelerine Ankara Vali Vekili Yahya Galip Bey, bir nutuk irat ederek, “Hoşgeldiniz!” der.Vakit geç olduğu ve akşamın soğuğu da çıktığı için, merasime katılan talebeler daha fazla üşümemesi için, merasime son verilerek, kendilerine tahsis edilen Ziraat Mektebi’ne gidilir. O günleri tarihçi yazar Enver Behnan Şapolyo, şöyle anlatıyor: “Seymenler, Cumartesi günü öğleüstü Ulucanlar’ da Sarı Ahmet’in kahvesinin önünden kalktı . Hacıbayram camii önüne gelerek Kayyım Dede duayı yaptı ve kurban kesildi . Ankara seymenlerinden dev yapılı olan Güveçli İbrahim seymen bayrağını aldı. Üç grub seymen kuruldu .Birinci bayrak Güveçli İbrahim’de , ikinci bayrak Türkmen Hacı Hüseyin’de , üçüncü bayrak Kayserili Hacı’daydı. Tam 700 yaya, 3000 atlı zeybek kılığında seymen düzülmüştü. Davul ve zurna çalmaya başladı... Seymen Başı Kasap Yaşar’ın Karaoğlan Caddesi’nden geçerken “Doh!...Doh!...” sesine bütün seymen alayı katılarak , yeri göğü inletiyordu. Yaya seymenlerin arkasını 3000 atlı zeybek kıyafetli seymenler izliyordu. Ertuğrul Gazi’nin olaylarında bulunan ‘bacı erenler’ gibi kadın milliyetçiler de vardı. Bölük bölük ilerleyen bu atlıların çeşitli bayrakları vardı . Koyu vişne çürüğü bayrak üzerinde tek sarı ay yıldızlı bayraklar da görülüyordu. Bu alay, Anadolu Tımar beylerinin tımarlı sipahileri gibi ortalığa bir heybet veriyordu. Zurna, davul sesleri bu insan kalabalığının ruhunu coşturmuş, güneşin doğduğu yana götürüyordu.” Alıntılayan Nejat Akgün , Burası Ankara, Ankara Kulübü Yayınları , S. 289 ATATÜRK VE ANKARA Bin dokuz yüz on dokuz, yirmi yedi Aralık. Fecrinde Altındağ’ım, kıble yön bahtiyarlık Muştu olsun Türkiyem, dağ, ova, kara toprak, Muştular Türk halkına kavuşmamız bir anlık. Ankaralım, Ankaram, bağrın açık,yüzün ak, Yaya, atlı ’Seğmen’ im dudağın bal, dilin pak Çırpınıyordu o gün gönderiyle beraber, Hisar’ımın üstünde şehri ağartan şafak. Dikmen’de yolu tuttu köke duran pek çok dal Yüzlerde çiçek açtı bu kış gününde al al Boynunda kravatı, başında boz kalpağı, Koçlarla kucaklaştı Gazi Mustafa Kemal. Toprağa, suya durmuş geziyor diyar diyar, Ankara’ya sevdası burada kıldı karar Çıngı çıngı parladı o gün tutuşan ocak, Alaz alaz yanıyor sönmez mahşere kadar. Yüreklerin sesiydi bu nabızda toplanan Akarken damar damar her yol üstü, her meydan Bir gövdeydik o gün biz yolcumuzu beklerken, Gün durdu, insan durdu; tarih yazmıştı zaman. Yıl, bin dokuz yüz yirmi, günse yirmi üç Nisan ‘Egemenlik Ulusun’ duysun doğacak her can Tutuştuk biz el ele horon, misket, halay, bar, Milletin eseriydi, milletime yakışan. “Ya İstiklal, Ya ölüm” Ya Allah’tır son nara! Ülkemin dar gününde ırkımdan çıkan ıra Bastığı toprakları düşmanına dar etti, Milletle bütünleşti Atatürk ve Ankara. Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ANKARA’da İlk Günleri Mustafa Kemal Ankara ve Ankaralı’yı sevmiş; Ankaralı “Konguru Paşası”nı bağrına basmıştı. Ankaralı onun için yollara dökülmüş, onu karşılamıştı. Artık Mustafa Kemal Ankaralı olmuştu. Ankara’nın ileri gelen sivil ve Mülki Erkanı, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının ve Heyet-i Temsiliye’nin İstanbul Hükümeti’nden kopmuş olduklarını, yokluklar içinde vatana hizmet verdiklerini biliyordu. Ankara bu büyük konuğa manevi yönde destek vermişti ama maddi yönüyle de destek olmalıydı. Ankara Ovası’nda köke durmuş bir fidan vardı. Artık Ankara’nın suları başka türlü akacak; her sabah güneş oklarını Hüseyingazi’nin üstünden daha hızlı atacaktı. Bu gelen, kördüğümü kılıcı ile çözen İskender değil, bu gelen ülke zabt eden geçmişteki Timur değil, daha büyük; ülkenin bütünlüğünü koruyan Gazi Mustafa Kemal ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan arta kalan devleti, ayağa kaldırmak isteyen Kuvay-i Milliyecilerdi. Ankara bu tarihi kişilere bir anda çare bulmalıydı. Nitekim buldu da. Mustafa Kemal Paşa ile gelen Heyet-i Temsiliye üyelerinden Mazhar Müfit Kansu o günleri şöyle anlatıyor: “Bir de geçinmek, para meselesi bizi sıkmaya başladı. Ekmekçiye bile verecek paramız kalmamıştı. Mustafa Kemal Paşa ile bu ciheti görüşürken, bulduğum çareleri eskisi gibi, kabul etmedi ve yarı geceye kadar hep düşündükse de, para tedariki hususunda bir karar ve neticeye vasıl olamadık. Çünkü, bankalardan ve müessesattan ödünç bile olsa, para almayı Paşa’ya bir türlü kabul ettiremedim. Ne yapacaktık? Benim bir kürküm vardı. Erzurumlu Nafiz Bey’e müracatla sattırılmasını rica ettim. Nafiz Bey, ”Kanunisani (ocak ayı) içindeyiz, ne giyeceksin!”diye ısrar ettiyse de, bu ısrar ne olursa olsun kulağıma giremezdi, aç mı kalacaktık, nihayet onu da sattık. Kimsede satılacak bir şey kalmadı. Paşa ile bu husus da bir çare bulamayarak, hele bakalım sabah olsun, yine düşünürüz deyip odalarımıza çekildik. Ankara’ya geldiğimiz zaman hemen bir hafta kadar bizi Belediye iaşe etti. Fakat bu, aylarca devam edemezdi. Velhasıl çaresizlik içinde veyahut para bulmak kabil iken, Paşa’nın bu bulunan çarelere bir türlü muvafakat etmemesi yüzünden müzdarip bir halde idik. Sabah oldu, gece düşünmekten uyuyamamış olduğumdan, yatağımda istirahat halinde iken kapı vuruldu. İçeri giren zat, Müftü Efendi’nin (Rıfat Börekçi) geldiğini söyledi. Eyvah şimdi Müftü Efendi’ye kahve ısmarlamak lazım, kahve var ama, şeker yok, benim iki parça şekerim var, onu da masanın gözüne saklamıştım. Ya şekerli kahve isterse... ya sigara da vermek lazım gelirse... Çünkü şeker çok pahalı idi. Herkes şekerini kendi tedarik edecek, emri verilmişti. Fakat onu tedarik edecek kim de para vardı ki!... “Paşaya haber veriniz” dedim. İçerideki zat: “Paşa size gönderdi; Paşa ile görüştüler,” dediler “Peki buyursunlar” Müftü Efendi odama girdi. Ortadaki yuvarlak ve küçük masanın kenarında bir iskemleye oturdu. “Müftü Efendi, zannıma göre kahve içmezsiniz değil mi?”dedim. “Evet içmem”dedi. “Sigara?” “Onu da kullanmam”cevabını verdi. Halbuki Müftü Efendi kahve de içerdi, sigara da, fakat biz buna meydan vermemek için böyle bir sualde bulunduk. Müftü Efendi, derhal vaziyeti anladı ve içmem deyip; tebessüm ederek, “Sizin biraz sıkıntılı olduğunuzu öğrendik, az da olsa yardımda bulunmayı vazife bildik” dedi. Bundan bir şey anlamadım, yatağın karşısında duran küçük kasayı göstererek, “Paramız var”dedim. Halbuki kasa mevcudu 48 kuruştan ibaretti. Müftü Efendi bu sözümü dinlemedi bile, cübbesinin altından bir torba çıkardı; içindeki kağıt paraları saymaya hazır bulunuyordu. “Müftü Efendi, teşekkür ederim ama, önce Paşa ile bu hususta görüşmeniz iyi olur”dedim. “Görüştüm, kasa Mazhar Müfit’tedir, ona veriniz, dediler”. “Pekala” Müftü Efendi parayı birer birer saymaya ve masanın üzerine koymaya başladı, yüz, iki yüz, beş yüzü geçti. Nihayet tam bin lira kağıt para saydı. Bende yataktan kalkarak paraları aldım ve kasaya koydum. Bunun üzerine emirberi çağırdım ve iki şekeri uzattım; “Bize birer kahve pişir” emrini verdim... “Müftü Efendinin getirdiği bu parayı, memleketin esnafı aralarında toplamış, bizim parasız kaldığımızı anlamışlar. Müftü Efendi ile göndermişler, cümlesine teşekkürlerde bulunduk”. Alıntılayan Bilal N. Şimşir, Ankara Ankara, Bilgi Yayınevi, S.172-173 İLK MECLİSİN AÇILIŞI Atatürk Ankara’ya ayak bastıktan sonra şehirlisi, köylüsü, sıradan vatandaşından eşrafına, seymenlerine kadar Gazi Mustafa Kemal’in yanında Milli Mücadeleye katılmayı bekliyorlardı. Halk O’na Sivas ve Erzurum Kongrelerinden dolayı, diline kolay gelen şivesiyle “Konguru” Paşası diyordu. 16 Mart 1920’de İngilizler’in İstanbul’u işgal etmeleri ile birlikte Meclis-i Mebusanı da basarak, bazı mebusları Malta Adası’na sürgüne göndermişlerdi. Heyet-i Temsiliye üyeleri ile birlikte halk Ankara’da artık bir Milli Meclis’in toplanması arzusundaydılar. Sonuçta milli meclisin kuruluş kararı alındıktan sonra, Gazi Mustafa Kemal 19 Mart 1920 tarihinde, Anadolu illerine, sancaklarına ve kolordu komutanlıklarına birer telgraf çekerek, ulusça kurtuluşu benimseyen kişilerin, Malta Adası’na sürülmemiş mebusların, Ankara’da toplanmaları bildirilmişti. Meclisin açılacağını da genelge de birinci madde olarak şöyle belirtmiştir: 1-Tanrı’nın yardımıyla Nisan ayı içinde Ankara’da Büyük Millet meclisi açılacaktır. Bunun için Mustafa Kemal ilkin Kurucu Meclis deyimini düşünürken, sonra bunun yerine, ‘Olağanüstü Yetkili Meclis’ deyimi kullanmıştır. Sonraları Türkiye Büyük Millet Meclisi adını alacak o meclis için gönderdiği genelgede şunları yazıyordu: “Devlet Başkentinin de itilaf devletlerince resmi olarak işgali; yasama, adalet ve yürütme gücünden meydana gelen ulusal devlet gücünü kırmış ve Meclisi Mebusan, bu durum karşısında görev yapamayacağını, hükümete resmi olarak bildirerek dağıtmıştır. Şu duruma göre devlet başkentinin korunmasını, ulusal bağımsızlığını ve devletin kurtarılmasını sağlayacak önlemleri düşünüp uygulamak üzere ulusça olağanüstü yetki verilecek bir meclisin, Ankara’da toplanmaya çağrılması ve dağıtılmış olan milletvekillerinden Ankara’ya gelebileceklerin de bu meclise katılmaları zorunlu görülmüştür.” Heyet-i Temsilsiye namına bunları söyleyen Mustafa kemal, seçimlerin nasıl yapılacağını da madde madde açıklayarak şöyle dedi: “1- Ankara’da olağanüstü yetkili bir meclis ulusun işlerini yürütmek ve denetlemek üzere toplanacaktır. 2- Bu meclise üye olarak seçilecek kişiler, milletvekilleri ile ilgili yasal hükümlere uyacaktır. 3- Seçimde sancaklar seçim bölgesi olacaktır. 4- Her sancaktan 5 üye seçilecektir. 5- Her sancakta, ilçelerden gelecek ikinci seçmenlerle sancak merkezinden seçilecek ikinci seçmenlerden ve sancak idare ve belediye meclisleri ile Müdafaai Hukuk Yönetim Kurallarından; illerde il merkez kurullarından ve il yönetim kurulu ile il merkezlerindeki belediye meclislerinden ve il merkezi ile merkez ilçesi ve merkeze bağlı ilçelerin ikinci seçmenlerinden oluşmuş bir kurulca özdeş (aynı) günde ve özdeş oturumda seçim yapılacaktır. 6- Bu meclis üyeliğine her parti, her topluluk ve dernekçe aday gösterilebileceği gibi, her kişinin de bu kutsal savaşıma eylemli olarak katılması için bağımsız adaylığını istediği yerden koymaya hakkı vardır. 7- Seçimlere her yerin sivil yöneticisi başkanlık edecek ve seçimin doğru yapılmasından sorumlu olacaktır. 8- Seçim, gizli oyla ve salt çoğunlukla yapılacak; oyları kurulan kendi içinden seçeceği iki kişi kurul önünde sayacaklardır. 9- Seçim sonunda bütün kurul üyelerinin imza edecekleri, ya da kendi mühürleri ile mühürleyecekleri üç tane tutanak düzenlenecek; bir tanesi yerinde alıkoyularak, öteki iki taneden biri seçilen kişiye verilecek. Öteki de meclise gönderilecektir. 10- Üyelerin alacakları ödenek daha sonra meclisçe kararlaştırılacaktır. Ancak, geliş yollukları seçim yapan kurulların zorunlu giderleri olarak, uygun görecekleri tutarlar üzerinden her yerin hükümetince sağlanacaktır. 11- Seçimler en geç 15 gün içinde Ankara’da çoğunlukla toplanmayı sağlamak üzere bitirilecek, üyeler yola çıkarılacak ve sonuç, üyelerin adları ile birlikte hemen bildirilecektir. 12- Bu telin varış saati bildirilecektir. Ek: Kolordu komutanlıklarına, illere ve bağımsız sancaklara bildirilmiştir.” Alıntılayan Bilal N. Şimşir, ‘Ankara Ankara’, S.189-190 Elmadağ’a Çıkarım Yine o günlerde 23.Nisan.1920’de, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışına katılmak, kadroya girecek, yurdun dört bir yanından elemanlar gelmişti. Gelenleri karşılayacak ne heyet, ne de düşünülen “Yeşil Ordu” (Yönetime, geleceklere çeki düzen verecek sivil örgüt) Aynı zamanda gelenlerin tamamını barındıracak otel, nede para vardı. Gelenlerden bazıları bu durumu görerek, memleketlerine geri dönmek istiyorlardı. Davaya inanmış arkadaşlarının yanında, bu gitmek isteyenlerin, Meclisin asil davasını etkilemeyeceğini bildiği için, Mustafa Kemâl kürsiye gelerek mebuslara hitaben şu konuşmayı yaptı: “işittim ki bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek, memleketlerine dönmek istiyorlarmış.Ben kimseyi zorla Milli Meclise davet etmedim.Herkes kararında hürdür, bunlara başkaları da katılabilirler. Ben bu kutsal davaya inanmış bir insan sıfatıyla buradan bir yere gitmemeye karar verdim. Hatta hepiniz gidebilirsiniz. Asker Mustafa Kemâl mavzerini eline alır, fişeklerini göğsüne dizer, bir elinede bayrağı alır, bu şekilde Elmadağı’na çıkar, orada tek kurşunum kalana kadar vatanımı savunurum. Kurşunlarım bitince bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunlarıyla yaralanır, temiz kanımı, kutsal bayrağıma içire, içire tek başıma can veririm.Ben buna and içtim.”der. Meclisteki heyecen, göz yaşlarından belli oluyordu. İşte ülke bu yoklukdan, bu günlere gelmişti. Meclisin Ankara’dan Kayseri’ye Taşınma Konusu Ankara’nın genel görünümü iç açıcı değildi. Hele hele sokak aralarına girseniz eciş bücüş döşenmiş taşlarıyla, bırakın bir otomobili, kağnı bile gidemezdi. Ankara başkent oluşu ilan edilmiş meclis açılmıştı ama, asıl sorunlar bundan sonra başlıyordu. Ankara’da kalacak büyükelçiliklerden yalnız Sovyet Rusya’nın, İtalyan ve Fransızlar’ın binaları vardı. Diğerlerine bedava arsa verildiği halde gelmiyorlar, İstanbul’da kalmasına direniyorlardı. Bunun için Dışişleri Bakanımız Ankara’ya gelmeleri için bu elçiliklere ayrı bir özen gösteriyordu. Yokluklar içinde olan bu Anadolu kentini, 470 yıl önce Doğu Roma İmparatorluğu’ nun, 470 yıldan bu yana Osmanlı İmparatorluğu’nun Başkent’i İstanbul’a karşı savunmak bir hayli zordu. Öbür yanda İstanbul işgal edilmişti, 600 küsur yıllık hanedanlığa bayrak açılmıştı. Bu ana unsurlar bile düşünülse İstanbul’un tekrar Başkent yapılması mümkün değildi. Çünkü yabancı işgalciler ‘Sevr Anlaşması’nı uygulamak istiyorlardı. Gemileri İstanbul limanına demirlemiş, kısmen de olsa, işgal edilmiş bir kent Başkent olamazdı. Mustafa Kemal, Fevzi Paşa ve dava arkadaşlarının düşüncesi böyleydi. Bu düşünce, o zamanın siyasi şartlarına, Kurtuluş Savaşı’nın yarattığı hal ve duruma uymuyordu. Ankara’nın Başkent olmasını gündeme getirmek, ivedi verilen bir karar olarak görülüyordu. Nitekim Meclis’den de geçirilememişti Bunu fırsat bilen muhalifler, Meclis’ in Ankara’ dan Kayseri’ye taşınmasını ön plana çıkarıyorlardı. Çünkü, Ağustos 1921’de Yunanlılar saldırıya geçerek, Sakarya’ya yaklaşmış, Ankara’yı tehdit etmeye başlamışlardır. Top seslerinin Haymana’dan duyulduğu günler... 22 Ağustos 1921 tarihi, Kayseri’ye taşınma gündemine konarak, Millet Meclisi’ne getiriliyor. Gizli celse ile alınan bu kararın safahatı yer yer Divan Katiplerince atlanmış ama, kabul edilmiş sayılıyor. Tutanaklar şu şekilde devam ediyordu. Yer yer aşağıya alınmıştır: Milli Savunma Bakanı Fevzi Paşa (Kozan) demin verdiğiniz karar gereğince Meclis Kayseri’ye taşınacak. Düşman şimdilik yürüyüşünü durdurmuş. Ama düşman yakında yine harekata başlayabilir ve harekat 15 günde Ankara’yı yine tehdit edebilir. Bir hafta içinde ağırlıklar taşınmalı Meclisin bir bölümü burada kalır, bir bölümü de Kayseri’de bina ve salon bulmak üzere oraya gider, (Gürültüler). Bir bölümü kalmak lazımdır. Tehlike olmazsa Meclis yine burada kalır. Bunu karara sunuyorum. Bir hafta içinde bu tamamlanmalıdır. Karar verilirse Hükümet... (Gürültüler). Efendim Meclisin bir kısmı kalır, nisap çoğunluk kalmak şartıyla aileler taşınır. Ailelerin ve diğer ağırlıkların, bir hafta içinde taşınacağını Hükümete duyuruyoruz. Hükümet buna çalışır. Bunu teklif ediyorum.” O gün Mecliste yapılan bu gizli görüşmeden sonra, öneriler oylanıyor. Nasıl bir karara varıldığı tutanaklardan anlaşılamıyor. Ancak ertesi günü açıklık kazanıyor. O gün şu karar verilmişti. “22 Ağustos 1337 (1921)Pazartesi İkinci Celse İkinci Resi Vekili Adnan Beyefendi’ nin riyasetlerinde içtima ile Dahiliye Vekaleti Bütçesi’nin harcırah faslına tahsisatı munzama verilmesi ve Meclisin Kayseri’ye naklinin efkarıumumiye ve yabancı devletler hakkında bırakacağı menfi tesirler nazarı dikkate alınarak,naklin bir müddet tehiri muvafık görüldü ve celseye nihayet verildi. Reis Katip Adnan Alıntılayan Bilal N . Şimşir, Ankara , Ankara , S.208 ve 212 Bu kararlar, Polatlı’dan top seslerinin duyulduğu sırada alınmıştır. Savaşlarda köklü bir kural vardır. Bir ülkenin Başkenti teslim alınırsa, savaşı kaybetmiş sayılır. İstanbul, Padişahı ile öylesine İngilizlerin eline geçmişti ki, Başkent olacağı belli olan Ankara’da bu düşünceyle, söz konusu olmuştu. Bu karar uygulansaydı, düşmanı yüreklendireceği gibi, yurt içinde başka tepkilere de yol açabilirdi: Sonunda Ulusal Kurtuluş Savaşımız’ı kazanarak 21 Kasım 1922’de İsviçre’nin Lozan Kentinde muarızlarıyla masaya oturdu. Dışişleri Bakanımız İsmet İnönü Başkanlığı’ndaki heyet, Kayıtsız Şartsız Egemenlik haklarımızı elde edemeyince, Konferans kesintilere uğramıştır. Lozan Konferansı 23 Nisan 1923’de tekrar başladı. ”Misak-ı Milli” (Sözleşmeyle tesbit edilen) sınırlarımızı kabul ettirdi. Üç ay süren konferans 24 Temmuz 1923’de sonuçlandı. Bu sonucu TBBM 23 Ağustos 1923’de 14’e karşı 213 oyla kabul etti. GAZİ MUSTAFA KEMAL’in Ankaralılar’a Hitabı Mustafa Kemal,19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastıktan sonra her yerde vatandaşın büyük ilgisiyle karşılanmıştı. Karadeniz sahilinden başlayıp, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle, yedi ay ordu ve sivil halkla iç içe olmuştu. 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldiğinde de, Ankaralılar tarafından coşkuyla kucaklanmıştı. Sonraki yıllarda da Ankaralılar’ın kendisine olan sevgisini görmüştü. Bu nedenle Yüce Atatürk’ün Ankara’ya olan ilgisi diğer illerden farklıydı. Bir de bu sevgiye, Ankaralılar tarafından milletvekilliği teklifi gelince, Ankara Belediyesi vasıtasıyla Ankara halkına 5.10.1922 tarihinde, gönderdiği mesajda ezcümle şunları yazmıştır: “Beni Ankara’nın onurlu hemşeriliğine lâyik gördüğünüz için, en samimi duygularımla teşekkür ederim. Sevgili milletimin, bir dünya düşmanlığını zafere çevirmiş olduğu bağımsızlık savaşı tarihinde Ankara’nın adı, yüce yerini koruyacaktır. Bu mücadeleye başladığımız sıralarda, bizi kuşatan zorluğun derecesi herkesçe bilinmektedir. Bazılarınca hiç düşünmeden, olumsuz olacağını gördükleri bu zorluklara sizler bir dakika kararsızlık göstermediniz. Ve üç yıl önce, Sivas’tan Ankara’ya ayak bastığım zaman ve bir örneğini de geçen gün göstererek, gönülden gelen samimiyetle beni kollarınızın arasına aldınız. O zaman gösterdiğiniz cesaret sayesinde, yabancıların etkisiyle İstanbul’da kapattırılan meclisi, şanlı milletimize lâyik bağımsızlıkla, Ankara’da açmak bize nasip olmuştur. İstanbul’da yabancı süngülerine dayanarak dağıttıkları mecliste, Erzurumlu hemşerilerimin milletvekili sıfatını taşıyordum. TBBM için yeniden yapılan seçimde, beni Ankara’dan meclis üyesi seçmek suretiyle bu sıfatıma ek yetkiyi buyurdunuz. TBBM sizin bölgesel kahramanlığınızla, korkusuz bağımsızlık savaşınızla, İstanbul’dan sonra meclis Ankara’da devam edebilmiştir. Dolayasıyla Ankaralı hemşerilerimin, bütünüyle vatanın kurtarılma çabasında ayrı bir hissesi, şerefi vardır. Bu vesileyle hemşerilerimi bir kardeş samimiyetiyle tebrik eder ve bana karşı gösterdiğiniz sevgiye karşılık olarak cümlenizi kucaklarım.” MUSTAFA KEMAL’e İç Düşmanlığı Mustafa Kemal dış güçlerle savaştığı kadar, iç güçlerle de savaşmıştır. Yönetim değişikliğini istemeyen tutucu ve devrimleri hazmedemeyen gerici, yobaz zümrelerden başka, meclis çevresinden de mebus olmasını istemeyen iç düşmanları vardı. Bunun için kanuna bir madde getirerek, 5 Yıl bir yerde oturmayan bir kimsenin mebus olamayacağı öngörülüyordu. Kurtarıldığı bu topraklarda herkesden fazla hakkı varken, vatandaşlık hakkını bile vermek istemeyenlere Mustafa Kemal’in cevabı sert ve anlamlıdır. Ezcümle şunları söylemiştir: “Maalesef doğduğum yer, bugünkü sınırlar dışında kalmış bulunuyor. Herhangi bir seçim bölgesinde de 5 yıl devamlı oturmuş değilim..Bu maddenin aradığı şartı haiz bulunmuyorsam yani 5 yıl sürekli bir seçim bölgesinde oturmamış isem, o da bu vatana ettiğim hizmetler yüzündendir. Eğer bu maddenin istediği şartı kazanmaya çalışsaydım, İstanbul’u kazandırmaktan ibaret olan Arıburnu ve Anafartalar’ı savunmamam lazım gelirdi.” “.... Zannediyorum ki, ondan sonraki çalışmalarım herkesin malumudur. Hiçbir yerde 5 yıl oturamayacak kadar mesai sarf etmiş bulunuyorum. Ben gene zannediyorum ki, bu hizmetlerimden dolayı milletimin muhabbetine ve teveccühüne mazhar oldum... Binaenaleyh, anlamak istiyorum, bu efendiler kendi seçim bölgesi halkının ciddi olarak fikir ve hislerine tercüman mıdırlar? Yine bu efendilere söylüyorum, mebus olmaları itibariyle bütün memleketi kapsayan bir sıfatı taşıyacaklar. O halde, millet bu efendiler ile aynı fikirde midir? Efendiler, beni vatandaşlık hukukundan çıkarmak yetkisi bu efendilere nereden verilmiştir? Bu kürsüden resmen, yüce heyetimize ve bu efendilerin seçim bölgeleri halkına ve bütün millete soruyorum ve cevap istiyorum...”* * Hemşehrimiz Atatürk, İstanbul’da Ankara Kulübü – Naşit Hakkı Uluğ İş Bankası Kültür Yayınları İstanbul, S.197 Mustafa Kemal’i seçtirmemek için, seçim kanununa değişiklik önergesi veren, Mersin mebusu Çolak Selahattin Köseoğlu, Erzurum mebusu Süleyman Necati Güneri ve Samsun mebusu Avukat Emin Gevecioğlu’dur. Edindiğimiz bilgilere göre Çolak Selahattin Sivas Kongresine katılmış, Heyet-i Temsiliye ile müşterek kararları imzalamış, Kolordu Komutanlığı yapmış bir askerdi. Süleyman Necati ise, Erzurum’da yayınlanan ‘Albayrak’ gazetesinin müdürü ve başyazarlığını yapan, meclise otuzüç yaşında giren bir öğretmendi. Emin ise, İstanbul meclisinden gelenlerden biridir. Aynı zamanda Sivas ve Samsun İstiklal Mahkemeleri’nde üyelik yapmış, sorumluluk yüklenmiş genç bir avukattır. Bu üç milletvekili o günlerde ülkenin ihtiyacı olan fikirleri üretecekleri yerde, Mustafa Kemal’i engellemek için sahneye çıktıkları anlaşılıyor. 2 Aralık 1922’de cereyan eden bu olaya ve adı geçen kişilere, önceki sayfanın son paragrafında, İtalik harflerle belirttiğim şekilde cevap vermiştir. I. Dünya savaşından sonra toparlanan ordu ve başlarında Gazi Mustafa Kemal Kurtuluş savaşını kazanmış, şimdi de küçük pürüzlerle uğraşmak zorunda kalıyordu. Kurtuluş savaşı’nın en şiddetli anında, I. Dünya savaşı’nın galipleri barışa sıcak bakarak, kurdukları yüksek komisyon, 25.1.1921’de, Osmanlı Devleti’ni Londra’daki konferansa çağırırken, Ankara’nın da temsilci bulundurmasını istemişti. Bunun için Sadrazam Tevfik Paşa, Mustafa Kemal’e bir telgraf çekerek, Ankara’nın konferans’a katılmak için yetki vereceği delegelerin, Osmanlı delege heyeti arasında bulunmaları şartını ileri sürmüştür. Kısaca karma heyet teşkilini istemişti. Mustafa Kemal’in meclis reisi olarak cevabı şu olmuştu : “ Milli iradeye dayanan, Türkiye’nin kaderine el koymuş olan tek meşru ve bağımsız hâkim kuvvet Ankara’da devamlı olarak toplu bulunan Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Türkiye ile ilişkin bütün sorunların çözülmesinde ve dış münasebetlerde muhattap, bu Meclisin hükümet heyetidir. İstanbul’da herhangi bir heyetin, kendisine hükümet adını vermiş olması, milletin egemenliğine açıkça aykırıdır ve bu adla memleket ve milletin hayatına ait meselelerde dışa karşı kendisini muhatap göstermesine cevaz verilmez. Heyetinize düşen vatan ve vicdan vazifesi, derhal gerçeğe uyarak millet ve memleket adına meşru muhattap hükümetin Ankara’da olduğunu kabul ve ilân etmektir. Daha sonra Mustafa Kemal çektiği telgrafla şunları istemişti…: 1. Padişah, bir bildiri yayınlayarak, Büyük Millet Meclisinin Meşruluğunu tanıyacaktır. 2. Padişah şimdiye kadar olduğu gibi, gene İstanbul’da oturacak, buna karşılık Büyük Millet Meclisi Ankara’da kalacaktır; İstanbul’da İcra Vekillerinden kimse bulunmayacak, ancak İstanbul’un özel durumu dolayısıyla Padişah nezdinde Büyük Millet Meclisinden görev ve yetki alan bir heyet bulundurulacaktır. 3. İstanbul’un yönetim şekli ileride düşünülecektir. 4. Bu şartlara uyulunca bütçeden Padişah ve hanedanın aylıkları memurların maaşları ödenecektir. Milli maliyenin kudreti bu ödenekle yeterlidir. Bu suretle, Ankara devlet merkezi, İstanbul hükümdarın merkezi gibi bir istikamete giriliyordu. Tevfik Paşa ve Vahdettin, bu teklife yanaşmayınca, Milli Hükümet, İstanbul’un Murahhas heyetine katılmamış, Anadolu ihtilalinin murahhas heyetinin bağımsız olarak yola çıkarılmasına karar vermişti. Tevfik Paşa, bu gidişin Kanunu Esasiyle aykırı olduğu zannı taşıyor, devletlerin yalnız bir Ankara heyetini kabul etmeyeceklerini 31 Ocak 1920 günü Ankara’ya yazıyordu. Buna rağmen, Ankara’nın heyeti 6 Şubat 1920 de Anakara’dan ayrılmış, Eskişehir, Afyon, Dinar, Burdur, Antalya-Brendizi yolu ile yola çıkmış ve 21 Şubat 1920 de Londra’ya varmıştı. O gün Londra konferansı açılmış; Tevfik Paşa konuşması sonunda, sözü Türkiye sözü Türkiye Büyük Millet Meclisi Heyeti Reisine bırakmıştı. 24 Şubat 1920 günü, Osmanlı Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa, konferansta : “T.B.M.M. heyeti başkanı Bekir Sami Beyin Türkiye adına konuştuğunu” teyid etmişti. M.Kemal’in 28 Ocak 1921 teklifi, Başşehir için bir adımdı; Büyük Millet Meclisindeki birliği bozmayıcı bir deneme idi. Devletin merkezi, elbette Parlementonun ve İcra Vekilleri heyetinin çalışacağı şehir olarak Ankara üzerindeki milli karar kesinlikle açıklanmamış, o gün için olumsuz bir netice alınmıştı. Bir yıl sonra, Mustafa Kemal, Paris’teki barış daveti esnasında, Türkiye’yi Ankara’nın temsil etmesi üzerinde tekrar, İstanbul’u uyarmıştı; bu olay 1922 martında olmuştu. Padişah ve etrafındakilerin bu sefer, kendi çıkarlarının esiri olarak “tek temsil”e yanaşmayıp, İzzet Paşayı Paris’e yollamaları, dünya halk efkârında tuhaf karşılanmıştı; Müttefikler o sırada zaten, Ankara’daki hükümeti tanımaya hazırdılar. Fransa Hükümeti, 20 Ekim 1921 de “Ankara Hükümeti” ile “Ankara Anlaşması”nı imzalamıştı. Bu sefer Paris’e Ankara Hükümeti delegesi Osmanlı Hükümeti Heyeti ile birlikte çağırılmıştı; millî hükümetin Ankara’da kurulmuş olduğu, devletler arasında kabul edilmiş, demekti.” Hemşehirlimiz Atatürk, İstanbul Ankara kulubu - Naşit Hakkı Uluğ, S.199-201 BİN GÜN Kurtuluş Savaşı gibi büyük bir badireyi atlattıktan sonra, yapılacak bunca işin arasına, Atatürk kutsal saydığı evliliğini de sıkıştırmıştır. Gazi Paşa, üç ay önce kızlarıyla tanıştığı “Uşakizade” lere evlilik hazırlığı olarak ancak 2 gün süre tanımıştı. 27 Ocak 1923’te Latife Hanım’a evlenme teklifinde bulunmuş, 29 Ocak 1923’te de, Fevzi Paşa (Çakmak) ve Albay Asım’ın (Gündüz) şahitlikleriyle nikah masasına oturmuştur. Kısa tanışmadan sonra, evlilik kararı, Gazi Paşa’yı tatmin etmemiş, biraz da bulunduğu zemini düşünmüş olacak ki, nikahtan sonra Yaveri Salih Bozok’a: “Aslında Latife ’yi atla kaçırarak evlenmek isterdim” diyecektir. Belki de, kırk ikiye varan yaşı ve bulunduğu mevkii ile birlikte vakit bakımından bir çaresizliğini espri şeklinde dile getirmiş olabilir. Evet bunları yanında bir de Fikriye Hanım gerçeği vardı. Fikriye, Zübeyde Hanım’ ın ikinci evliliğinden, kaynı Miralay Hüsamettin’in kızıydı. Hayatta bir ağabeyinden başka, hiç kimsesi yoktu. İlke ve inkilaplarıyla Türkiye cumhuriyeti’nin büyük mimarı Atatürk, sade bir merasimle evlenmişti. Asıl büyük tutkusu, bir bütün olarak yüreğinde taşıdığı vatan sevgisiydi. Bunların yanında o büyük bir mimar, o günlerde yuvasına çırpı taşıyan bir kuş gibi bağ evine kubbe bile yaptırmıştı. Sonunda doğal yapısı içinde kurulan bu evlilik, önce Fikriye’ nin intiharı ile sarsıldı, Latife de çok sevdiği Gazi Paşa’sından mutsuz bir sonla ayrılmış oldu. Latife Hanım Sorbon’daki üniversitesini bırakarak, İzmir’e gelmiş, kutlamak için gittiği Karargahta Gazi Paşa ile tanışmış, sonra da üniversiteye dönmeyerek evlenmişti. Gazi Paşa bunu hatırlayarak, 5 Ağustos 1925 günü bu evliliğe son noktayı koymuştu: “Latife Hanım, bundan sonra yarım kalan üniversitenizi tamamlayabilirsiniz.” Atatürk’ü, Latife Hanım ile birlikte gösteren fotoğrafları, o günlerin güzel bir anısı olarak hafızalarda saklıdır, saklı kalacaktır. Bir genç kız için evlilik, rüyalarının gerçekleşmesidir. Mustafa Kemal ise savaştan yeni çıkmış bir ülkenin geleceğini elinde bulunduran, henüz Cumhuriyet ilan edilmemiş ve hakkında ölüm fermanı verilmiş bir liderdir. Latife Hanım sıradan bir adamla değil, kazanılmış zaferlere zaferler katacak bir kumandanla evlenmişti. Bu düşünce ışığında, Latife Hanım’ın evlilik beklentilerine, romantik duygular içinde karşılık vermesi Mustafa Kemal için hiç de kolay değildi. Latife Hanım iç ve dış çevrede, hatta mecliste bile kendini Gazi Paşası ile aynı değerde görülmesini istiyordu. Gazi Paşa ’nın eşi olarak, onunla olmak için kendinde bu hakkı görüyordu. İzmir’deki baba evine yazdığı mektuplarından da bu anlaşılıyordu. Latife Hanım Ankara’da, seyahatlerde yalnız kalmaktan şikayetçiydi. Bunu bir defasında Atatürk’ün yanında: “Yalnız kalmaktan korkmuyorum, yalnız bırakılmaktan nefret ediyorum” dediği biliniyordu. Yukarıda sıraladığım nedenlerle eşi Mustafa Kemal’i arkadaşlarından, hatta yaverlerinden bile kıskanıyor, bu nedenle aralarında sorunlar çıkıyordu. Bir akşam bilinen arkadaşlar yine gelir. Atatürk, hizmet edene içki getirmesini söyler. Hizmet eden eli boş dönüp, bir şeyler söylemek isterken, Latife Hanım araya girerek: “İçkimiz yok, İzmir’den dönüşte hepsini gönderdim”der ama o an Gazi Paşa’ nın yüzündeki ifadeyi de görür. Köşklerinde, özel toplantılarda, seyahatlerinde bu fikir anlaşmazlığı ve kişilik çatışmaları sürüp gider. Başbaşa bulundukları bir gün Mustafa Kemal’in Latife Hanım’a “Fikriye” diyerek dili sürçer. Hasta Fikriye’yi hatırladığını söyleyerek Latife’den özür diler. Fikriye Hanım, Mustafa Kemal’in evlendiği haberini alınca, tedavi gördüğü Avrupa’dan, haber vermeden köşke gelir. Latife Hanım ve Atatürk beraber çay içerken, emireri Ali Çavuş tarafından, bu vakitsiz gelen misafir haber verilir. İkisinin de keyfi kaçmıştır. Davetsiz gelen ve tedavisini yarım bırakan Fikriye’ye Atatürk’te kızgın olmasına karşın belli etmemeye çalışır. Latife Hanım, Atatürk’ün eşi olduğunu belirten tavırla Fikriye’yi karşılar. Fikriye’yi hoş tutmalar ancak birkaç gün sürer. Sonraki günlerde Fikriye ’nin ‘Keçiören’de kalması düşünülen eve gitmesi beklenir. Hatta sık sık konuşmaları arasında hatırlatılır. Fikriye, artık çok şeyin kaybolduğunu anlamıştır. Hem sağlığını, hem de sevdiği insanı kaybetmiştir. Yaver Rasuhi Bey’in, ziyaret etmek istediği o gün, Fikriye’nin köşke alınmaması eklenince, bunca acıya katlanamayan Fikriye, 30 Mayıs 1924 günü, köşke geldiği araba içinde, Gazi Paşa’sına hediye getirdiği, ama bir türlü veremediği tabancayla kendini vurur. Ankara’nın Başkent Oluşu ‘Ankara’nın Başkent’ oluşu, Cumhuriyet’in ilanından 16 gün önce, 13 Ekim 1923’te gerçekleşti. Ama ilk haberi Türkiye’den önce, ‘Batı’ öğrenmişti. Mustafa Kemal’in Avusturyalı gazeteci ‘Frans Hans Lazar’a 27 Eylül 1923’de verdiği beyanat, ‘Neue Freie Presse’adlı Viyana gazetesinde yayımlanmış, bütün dünyaya, dolayısıyle Türkiye’ye haber olarak verilmiştir. Mustafa Kemal, muhabirin bir sorusunu açıklıkla: ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti Ankara olacaktır’ diyerek, hem Ankara’nın başkent olmasını, hem de Cumhuriyet’in müjdesini vermişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni yeri düşünülürken, Ekim 1923’de Dışişleri Bakanı İsmet Paşa ve 14 arkadaşı Ankara Meclisi’ne verdikleri bir önerge ile yeni Türkiye Devleti’nin karargah yerinin Ankara olmasını öneriyorlardı. O dönemin bazı milletvekilleri, Ankara yerine İstanbul’un tekrar hükümet merkezi olmasında kararlıydılar. Meclisin çoğunluğunu sağladıkları taktirde, ilk zaferlerini kazanmış olacaklardı. Sonra da Meşruti idarenin geri dönmesini sağlamak isteyeceklerdi. Başkent tartışması bir bakıma İstanbul-Ankara çatışmasına dönüşmüştü. İstanbul gibi gelişmiş bir kenti ayırıp, tozlu bir Anadolu kasabasının Başkent yapılmasına karşı çıkan Gümüşhane Milletvekili Zeki Bey’di. Önerge üç günde meclisten geçerek ‘Genel Kurul’a geliyor ve 13 Ekim’de, birtek muhalif oy ile Ankara’nın Başkent oluşu kabul ediliyordu. Kanunlaşan Önergenin Metni “Lozan Antlaşması’nın eklerinden olan boşaltma protokolünün uygulanması sona ermiştir.Baştan başa yabancı işgalinden kurtulan Türkiye’nin tamlığı fiilen gerçekleşmiştir. Milletimizin en değerli mallarından İstanbulumuz, Halifeliğin “Makarrı’ (durma yeri) olan durumunu koruyacaktır. Öte yandan Türkiye Devleti'nin idare merkezi hakkında meclis tarafından karar vermenin zamanı gelmiştir. Bir Devletin merkezini tayin için esas olacak koşullar yeni Türkiye’nin başkenti olarak, Ankara şehrini seçmek gereğini emrediyor. Devlet merkezinin kurulmasına biran önce başlamak, içerideki ve dışarıdaki tereddütlere biran önce son vermek için aşağıdaki kanun maddesinin kabülünü arz ve teklif ederiz. MADDEİ KANUNİYE- Türkiye Devleti’nin Makarrı İdaresi Ankara şehridir. İmzalar: İsmet (Malatya), Ferit (Çorum), Zülfü (Diyarbakır), Dr.Fikret (Bilecik), Seyfi (Kütahya), Hilmi (Malatya), Mahir (Kastamonu), Rüştü (Erzurum), Saffet Ziya (Erzincan), Rahmi(Sivas), Hüseyin Necati (Bursa), Refet (Bursa), Kazım Hüsnü (Konya), Ali Rıza (İstanbul), Mehmet Kamil (Afyonkarahisar).” 50 yıllık yaşantımız Milliyet Yayınları S.25
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Haydar Köprülüoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |